Yeni Zelanda - Kuzey Ada
Gizem Bekaroglu
Yeni Zelanda Türkiye’ye vize uygulayan ülkelerden biri ama karşılıklı anlaşmalar çerçevesinde normalde 250 küsür dolar olan vize ücreti Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına aşagı yukarı 40 dolar. Fakat vizenin çıkma süresi biraz uzun sürebiliyor. Normalde Avrupa ya da Amerika Birleşik Devleti gibi ülkelere vizenin çıkması birkaç hafta sürerken, Yeni Zelanda vizesinin çıkması en az 2 ayı buluyor.
Yeni Zelanda güney yarım kürede bulunmaktadır. Kuzey ve Güney olacak şekilde iki büyük adadan oluşur. Benim için Yeni Zelanda dünyanın bittiği yerdir. Hatta eşim Mert, Avusturalya’ya kalıcı olarak taşınmaya karar verdiğinde “neden Yeni Zelanda’ya gitmiyoruz, Avusturalya yeterince uzak değil” diye kinayeli bir yorum yaptığımı çok iyi hatırlıyorum.
* * *
Mert’le çok hesap kitap yapmadan, Auckland’a uçak biletimizi alıp, gezi planlarımızı yapmaya başladık. Yeni Zelanda’ya gitmiş olan arkadaşlarımız, ülkenin hangi tarafına gideceğimizi sordu. O esnada gidenlerin direk Güney tarafa uçtuğunu, Kuzey’i göremeden ülkeden ayrıldıklarını anladık. Eğer Kuzey’den Güney’e geçmek istenirse de daha uzun süreli kalmak gerekiyordu. Bizim gittiğimiz süre zarfında ülkeyi baştan başa görmek neredeyse imkansızdı. Kuzey’e gidiş dönüş olacak şekilde bilet ayarladığımız için, son anda değişiklik yapıp, ülkenin güneyine geçebilir miyiz diye hesaplar yapmaya başladık. Yeni Zelandalı arkadaşlarım dahil herkes şiddetle Güney adaya gitmemizi tavsiye ediyordu. Güney adada olan muhteşem dağları ve tabiat harikalarını anlata anlata bitiremiyordu hiçbiri. Lakin biz, ilk planımıza sadık kalarak sadece ülkenin kuzeyini gezmeye karar verdik.
* * *
Yeni Zelandalılar Okyanusya’da “kiwi” olarak da biliniyor. Biliyorum aklımıza ilk olarak kiwi meyvesi geliyor ama bu kiwi başka kiwi. Kiwi kuşu, karanlıkta ortaya çıkan yuvarlak gövdeli uzun çubuk gagalı, sakin utangaç bir kuş. Genelde hava karardığında ortaya çıkıyor. Yeni Zelandalılar kendilerini, ülkelerine has bu kuşla tanımlıyorlar. Bu tatlı kuşların maalesef sayıları gittikçe azalıyor. Yol kenarında karşıdan karşıya geçmeye çalışırken araçların çarpması sonucu birçoğu hayatını kaybediyor.
Yeni Zelanda yerlilerine ise “Māori“ deniyor. Māori yerlilerinin ülkeye Doğu Polinezya Adaları'ndan göç ettiği bilinmekte. Māoriler Kuzey’de dört beş kabile, Güney’de ise iki kabile olacak şekilde bölgeye dağılmışlardı. İngilizler karaya ayak basana kadar aralarında çetin gerilla savaşları yaşandı. Fakat yabancı istilacıların geldiğini anlayan Māori kabileleri İngilizlere karşı hızla birleşip saldırmaya başladı. İngilizlerin alışkın olmağı bu saldırı taktiklerini ve vahşi doğa koşullarını avantaja çeviren Māoriler, İngiliz sömürgecilerine göz açtırmadı. Pes eden koloniciler, stratejilerini Māoriler ile uzlaşma yönünde değiştirdi. Māoriler ise İngilizlerin sunduğu yenilikleri benimseyip, ticarete ve müzakereye sıcak baktı. Māoriler ve İngilizler arasındaki barış anlaşması, tarihte ilk kez yerli halkla imzalanan “ateşkes” anlaşması olduğunu öğrendik.
