Sabah Yürüyüşü: Düşünce Kırıntıları

Sanat

Sabah Yürüyüşü:

Düşünce Kırıntıları

 

Prof. Hasan Pekmezci

 

Her sabah yürüyüşü benim düşünce üretme, seansım aynı zamanda. Beş kilometrelik bir yürüyüş parkurumuz var. Kazadan sonra hayaller kurduğum. Bir daha yürüyebilir miyim o yolu diye.  İki arabanın yan yana geçemediği DSİ’nin bir servis yolu. Bir yanında ark var, her an su akan. Bir yanda da atıl bir dere. Sağı solu Anamur’da yetişen ne kadar ağaç ve bitki türü varsa onlarla dolu. Zeytin, ağaç kavunu dedikleri tropikal bir meyve, muz, dut, incir, elma, avokado. nar, passiflora, üzüm asmaları, şeftali, enir denen mersin.

Bu dar yolda her sürücü birbirine yol vermeye özen gösteriyor.  Başka bir alanda hiç görmediğimiz bir özen ve hatta saygı. Yol verene ışıkla, elle ya da korna ile teşekkür unutulmuyor.

Ben yürüyüş sırasında yanımdan geçen arabalara, bisikletlere, motosikletlere, traktörlere, muz kamyon ve kamyonetlerine mutlaka elle selam veriyorum. Yürüyenlere de sesli. İlk sıralarda’’kim bu atkuyruklu, ak saçlı yaratık, niye selam verdi ki’’diye anlamsız bakıyorlardı, şimdi aylar içinde herkes tanıdığı için selamlarım havada kalmıyor. Aynı siteden olanlar arabalarını durdurup ‘’Boş ver yürümeyi, gel biz götürelim, herkese ve Şükran Hanıma söylemeyiz, hatta o kadar çok yürüdü deriz,  herkes yürüdü sansın’’ diye takılıyorlar. Bazıları da bir zamanların ‘’Çoban Sülüsü’’ Süleyman Demirel’in sözüyle ‘’yürrü, yürrü, Yürümekle yollar aşınmaz’’ diye takılıyorlar.

Her sabah benim için düşünce üretme yolu bu yürüyüş. Sanatla, kültürle, konuşmalarımla, resimlerimle, günün siyasal ve sosyal olaylarıyla harmanlanmış. Karşılaştığım her şey beni bir yerlere taşıyabilen uyaran da olabiliyor, derin ya da yüzeysel.

Bu sabah çok erken saatlerde başladım yürüyüşüme. Daha evden çıkarken Akdeniz orkestrasının sesiyle başladı adımlarım.  Siteden çıkıncaya kadar dolu dolu müzik. Diğer sitelerin önünden geçip servis yoluna başlayınca neredeyse yolun ortasında bir kirpi, cansız. İçimi acıtan bir başlama, müzikten uzaklaştığım sırada. Birkaç gün önce de aynı manzara ile karşılaşmış, zavallıyı daha fazla hırpalamasınlar diye bir pet şişe ile yandaki susuz-atıl dereye doğru taşımıştım. Bu kez de bir kamış bulup onunla aynı dereye. Çok yeni olduğu belli bir cinayet. Nedenini düşündüğüm için yazıyorum; katil araba ise artık nadir görülen bu canlıyı ortalayarak ezmeyebilirdi. Motor ise hiç zarar veremezdi. Büyük olasılıkla ezme çabası ile zarar vermiş vandalın biri. Onunla biraz konuştum, ‘’Bre güzel, doğa için denge unsuru can. Şu dikenlerini ok gibi kullanarak seni ezmeyi kafasına koyan insan müsveddelerinin arabasının tekerini patlatıp dereye yuvarlasaydın’’ Dere onun canına zarar verecek kadar derin de değil. Sadece arabasını oradan çıkarmak için çekeceği eziyet belki ders olur, diye söylüyorum bunu.’’

1-2  Grafik….Sevgican Pekmezci-Sargın

Yürüyüşün bundan sonrası elbette kirpi üzerine.

Zaten ne zaman bir kirpi konusu geçse anılarım depreşiverir. Kızım Sevgicankirpi ile tavşanın arkadaşlığı üzerine bir çocuk kitabı yazıp, resimlemişti.  Oradaki kirpi kompozisyonlarından ikisini evimizin duvarına asmıştım, onlara her baktığımda ağlayacak duygusallık yaşadığım için kaldırmak zorunda kaldım.

Bunun nedeni ve elbette kaynağı beş beşbuçuk yaşlarımda yaşadığım travmaya uzanır. Birkaç kez yazdım, anlattım bunu. Anam 1950’nin daha başında o zamanın koşulları içinde ilgilenecek adamsız,  doktorsuz, tedavisiz bir hastalık yaşıyordu. Bu durumlar her kafadan bir sesin yönlendirdiği uygulamaları, umut sayılan beklentileri de getirir. Bugün bile artarak devam eden bir husus bu ne yazık ki. Bizde de öyle oldu ki ‘’Bir kirpi bulacaksınız, kanını içireceksiniz, iyileşecek’’

Elbette benim gibi çocuklara değil, kocaman adamlara idi bu söz. Seferber oldular, zavallı bir kirpiyi kurban seçtiler. Koca koca adamlar, içlerinde din adamları da var. Bir kova içinde büyük mücadele ile zavallıyı katledip suyla karışık kanını anama içirdiler. Garip anam olup bitenlerin de ne içtiğinin de farkında değildi. Birkaç gün içinde veda ediverdi hayata; 25 yaşlarındaydı.

