Tarih boyunca anlatmaktan hiç vazgeçmedik. Çizerek, taklit ederek, yazarak, etrafımıza ayna tutarak başladığımız yolculuk, günümüzün çok parçalı ama aynı zamanda birbirinden farklı pek çok anlatım biçiminin iç içe geçtiği, çok katmanlı sanat ve edebiyat anlayışı içinde hâlâ sürmekte. Durmaksızın öğrenen, deneyen, arayan bir varlık olarak, geçmişte belirli dönemler ve akımların etkisi altında dahi göz ardı edilemeyecek çeşitlilikte eserler verdiğimiz gibi yeniye doğru ilerleyişimiz, anlatıda güzelliğin değişkenliği ve öznelliği devam edecektir elbette. Tabii ki bütün bu yolculuk süresince büyüttüğümüz dil de bütün bu anlatma-yaratma eyleminde bize eşlik edecek, bizimle birlikte değişip gelişecektir.
Dil bir bütün olarak içinde tüm sınıf, cinsiyet ve alt toplumsal grupların dil iplikçikleriyle gelişen devasa bir organizmadır. Biz de bu organizmanın içinde, yaşadığımız coğrafyanın özellikleri, aldığımız eğitim, dâhil olduğumuz sosyal gruplar, meslek, toplumsal rol, din, cinsiyet, etnik köken ve benzerleri dolayısıyla bağlı bulunduğumuz dil iplikçiklerinin bir araya gelerek oluşturduğu, kendimize özgü bir dille yer alırız. Bununla kişiye özel bir dilin mümkün olduğunu kast etmiyorum tabii ki. Öyle olsa bu sadece bizim kullandığımız ve dolayısıyla sadece bizim anlayacağımız bir dil olurdu ki bu, dilin asıl görevini yani iletişimi olanaksız kılardı. Bize özgü dille kast ettiğim, yukarıda saydığım birbirinden farklı pek çok etkinin farklı oranlarda karışarak, kişisel özelliklerimiz, zekâmız ve hassasiyetlerimizin de duyuş, düşünüş ve seçimlerimiz yoluyla meydana getirdiği, sözcük dağarcığımızın bizim ifade biçimimizle şekillenmesi ve dile gelmesi hâlidir. “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarını imler. ”, der Wittgenstein. Bu önermeyi iki yönlü de okuyabiliriz. Yazar, anlatmaya başladığında, dünyasının sınırları içindeki her şeyin dâhil olarak yarattığı dili, bu kez de kendi sınırları genişliğinde bir dünya yaratmaya koyulur. Böylece yazanın kendine özgü dili, kendine özgü dünyasını yaratarak, eserini de biricik kılar.
Neden yazmak isteriz sorusu da biricikliğimizle ilgilidir ve doğal olarak cevabı da son derece özneldir. Her yazarın, yazmak istediği ana kadar yaşam öyküsü de dâhil tüm birikmişlerinden kaynaklanan bir cevabı vardır. Burada klişe cevaplardan söz etmiyorum kuşkusuz. Yoksa “Yazmasam delirirdim.”, “Kendimi ifade etmek için yazıyorum.”, “Yalan söylemeden yaşayamıyordum.”, “Ben de varım, demek için.” türünden çoğaltılabilecek pek çok cevap verilebilir ki ilk söylendiklerinde, söyleyenlerine bağlı olarak biriciktiler elbette ama söyleyenlerinin dışa vurduklarından çok daha fazlasını örten, kestirme ve çoğunluğun beğenisine uygun parıltılı, çekici göstermelikler olmanın ötesine geçemezler. O hâlde ihtiyacımız olan, birkaç sözcükle geçiştirilemeyecek, bize ait o derinlikli ve kapsamlı gerekliliği düşünerek kendi öz cevaplarımıza ulaşmaktır. Bunun, kendimizi tanımak için dürüstçe, kararlı ve korkusuzca yapılacak bir keşif olacağı aşikârdır. Böylece parçası bulunduğumuz topluma göndermek istediğimiz; bize kendini yazdıracak denli önemsediğimiz, gösterme, anlatma ihtiyacı içinde olduğumuz, düşünce, duygu ve söyleyişimiz hâlinde kendimize ait parçalardan oluşan iletimizi, samimiyetle temellendirebiliriz.