Yeni Zelanda yerlileri (Māoriler) ve Avusturalya yerlilerine (Aborijinlere) kıyasla daha savaşçı ve güçlüdür. Dahası, Māorilere kıyasla Aborijinler, Avusturalya’da dağınık halde gruplaştı ve her bölgede farklı dille iletişim kurdu. Bu sebeple, Avusturalya yerlileri İngilizlere karşı defansa geçecek etkin ve hızlı bir iletişim ağı kuramadı. İngilizler Avusturalya’da yerli halka karşı ciddi bir üstünlük sağladı ve kısa sürede kıtanın önemli noktalarını ele geçirdi. Bu tarihsel farklılıklar, Yeni Zelanda ve Avusturalya arasında gözle görülür farklılıklara neden oldu.
Māorierin yaşadıkları toprakları savunurken kazandıkları üstünlük sayesinde İngiltere tarafından asimile edilemedi, böylelikle günümüze kadar İngilizlerle eşit statüde yaşadı. Yeni Zelanda’nın şehir ve ilçelerinin hemen hemen hepsi Māori isimleriyle adlandırılıyor. İngilizce ve Māori (Te Reo) resmî dillerdir. Yeni Zelanda’nın en büyük ve kalabalık şehri olan Auckland’da gezerken gördüğümüz Māoriler neredeyse beyaz nüfustan fazlaydı.
Māori yerlilerinin iri ve güçlü gövdeleri hemen dikkat çekiyor. Haka dansını izlediyseniz savaşçı yanlarının nasıl anında ortaya çıktığı görünüyor. Eskiden babalar oğullarını savaşa yollamadan önce haka dansını yapardı ama günümüzde düğünlerde, futbol ya da rugby maç öncesinde veya cenaze sırasında da yapılıyor.
Çoğu Māori'nin yüzünde değişik boyutlarda dövmeler vardır. Bu dövmeler sevdiği bira markası, araba resmi ya da eski sevgilisinin adı değildir. Dövmelerin kabile yaşamlarından gelen tarihi ve kültürel anlamları var. Yeni Zelanda’ya gittiğimizde dikkatimi çeken detaylardan bir diğeri de insanların taktıkları yeşim taşı (green stone) oldu. Bizdeki nazar boncuğu gibi orada çok yaygın olan bir taş. Bazı taşlar örgüye benzer şekillerde yapılıyor. Kavislerin kişiler arasındaki bağı temsil ettiğini ve bu taşı erkeğin kadına aldığını öğrendim. Bir başka enteresan detayı ise gezi sırasında okuduğum Sapiens kitabında fark ettim. Yeni Zelanda’da takriben 4 milyon insan yaşarken, koyun ve alpakaların sayısı aşağı yukarı 45 milyon kadardır.
Yeni Zelanda’ya varınca ilk iş karavanımızı (campervan) alıp kamp alanı arayışına girdik. Yeni Zelanda’da ancak devletin belirlediği yerlerde arabayı park edip kalabiliyorsunuz. Campervan ise minivan içinde tuvaleti, yatağı ve mutfak eşyalarının bulunduğu gezici bir araç. İstenilen yerde ve zamanda durup yemek yeniliyor. Durulan yerde istenilirse yüzüp, doğa yürüyüşleri yapabiliyorsunuz. Adeta kaplumbağa gibi evinizi sırtınızda taşıyıp keyifle bulunduğunuz ülkeyi ya da şehri geziyorsunuz.
Gezimize ilk olarak Piha sahilinden başladık. Burası siyah kum sahillerinden (black sand beach) en meşhur olanı. Jeolojik süreçler sonucu oluşan volkanik kaya parçaları zamanla dalgaların etkisiyle siyah kuma dönüşüyor. Böylelikle ortaya muhteşem bir görüntü çıkıyor. Aksama doğru güneş batarken gökyüzünde bulutlar pembe ve turuncu renklerine bulanmış kremalı tatlı gibi oluyor. Sahildeki siyah renkte olan kumlarla birleşince gerçekten ortam muhteşem bir tabloya dönüşüyor. Piha sahilindeki gün batımı gördüklerim arasındaki en güzeliydi diyebilirim.