Aradan yetmiş dört yıl geçti, her kirpi benim için sevgi ile anılacak bir canlı, anam için onlardan biri boş yere feda edildiği için.

Bu gibi pek çok anı herkesin hayatında çeşitli örneklerle vardır sanırım. Bütün kurbanlar gibi. Kendi günahlarını ya da sağlıkları için umutlarını başka canlılara yüklemek, onlara ödetmek gibi örnekler.

Anamın vefatından sonra yeniden evlendi; en büyüğü beş buçuk yaşlarda olan üç oğlan çocuğu ile kalan babam. Şeytanın ikiz kardeşi biri ile. Bu berbat günler değil anlatacağım. Üvey ananın küçük kardeşi, beni çok seven, koruyan bugün bile sevgiyle andığım üvey dayım; köyden bir kızla nişanlandı. Kız evi nedensiz bozuverdi nişanı. Çok duygusal, sevecen bir genç olan dayım ruhsal sorunlar yaşamaya başladı. Köy yerinde böyle bir nişan bozma en büyük hakaret ya da aşağılama sayıldığı için. ‘’Kara sevda’’ dediler, ‘’Cin girmiş’’ dediler.  Bir süre sonra çocuklar ve gençler dışındaki erkeklere saldırgan olmaya başladı.

Buna da sağda*solda,çevrede bir tedavi yolu önermeleri. ‘’Beneksiz,kapkara bir kedi bulacaksınız, onun yemeğini yapıp yedireceksiniz. Kara sevda yok olacak’’ Herkes seferber oldu, beneksiz kara kedi avına çıktı. ‘’Kara kedi’’ derler ya tek beneği olmayacak; yok hiçbir yerde. Ta Menemen taraflarında bir kedi bulup getirdiler günler sonra. Onun yahnisini yaptılar. Tencere içinde kedi, bana düştü dayıya taşıma görevi. Kaldığı ve yalnız yaşadığı eve götürdüm. Kapıyı açtı,‘’Dayı sana yemek getirdim’’ dedim. Sevgiyle ‘’gel dayısını beraber yiyelim’’. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırdım. Beynim karıncalandı, kedi var tencerede. Birden bahane üretmeye başladım, ‘’Dayı işim var, anam merak eder,,bu  bahane tutmadı: ‘’Dayı kardeşim Necati’yi de bulup geleyim birlikte yiyelim, onu bulamazsam ana beni döver’’

‘’Ana beni döver’’ der demez yüzü değişti, ablasının nasıl dövdüğünü biliyordu, beni koruduğu halde; ‘’Aman acele git bul, getir Necati’yi’’. Geçekten de Necati’nin bütün sorumluluğu bana aitti.

Necati’yi aramaya başladım, her yeri tıknefes koşarak, o sokak, bu sokak, gidebileceği yerler, hiçbir yerde yok. Bulamazsam çekeceklerimi, babadan da fazladan-ikramiye dayaklar yiyeceğimi bildiğim için, panikle. ‘’Acaba benim peşimden gelmiş olabilir, beni bulmak için gelmiş olabilir mi’’ diye tekrar dayının evine gittim. Boy hizasında pencereden içeri baktım ki Necati ile ikisi bizim kara kedili sofradalar.

Elbette hiçbir yararı görülmedi, olan kara kediye oldu.    Köylülerin şikâyeti üzerine Jandarma marifetiyle İstanbul’a Bakırköy’e, o zamanki adıyla Mazhar Osman’a götürdüler. Bir daha da geri gelemedi.

Aradan 70 yıla yakın zaman geçti, ne değişti, ne değişmedi sorgusu ile bakıyorum, Sülük, hacamat, Hacı Hoca muskası, Cin çıkartma her gün basında, medyada, sokak konuşmalarında 21. Yüzyılda halâumut.

Biri çıkıp ‘’Güzellik için ya da zayıflama için bir alaca yılan kavı bulacaksınız, üç gün bardakta ıslatacaksınız, her gün bir çay kaşığı içeceksiniz, cildiniz pırıl pırıl falan’’ dese kuşkum yok, dağ bayır yılan kavı aramaya çıkacaklar çoktur. Hastanelerde alternatif tıp adıyla hacamat merkezleri de söz konusu olduğuna göre onun yanına bir de ‘’Kurşun dökme servisi veÜfürükçü servisi’’ ne çok yakışır ki; yakındır.

Belki ben de sıraya girerim, şu kalça kırıklığının sancılarına karşı, bir umut!

Anamur. Eylül. 2024

 

Foto Galeri

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.