Estetik Görüngü Olarak Ses

Kültür

Estetik Görüngü Olarak Ses: Schelling’in Sanat Felsefesinde Müzik

 

Aylin Erdem

 

 

“Sanat, sonsuzun sonluda göründüğü yerdir”                                                                   *Schelling

Schelling’in sanat felsefesi, transandantal idealizm sistemi içinde oldukça özgün ve bütünleyici bir çizgidedir. Sanatı sadece estetik deneyim alanı değil, aynı zamanda mutlakiyetin görünüş biçimi, hakikatin bir dışavurumu ve filozofun söylem gücünde yetersiz kaldığı noktada tüm bunları görünür kılan “büyülü ve sembolik bir ayna” olarak gören Alman idealist düşünür, sözkonusu fikirlerini Sanat Felsefesi, Transandantal İdealizm Sistemi ve Plastik Sanatların Doğayla Bağlantısı gibi metinlerinde serimlemektedir. Doğa ile özgürlüğün, bilinçli olan ile bilinçdışının, reel olan ile ideal olanın dinamik birliği, sanata ilişkin düşüncelerinin temel paradigmasıdır.Bu birlikteliğin ışığında Schelling’insanat düşüncesi, felsefenin ulaştığı en yüksek mertebeye konumlanmaktadır. Zira onun için felsefe, ancak ideaları soyut düzlemde kavrar ve fakat bu soyutluk, hakikatin görünürlüğü bakımından sınırlıdır. Felsefenin sınırlı ve bitimli olan bu tarafı, sanat aracılığıyla aşılmaktadır. Sanat, ideal olanla reel biçimin özdeşliğini kurma imkânını mümkün kılarak düşüncenin ulaşabildiği en uç noktayı empirik biçimde yaşanabilir hale getirir. Felsefe etkinliğinin sonlu veya eksik kaldığı bu noktada ise boşluk, sanat sayesinde doldurulur.

Düşünür sanat felsefesi perspektifini,teorik ve pratik felsefeyişeylerin ötesine geçirerek bu ikiliğin beraberliğini kavranması yoluyla kurar. Fichte’nin etkisiyle teoriden pratiğe geçişte ben, mutlak ben veya otonomiden hareketle düaliteyi aşmaya çalışsa dahi teorik ben ile pratik ‘Ben’i özdeş biçimde bilince yerleştirememiştir. Schelling açısından Ben’in her iki alanda da aynı ben olarak kalması, öznenin nesneleşmesi anlamına gelir. Bu durum üretimin bilinçli, ürünün bilinçsiz olması demektir ki bu problematiğin çözümü Schelling’e göre sanat deneyiminde estetik sezgiyi gerekli kılar. Sanatçı ne üreteceğinin bilincinde olarak üretmeye başladığından, üretim bilinçli yönelimle başlar, fakat üretimi meydana getirecek teknik ve kaidelerle özdeş olmadığından üretim bilinçsizlikle sonlanır. Başka bir deyişle, bilinçle hareket edilse dahi üretim, üretenin bitti dediği anda bitmez, eser ona bittiğini söyler: işte bunu mümkünatlı kılan şey estetik sezgidir. “Sanatçı burada ne anlatmak istemiş” sorusu, eseri teknik kurallar bütününe indirgeyici, dolayısıyla sanat eserini duyusal koşullu bir nesneye dönüştürücü bir itkiden ileri gelir. Bu anlamda Schelling’in konuya ilişkin belirleyici tarafı, sanatın kavramsal örüntülerinin dışına çıkıp eserde kaybolmak gerekliliği ilkesidir. Sanat deneyiminde kurulan bu ilişki, esasında ne öznel ne de nesneldir: hem nesnel hem öznel; öznenin mutlaklığının sembolik yoldan sezilmesi halidir. Bilinçli ve bilinçsiz olan tüm edimlerin birliği ve özdeşliği, sanatın bizatihi varlığıyla kanıtlanmaktadır. Sanat eserinde karşıtlıklar, çelişkiler ya da belirlenimler, mantıksal bir çözümlemeye değil, estetik bir sezgiye dayalı bir görme biçimine açılır ve bu yönüyleyalnızca düşüncenin değil, varlığın hakikatini de açımlayan bir etkinliktir.Sanatın hakikati görünür kılma kapasitesi, Schelling’in ontolojisiyle derin bir bağ içindedir. Mutlak olan, kendini doğrudan olumladığındadoğa ve sanat ortaya çıkmaktadır. Doğa, Mutlak’ın doğrudan açınımı iken, sanat bu açınımın bilinçli ve estetik biçimde yeniden yapılandırılmasıdır. Sanatçı, kendisine içkin olan bu yaratıcı itkiden hareketle Tanrı’nın kendi kendisini olumlama eylemini tekrar eder. Yaratma edimihem Tanrı’da hem sanatçıda özsel bir kendini ifade biçimi olarak tezahür eder. Bu anlamda, sanatçı Tanrı’nın bir yansımasıdır; onun “yaratma coşkusu” tinsel bir zorunluluğun ürünüdür.