Sonrasında kaynar jeotermal havuzları ile ünlü eski bir yerleşim yeri olan Rotorua’ya geldik. Bu bölgede çok sayıda aktif volkan var. Gezerken toprağın tüttüğüne hatta fokur kaynadığına şahit oluyorsunuz. Biz olayı bir adım daha ileri götürerek Coromondel’de bulunan sahilin belli bir noktasında olan jeotermal alana gittik. Bu sahilde yanına alınması gereken en önemli şey kürek. Sahildeki kumu kürek yardımıyla kazdıkça içinden kaynar su çıkıyor. Kıyıdan gelen soğuk dalganın suyu ile bu havuzu birleştirdiğinizde jakuzi hissi veren minik kumdan havuza sahip oluyorsunuz.
İstisnalar elbette kaideyi bozmaz ama genelde bir ülkenin başkenti sıradan olurken, en büyük şehri ise cıvıl cıvıl ve eğlencelidir diye düşünürüm. Bakınız Avusturalya’da Sydney ve Canberra elbette ki Türkiye örneğini verirsek İstanbul ve Ankara ikilisi en tipik olanlarıdır. Bu sebeple, Wellington’a giderken pek bir beklentim olmadan gittim. Buralara kadar gelmişken, Yeni Zelanda’nın başkentini de gezelim diye düşündük. Wellington gerçekten ezber bozdu. Auckland ülkenin en büyük ve en gelişmiş şehri olmasına rağmen bana çok sıradan bir şehir gibi geldi. Wellington’da özellikle Küba sokağı baya alternatif dükkanların, kafelerin ve restoranların olduğu bir cadde. Sokak aralarında gezdikçe ilginç heykeller ve eserler karşınıza çıkıyor. Duvarlardaki grafitiler sokakları sanat galerisine çeviriyor. Karşıdan karşıya geçmek için yol kenarında beklerken bir anda trafik lambalarının kadın ve Māori figürlerinden oluştuğunu fark ediyorsunuz ve yüzünüzde bir tebessüm oluşuyor. Ayrıca Wellington dünyada kahve konusunda en iddialı şehirlerden biri. Kısaca Auckland ne kadar sade ve sıkıcıysa, Wellington’da bir o kadar kişilikli, şımarık ve eğlenceliydi.
Taranaki dağı bana biraz Japonya’daki Fuji dağını anımsattı. Gölleri çevresine toplamış etrafta başka rakip dağ olmadan tek başına tüm heybetiyle duruyordu Mount Taranaki. Kahvaltımızı Taranaki dağını görme umuduyla Waikato gölünde yapmaya başladık. Sabırla dağın, bulut kümesinin içinden çıkıp bize gülücük atacağı anı bekledik. Taranaki, sahneye çıkma konusunda naz eden şarkıcı, sıra sıra gelen bulutlar ise bir türlü açılmayan sahne perdeleri gibiydi. Beklemekten bıkan yar gibi atladık aracımıza ve yollara düştük. Bir anda kendimizi dağın eteklerinde bulduk meğer boşuna gölün kenarında beklemişiz. Taranaki dağı tüm güzelliği ile karşımızda bize poz veriyordu. Dağın zirvesi bembeyaz karlarla kaplı aşağı doğru koyu gri siyah renkleri, eteklerine doğru yeşil ve bej renkte bitki örtüsüyle buluşuyordu. Manzara tek kelimeyle muhteşemdi.
Tongariro Ulusal Parkı, Yeni Zelanda’nın en meşhur doğa yürüyüşü rotalarından biri. Ngauruhoe, Tongariro ve Ruapehu dağlarının volkanik tepeleri arasında geçen yürüyüşe Tongariro Geçişi (Tongariro Alpine Crossing) deniyor. Biz de dağların birleştiği noktada bulunan doğa harikası göl birikintilerini görmek için Tongariro Ulusal Parkına yola çıktık. Yeterince erken yola çıkmadığımız için milli parka vardığımızda havanın kararmasına sadece birkaç saat kalmıştı. Dolayısıyla yürüyüşü yapamadık. Onun yerine araçlarımızı, Yüzüklerin Efendisi üçlemesinde ‘Mount Doom’ olarak da bilinen Ngauruhoe Dağı’nı görecek şekilde park edip keyifle yemeğimizi yedik ve Yeni Zelanda şaraplarımızı yudumladık.
