Orta Asya Yolculuğumun Kısa Hikâyesi / İhsan Kurt

Felsefe

 

Orta Asya Yolculuğumun Kısa Hikâyesi / İhsan Kurt

Uçaktan inip Kırgızistan’ın başkentiBişkek’in serin sabahına adım attığımda, içimde tarifsiz bir heyecan vardı. Bu yolculuğun sıradan bir gezi olmayacağını, daha ilk anda hissettim. Bişkek’ten başlayan uzun araba yolculuğu, bizi yalnızca yeni şehirlerle değil, yüzyılların iç içe geçtiği zamanlarla da buluşturacaktı. Çünkü “Orta Asya” benim için okul kitaplarının sararmış sayfalarında kalmış bir hayaldi: çölleşen topraklar, çekilen sular, göç eden atalarımız… O kitaplarda uzak bir masal gibi duran yerler, şimdi gözlerimin önünde uzanıyordu.

Tozla kaplanmış küçük yerleşimler, çatılarında yüzyılların sessizliğini taşıyan evler, bana zamanın ne kadar ağır aktığını düşündürdü. Yol boyunca ders kitaplarında ezberlediğim ama hayal edemediğim büyüklükteki nehirler karşımıza çıktı: Seyhun ve Ceyhun. Bugün Siriderya ve Amuderya diye anılan bu ırmaklar üzerinden geçerken, yalnızca coğrafi bir engeli aşmıyor, tarihin en eski köprülerinden birini de geçiyordum.

Kırgızistan’dan çıkıp Kazakistan’a vardığımızda, ilk durağımız Talas Nehri kıyısındaki Taraz oldu. İpek Yolu’nun önemli duraklarından biri olan bu şehir, yüzyıllar boyunca tüccarların, dervişlerin ve seyyahların uğrak noktası olmuş. Çarşılarının uğultusu çoktan kaybolmuş olsa da taşların üzerinde hâlâ o eski günlerin ayak sesleri hissediliyordu. 11. yüzyıldan kalma Karahan Türbesi’nin önünde durduğumda, taşların suskunluğu bana bir tarih kitabının sessiz sayfalarını hatırlattı. Biraz ilerideki Ayşe Bibi Türbesi’nin zarif süslemeleri ise bu toprakların yalnızca güce değil, güzelliğe de değer verdiğinin kanıtıydı.

Yolumuz Çimkent’e düştü. Bugün modern binaları ve geniş meydanlarıyla yaşayan bir şehir olsa da, asıl kimliğini kervan yollarının kavşağı olmasıyla kazanmıştı. Burada beni en çok sarsan şey, yıllar önce danışmanlığını yaptığım bir öğrencimin memleketinde olduğumu fark etmekti. Onunla yeniden buluşma fırsatını kaybetmiş olmak, bu şehrin kalabalığı içinde bile bana derin bir yalnızlık hissettirdi.

Yolculuğun en önemli duraklarından biri Türkistan’dı. Oğlumun eğitim aldığı Uluslararası Ahmet Yesevi Üniversitesi’nin bulunduğu bu şehir, Türk Devletleri Teşkilatı tarafından Türk dünyasının manevî başkenti kabul ediliyor. Burada ilk işimiz Ahmet Yesevi Türbesi’ni ziyaret etmek oldu. Daha türbeye varmadan, etrafı saran gül bahçeleri karşıladı bizi. Çiçeklerin kokusu arasında yürürken, Timur’un yaptırdığı bu anıtın ihtişamını hayal etmeye çalışıyordum. Fakat karşısına geçtiğimde, hiçbir fotoğrafın bu yapının görkemini anlatmaya yetmeyeceğini anladım. İçeride, Ahmet Yesevi’nin 63 yaşından sonra inzivaya çekildiği hücreyi görmek, manevi bir huzurla doldurdu içimi.

Özbekistan’ın başkenti Taşkent, geniş bulvarları ve Sovyet döneminden kalma yapılarıyla ilk bakışta bir metropol gibi görünüyor. Ancak sokaklarında yürürken, bir yanıyla bana Ankara’yı hatırlattı. Düzenli caddeler, anıtsal binalar… sanki kendi şehrimde dolaşıyordum. Burada görmek istediğimiz Hazreti İmam Kompleksi restorasyon nedeniyle kapalıydı. Yine de Timur’un heykeli, çevresindeki medreseler ve camiler, şehrin geçmişini bugüne fısıldıyordu.