Schelling için gerçek sanatçı, toplumsal rollerin, estetik alışkanlıkların ya da kişisel tutku ve hazların ötesinde, Mutlak’a yönelmiş bir dehadır. Bu yaratıcı deha, yalnızca bireysel beceriyle açıklanamaz; çünkü sanatsal yaratım, doğrudan doğruya Mutlak’ın kendini ifşasıdır. Bu nedenle Schelling’in sanatçı figürü, romantiklerin ben-merkezci ve içe dönük estetik anlayışından farklıdır. Sanat, kişisel duyguların dışavurumu değil, hakikatin tinsel olarak deneyimlenmesidir. Bu açıdan bakıldığında Schelling, Schiller gibi sanatı haz ilkesine dayandıran anlayışları eleştirir; çünkü ona göre hakikatin estetik temsili, empirik beğeniyle değil, metafizik sezgiyle mümkündür.Sanatın en yüksek işlevi, mutlak ayrımlaşmamışlığın estetik biçim içinde deneyimlenmesini sağlamaktır. Güzellik, zorunluluk ve özgürlüğün sentezi olarak ortaya çıkar. Sanat eserinde ne yalnızca güzel bir hakikatne de yalnızca güzel bir iyilik olabilir; her ikisinin birliğini içeren mutlak güzellik söz konusudur. Bu da ancak sanatın kendine özgü yapılandırmasıyla gerçekleşir. Schelling’e göre dünya, yapılandırılmış bir bütündür ve bu yapılandırma, doğadaki yasaklılıkla sanattaki form verme gücünü birleştirir.

Doğal güzellik ve sanatsal güzellik arasındaki ilişkiyi ele alırken Schelling, romantik filozoflardan ayrılır. Doğayı yalnızca bir fon ya da alt malzeme olarak gören anlayışlara karşı çıkar. Ona göre doğa, Mutlak’ın kendini doğrudan açığa çıkardığı bir varlık alanıdır ve bu yönüyle sanatsal olanla özdeş bir düzleme sahiptir. Sanatçı, doğanın sunduğu belirlenimlerde sonsuzu görür ve bunu biçimlendirme yoluyla ifade eder. Bu anlamda sanatsal yaratım hem doğaya hem de özgürlüğe içkin bir birliktir. Dolayısıyla Schelling’in sanat felsefesinin; estetik kuram arz etmesinin yanında aynı zamanda bir varlık anlayışı sunduğu görülmektedir. Sanat, hakikatin doğada ve bilinçte açığa çıkış biçimi olarak Mutlak’ı görünür kılar. Sanat felsefesi ise bu görünürlüğün bilgisi olarak, felsefî sistemin doruk noktasıdır. O nedenle Schelling için sanat; hem reel hem ideal, hem bilinçli hem bilinçsiz, hem doğal hem tinsel olanın birliğini dile getiren,dünyayı kuran ve anlamlandıran bir yaratım tarzı olarak en yüksek etkinliktir.Peki tüm bu uzlaşım yelpazesinde müziğin yeri nerededir?

Mutlağın zamandaki salınımı: Müzik!