Benim fazla ilgi duymadığım ama ikizim Doğa ve eşim Mert’in hastası olduğu J.R.R. Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi kitabının beyaz perdeye uyarlandığı film setleri, Yeni Zelanda’nın bir çok köşesine dağılmış durumdadır. Elimizden geldiğince bu kutsal yerleri yüzük aşkına tavaf etmeye çalıştık. Bu yerlerden en bilineni elbette ki Hobbit köyüdür (Hobbiton). Şahsen para tuzağı olduğu kanısındaydım ama yola çıktığımızda, Mert o kadar keyifliydi ki pek sesimi çıkartmak istemedim. Fakat Hobbiton’a varınca sıradan bir yer olmadığını anladım.
Yüzüklerin Efendisi film yönetmeni ve ekibi set araştırması yaparken helikopter üzerinde Matamata yakınlarında Alexander ailesine ait etrafı koyunlarla kaplı, bu masalsı çiftliği görüyor. Konuyu görüşmek için çiftliğe sürpriz ziyaret düzenliyor. Film ekibi, evin kapısını çaldığında, çiftlik sahibi Ian Alexander’i rugby maçını izlerken yakalıyor. Ian da maçı kaçırmamak için meşgul olduğunu söylüyor ve ekibi geri çeviriyor. Yönetmen Peter Jackson çiftliği çok beğendiği için Alexander ailesiyle bir kez daha görüşme ayarlıyor. Bu sefer, film ekibini Ian’ın oğlu Craig karşılıyor. Craig çiftliğe gelenin kim olduğunu çok iyi bildiğinden, hemen o gün çekim konusunda anlaşıyorlar.
Köy, ilk olarak Yüzüklerin Efendisi üçlemesi için düzenleniyor. Film çekimleri bittikten sonra da tüm Hobbit evleri ve dekorlar sökülerek çiftlik eski haline dönüyor. Alexander ailesi, ekibin, Hobbit filmi için köyü yeniden kuracağı haberini alınca, bu sefer bu masalsı yapının kalıcı hale getirilmesi ve ziyaretçilere açılması konusunda ekiple anlaşıyor.
Evlerin bazıları 1 metreden küçük yapılmış bazıları ise 3 metre boylarında. Bunun sebebi Hobbit rolünü oynayanlar yüksek tavanlı evin yanında durduğu sahnelerde onların kısa olduğu algısını veriyor. Tam tersi Gandalf gibi iri figürler ise ufak boydaki Hobbit evlerinde çekilen sahneler sayesinde Hobbitlerden uzunmuş gibi duruyor. Buna zorlanmış perspektif (forced perspective) deniyor.
Hobbiton’un en ilgi çekici detaylardan biri, Bilbo Baggins’in evinin üzerindeki kocaman meşe ağacının sahte olması. Dahası her Hobbit evinin (Hobbit hole) bir teması var. Şirinlerdeki gibi aslında. Ressam hobbit, peynirci hobbit, terzi hobbit ve marangoz hobbit… Evler bu detaylar baz alınıp dekore edildi. Evlerin içine girip boş olduğunu görüp, göz yaşlarına boğulan ziyaretçiler varmış. Hobbit yuvaları o kadar gerçekçi. Rehber eşliğinde Hobbit köyünü gezerken her bir hobbit evinin ince detaylarla inşa edildiğini görebiliyorsunuz. Gerçekten masalsı bir köy yaratılmış. Her an köşeden Gandalf ya da Frodo çıkacak gibi hissediyorsunuz.
Gezimizi bitirip Avusturalya dönüş uçağımıza binerken, arkadaşlarımızın Güney ada hakkında söyledikleri aklıma geldi. Kuzey adadan bu kadar etkilendiysek, kim bilir Güney ada ne kadar güzeldir diyerek ülkeden ayrıldık…
Yeni yorum ekle