Semerkant’a vardığımızda, tarihin kalbine dokunduğumu hissettim. Çocukluğumdan beri Uluğ Bey’in adıyla andığım bu şehir, gerçekten de gökyüzüne açılmış bir medrese gibiydi. Registan Meydanı’na çıktığımda, etrafımı saran medreseler göğe yükselen bir sahne gibi göründü. Uluğ Bey’in rasathanesinde, yüzyıllar önce yıldızların izini süren bilginleri düşündüm. Bibi Hanım Camii’nin görkemi, Gur Emir Türbesi’nin huzuru, bana bilginin ve sanatın zamana nasıl meydan okuduğunu gösterdi. Meydanın hemen yanındaki parkta Özbek şairlerinin heykellerine rastlamak ise, yolculuğun hoş bir sürprizi oldu.

Buhara, taş sokakları ve medreseleriyle bana bir zaman yolculuğu yaşattı. İslam’ın kubbesi olarak anılan bu şehirde, nereye baksanız tarih fısıldıyordu. Nasrettin Hoca’nın heykeliyle karşılaştım ama gözüm hep başka bir köşedeydi; çünkü her adımda yeni bir medrese, yeni bir cami ortaya çıkıyordu. 12. yüzyıldan kalma Kalan Minaresi’nin önünde durduğumda, Cengiz Han’ın bile yıktırmaya kıyamadığı bir yapıyla yüz yüze geldiğimi bilmek, bana bu toprakların direncini hatırlattı.

Yolculuğumuzun son durağı Hiva oldu. Buhara’dan Kızıl Kum Çölü’nü geçerek vardığımız bu şehir, adeta bir masalın içinden çıkıp gelmiş gibiydi. Surlarla çevrili İç Kale, akşamın kızıllığında bambaşka, sabahın ilk ışıklarında bambaşka görünüyordu. Kalta Minor Minaresi’nin turkuaz çinilerine vuran ışık, bana geçmişin ruhunu bugüne taşıyormuş hissi verdi. Kaldığımız otelin bir zamanlar bir medrese olduğunu öğrenmek, bu şehrin tarih ile bugünü nasıl iç içe yaşattığının göstergesiydi. Odamızın duvarında Celalettin Harzemşah’ın resmi vardı; sanki bize bu toprakların yalnızca taşlardan değil, kahramanlık hikâyelerinden de örüldüğünü hatırlatıyordu.

Toplamda dört bin kilometrelik bu yolculuk, bana yalnızca şehirleri değil, çağları da gezdirmişti. Bişkek’e dönerken, ardımızda yalnızca yollar değil, tarihin katmanları da kalıyordu. Çölün ortasında filizlenen yeşil caddeler, gölgeli sokaklar, insana direncin ve umudun ne demek olduğunu öğretiyordu.

Her şehir, kendi hafızasıyla yaşayan bir canlı gibiydi: duvarlarında zamana direnen yazılar, meydanlarında hâlâ yankılanan sesler, türbelerinde saklanan dualar… Onlar yalnızca korunmamış, aynı zamanda nefes alıyordu.

Orta Asya bozkırlarında ilerlerken, sık sık yüzyıllar öncesinin göç yollarını düşündüm. Atların tozu dumana kattığı kervanları, sabırla yol alan tüccarları, İpek Yolu’nun yorgun ama umut dolu yolcularını… Her adımda tarihin kıvrımlarına dokunur gibiydim. Tarihin ve coğrafyanın…

Tanrı Dağları… Zirvelerindeki karlar güneşin altında kristaller gibi parlıyordu. O heybetli dağlar, zamana ve insana meydan okuyan sessiz tanıklar gibiydi. Atsız’ın şiirinde, Aytmatov’un eserlerinde sıkça betimlediği bu dağlara bakarken, yalnızca coğrafyayı değil, bütün bir kültürü ve ruhu gördüm.

Bu yolculuk, bende derin izler bıraktı. Bir yanım gururlanıyordu: “Burası bizim ata yurdumuz.” Her taşında, her nehrinde, her dağında bizden bir iz vardı. Ama bir yanım da hüzünleniyordu: geçmişin ihtişamı ile bugünün kırılganlığı arasındaki uçurumu görmek ağır geliyordu.

Yine de, işte tam da bu çelişki, Orta Asya yolculuğunu unutulmaz kıldı. Çünkü insan, ancak böyle anlarda kendi kökleriyle yüzleşebiliyor.

Şimdi, bütün gördüklerimi, hissettiklerimi kelimelere dökmeye çalışsam da, biliyorum ki anlatacaklarım hep eksik kalacak. Yine de yazmaya devam edeceğim: Bişkek’in pazarını, sokaklarını, caddelerini, parklarını, Tanrı Dağları’nın gölgesini,Çolpan Ata’yı, Isık Gölü’nün serinliğini, Aytmatov’un izlerini,AtaBeyit’i, Çu vadisini, Balasagun’u ve Burana Kulesini…

Şimdilik yalnızca Tanrı Dağları’nın eteklerinden Alarça’dan gönderiyorum selamlarımı.

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.