Sonsuzun sonluya şekillenişinin ayrımsızlığı, saf ayrımsızlık olarak ele alındığında tınıdır” *Schelling

 

Schelling, Kant’ın öne sürdüğü sözlü sanat, biçimlendirici sanat ve duygulanım oyunları sanatları olarak tasnif ettiği üç önermesini oldukça muğlak bulduğunu, müziğin amacının duyguları uyandırmak gibi basit bir indirgemeye mahkûm kalmaması gerektiğini savunarak müzik düşüncesine giriş yapar. Sanatın ideal ve reel paralel potanslarını doğrudan karşıtlık içinde ele almak yerine, serimlemeyi daha imkânlı kılacağı için sanat dallarının potanslarını ayrı ayrı ele almayı tercih etmiştir. Dolayısıyla önce biçimlendirici sanatlar kapsamındaki müzik, resim ve plastik sanatlar olmak üzere üç temel formu ve bu formlar arasındaki tüm geçişleri çözümlemektedir.

Friedrich Wilhelm Joseph Schelling’e göre sanatın reel gerçeklikteki en temel ve ilk görünüm biçimini müzik oluşturmaktadır. Sonsuzun sonluya ışınlanmasında müzik, kendini kendisi olarak saf biçimde tınıda ifade etmektedir. Tını, bütünsellikle birleşmiş rezonans anlamına gelir. Tınıda yalın bir tondan ziyade, ona gömülü ton cümbüşü duyumsanmaktadır. Bu anlamda Schelling açısından tınının kendisi, tekil sonlu herhangi bir unsurla doğrudan ilişkisindeki tınıyla dolaysızca bağlı olan kavramın sezgisini imlemektedir.Müzikte, kendisi yeniden tikel bir varlık olarak kavranan birliğin çokluğa şekillenişi veya müzikteki reel birlik ise, ritimdir. Burada ritim kavramı, müzikteki homojen yapının periyodik bölünmesiyle homojenliğin tek biçimliliğinin çeşitlilikle birleşip birliğin çoklukla birleşmesi şeklinde düşünülebilir. Müzikte ancak uyarıcı ve heyecan verici tüm unsurların ayıklanmasıyla ritim en saf haliyle kavranabilir. Tonlarda kendinde anlamlı olan hüzünlü, neşe verici veya acı verici müzikal unsurların tamamen ritimden soyutlanması gerekir ki müzikteki baskın unsur olan ritim,katıksız biçimdeanlaşılabilir olsun.Ancak müzik yalnızca ritimden ibaret değildir; aynı zamanda tonaliteye ihtiyaç duyar. Ton, müziğin niteliksel yönünü temsil ederken; modülasyonla sağlanan bu birlik, ritmin hem sürekliliğini hem de gelişimini mümkün kılar. Müzikal yapı, önce niceliksel olan ritimle belirir, ardından ton bu yapıya nitelik kazandırır. Ritim, belirli uyarıcılarla ruhu etkiler; ancak ritimsel düzenin kendisi uzun süre göz ardı edilmiş, yalnızca ruh üzerindeki etkileri incelenmiştir. Oysa Schelling ritmi, sesleri sıraya sokan ve onlara anlam kazandıran anlamıyla kaostan kozmosa geçişin aracı olarak görür.Doğa ve sanatın muhteşem gizemlerinden biri olduğunu ve hiçbir icadının, ilhamını ritim kadar doğrudan ve dolaysızca almadığını düşünür. Müzik, ancak ruhun bu düzeni kavramasıyla ortaya çıkmaktadır. Bu kavrayış ise, sesin yalnızca bir işaret olarak algılanması değil, onu üretenin yüklediği imgenin sezilmesiyle mümkündür. Müzikte ritim kadar önemli iki diğer temel boyut ise armoni ve melodidir. Ritim, müziksel olanı; armoni, ideal olanı; melodi ise bu ikisinin plastik sentezini temsil etmektedir. Schelling’in müzik anlayışında armonik yapı, ideal birliğin ifadesidir ve besteci, bu birliği reel zemine taşıyan bir aracıdan ibarettir. Bestecinin kişisel kimliği değil, taşıdığı içsel yaşantıyı ifade edebilme gücü önemlidir. Yeni bir ses icat etmeyen besteci, yalnızca kendi içsel deneyimlerini sesle dışa vurur. Müzikte zamansal dizim uzamla birleşmediği sürece sabitlenemez. Bu sabitlemeyi sağlayan araç ise notadır. Nota, zamansal bir olguyu mekânsallaştırarak, ideal olanın reel bir formda ifadesine olanak tanır. Dinleyici, notalar aracılığıyla bestecinin içsel birliğini yeniden kurar ve böylece kendi ruhsal dünyasında onunla özdeşleşir. Bu özdeşleşme, dinleyicinin kendini ideal bir dünyada bulmasıyla sonuçlanır. Bu ideal dünya deneyimi, müziğin teknik boyutlarından çok, ruhun kendini sayma süreciyle ilgilidir ve bu süreç, empirik gözleme indirgenemez. Dolayısıyla müziğin estetik değerinin sadece teknik analizlerle kavranamayacağı sonucuna varılabilir. Bu türden analizler sesin fiziksel özelliklerini referans alarak ruhla kurulabilecek olan bağı göz ardı eder. Nedensel ilişkiler üzerinden yapılan değerlendirmeler, müziğin içsel zenginliğini açıklamakta yetersiz kalır. Aynı şekilde müziği yalnızca bir kültürel faaliyet olarak ele almak da onu indirgemeci bir çerçeveye sıkıştırmaktadır.

Sanat olarak müzik, uzamsal bir forma sahip olmamakla birlikte kökensel olarak ilk/tek boyuta tabiidir. Reel olandan soyutlanmış halde form olarak sezilmesi suretiyle sonsuzun sonluya şekillenişinin evrensel formudur. Müzik formu ruhun reel olarak kendini sayışıdır ve tam da o nedenden müzik; bilinçsiz, kendini unutan saymadır. Diğer sanat formları da özü itibariyle müziksel temellere dayanır ve bu yönüyle müzikle mukayeseli olarak değerlendirilir. Müzikteki ses, gelişigüzel tınlamalardan ya da anlamsız gürültülerden ayrılır; çünkü ses, belirli bir tonla, anlaşılabilirlik ve seçilebilirlik niteliğiyle donanmıştır. Buna karşın, tınlama ve gürültü belirgin bir yapısal düzenlilikten yoksundur.

Schelling'e göre ses, maddi bir varlık alanına ait olsa dahi doğrudan maddesel değildir. Uzamdan yoksun oluşu, onu ışıkla benzeştirir; her ikisi de zamana yayılmış bir dizisel varoluş sergiler. İşitme organı, bu dizisel ilerleyişi algılayabilecek niteliktedir ve bu, müziğin gerçek anlamda kurulabilmesini mümkün kılar. Müzik, bu şekilde zaman içinde tezahür eden bir “sonsuzun” ifadesi hâline gelir. Ruhun kendini zaman içinde ritmik olarak sayması, müziği reel bir varoluş kılar. Bu bağlamda müzik, ruhun dış dünyayla kurduğu ilk anlamlı bağdır.Doğal seslerin aksine, yaratıcı bilinçle kurgulanan müziksel sesler, insan ruhunun başka ruhlarla iletişim kurmasını sağlar. Rastlantısal ve düzensiz doğa seslerinin aksine, insan sesi bilinçli bir iç yaşantının dışa yansımasıdır. Bu ses, taşıdığı içsel yaşantıya göre tonunu ve biçimini alır. Estetik imgelem, bu içsel yaşantıyı ses aracılığıyla yeniden kurmaya çalışır. Bu yeniden kuruluşun temel araçlarından biri olan ritim, çokluktaki birliğin temsili olarak müziğin niceliksel boyutuna işaret eder.

Sesin şiddeti, tınısı ve tonu matematiksel olarak ifade edilebilse dahi bu tür teknik çözümlemeler müziksel imgenin özüne nüfuz edemeyecektir. Müziğin anlamı, ancak sonsuzla temas halindeki ruhun duyusal algısından kaynaklanan sezgisel bir kavrayışla ortaya çıkar. Bu yüzden çoğu insan müziği yalnızca seslerin birleşimi olarak algılarken, sadece bazı bireyler onun içkin güzelliğini duyumsayabilir.Müzik ruhun kendine yönelik sayımıyla ortaya çıkan bir zorunluluk olduğundan her birey, bir müzik eserinin özüne nüfuz edemez. Dehanın ürünü olan eserler, sıradan bireyler için ulaşılması güç deneyimlerdir. Müziğin evrenselliği, onun kültürel ya da tarihsel bağlamlardan bağımsız olarak insan varlığının derinliklerinden kaynaklanmasından ileri gelir. İnsan sesi, doğadaki tüm sesler arasında en gelişmişi olmakla birlikte enstrümantal seslerden farklı olarak doğrudan ve aracısızdır. Tin tarafından işlenmiş ve anlamlandırılmış bu ses, özgürlüğün zorunlulukla birleşiminden doğan bir estetik formdur.Bu nedenle, sesi oluşturan zorunluluk ve ifade edilen özgürlük, insan sesinde bütünleşmiş hâlde bulunur. Ruhun kendini saymasına dayalı müzik anlayışı, ilk kez Pythagoras tarafından sistemli bir biçimde ortaya konmuştur. Ona göre gökcisimlerinin devinimlerinin bile müziksel bir yapısı vardır; insan işitme organı bu sesleri algılayamasa da ruh bu yapıyı düşünebilir.Schelling’in çizdiği bu çerçeve, müziğin doğasını hem metafizik hem de estetik bir bağlamda anlamlandırır. Yunan müziği, bu bağlamda ideal olana yönelmiş bir misal sunarken, Hristiyanlığın müziği sözel yapı içine hapsetmesi, müziğin asli işlevini zayıflatmıştır. Özellikle Protestan koral müziğindeki çok seslilik, müziği yalnızca işlevsel bir araç hâline getirmiştir. Oysa Yunan müziği, sözü dışlayarak, insan varlığını yüce olanla buluşturmaya çalışmıştır.

Tüm yazılanlardan hareketle müzik, zaman içinde akan bir zorunluluk olarak tasarlanıp hem doğa hem de bilinçte hareketli bir töz anlamına gelen mutlağın,ses aracılığıyla “zaman içinde yankılanması” şeklinde düşünülebilir. Schelling’in hem doğanın kendindenliğinde hem de insanın özgürlüğünde kendisini açımlayan mutlaklık fikri sanatla birleştiğinde, müziğin bu ilişkinin en soyut ve en doğrudan biçimi mi olduğu sorusu düşünülmeye değerdir. Sanat dalı olarak müzik, mutlağın hem nesnel hem öznel yönünü bir araya getirdiği için “mutlak fikir” daha çok, soyut düşüncede değil, estetik sezgide somutlaşır.Estetik sezginin duyumsanabilir ifadesi olarak müziğe bakıldığında, bu süreçfilozofun kendini duyması olarak düşünülebilir: “hakikate ulaşmanın yolu, söz kadar sestir de”.Müzik, görünmeyeni “duyulur” kılar ama şekilsizdir. Bu şekilsizlik, Schelling’in “doğadaki ideanın görünüşü” düşüncesiyle uyumludur. Müzik, doğanın bilinçsiz üretiminin bilinçli izini taşır.Schelling’e göre sanat, doğa ile özgürlüğün uzlaştırıldığı alan ise müzik bu uzlaşının duyulur biçimsizlik içinde simetrik bir ifadesi olabilir mi?Şüphesiz ki bu uzlaşı, metafiziksel sezgi yoluyla mutlağın zamandaki estetik ve duyumsanabilir salınımını ima eder.

 

Kaynaklar

Schelling. F. W. J. (2020). Sanat Felsefesi. (Ertene, M. Arslan, S. Çev.) Doğu Batı Yayınları: Ankara.

Saygun, A. Schelling’in Sanat Felsefesine Giriş.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.