Nasıl yazarız, sorusunun cevabı ise oldukça nesneldir. Çünkü yazma eylemine ilişkin kuralları, yöntem ve teknikleri öğrenip uygulayabilir, dili kullanma becerimizi de okuyup yazarak geliştirebiliriz. Peki bu, sonucunda hedeflenen başarıya her zaman ve her koşulda ulaşılması mümkün, bir çaba mıdır? Burada yine başa, kişinin kendine dönmek durumundayız elbette. Edindiğimiz birikimin niteliğinin yaşımız yahut ayırdığımız zamanla ölçülemeyeceği, gencecik dâhilerin eserleriyle kanıtlamıştır çünkü. Süreç ve kişisel yetenekler asla eşit değildir ve iyi ki öyledir. Bu konuda da son derece değişken, istatistiklerle belirlenemeyen kişiye özgü bir gelişim söz konusudur ve eşit olmama hâli bütün bu farklılıklara ve renkliliğe yol açan önemli bir biricikllik nedenidir.
Yazarı diğerlerinden ayıran bir konu da ne yazdığıdır. Bilinçli bir biçimde belli bir maksatla seçilmiş olabileceği gibi bazen farkında dahi olmaksızın yazdığı yani iletmeyi seçtiği şey, onu kendi yapan yaşamsal ve düşünsel birikiminden, yazdığı an itibariyle öne çıkardığı şeydir. Kendini, anlatmaktan alıkoyamadığı buluşu, duyuşu velhasıl derdidir ki yine yazarının biricikliğine uygun bir yolla dile gelir. İstanbul’da doğup büyümüş olan Ermeni Şair Zahrad’ın, “Siz hepiniz deniz-fırtınalı ve büyük-/Ben o denizin içinde/Ben o denizin içinde yağ damlası/Hülyalı- dalganın yüzeyinde-“ , dizelerinde duyduğumuz, yabancılığın dile gelişinde olduğu gibi. Yabancılık, pek çok farklı biçimde ifade edilebilecekken ancak onun yaşam deneyimlerine sahip bir şairin dilinde, denizin içindeki yağ damlası imgesine dönüşmüştür.
Şiir de her edebi türde olduğu gibi büyük ölçüde kurmacadır fakat diğer türlerden ayrı olarak onu söyleyeni de büyük bir kuvvetle kendine dâhil eder ve kanımca sahiciliğini, samimiyetini de bu yolla kazanır. Her yazılışında değişen dili, bana insan yüzünün değişen renkliliğini ya da çok yüzlülüğünü anımsatır ama nasıl ki şiirin tür olarak geçmişe dair hafızası onun tür olarak devamını sağlıyorsa söyleyenin kendini kavrayışı ve yönelimleri de onun kendi dilini sürdürmesini sağlar. O hâlde şair ne kadar kendi olursa bunu sürdürmesi ve ortaya özgün metinler koyması o kadar mümkündür. Peki bu yönelimi, amacı, kavrayışı nereye yaslayacaktır? Aidiyetlerinden, özelliklerinden, seçimlerinden yalnızca birine mi yaslanması gerekir? Bugünlerde çokça tartışılmakta olan eril dil, dişil dil meselesine biraz da bu açıdan bakmak mümkün. Eril dilin ya da eril söyleyişin karşısında duran bir dişil dil geliştirilebilir mi? Erkek yazarlar da dâhil olmak üzere bu eril dilin tahakküm bildiren doğası terk edilerek yazılabilir mi? Queer bir söyleyişle heteroseksüel kabuller aşılarak, ötekinin dili/söyleyişi bu tahakkümü kırabilir mi? Bütün bu sorular tartışılmakta, tartışmanın tarafı yazarların şiir, roman ve öykü türlerinde verdikleri örnekler artarak okura ulaşmaktadır.
Bazı yazar ve eleştirmenler ise bu konuyu bir tartışmadan ziyade bir dayatmaya dönüştürmüş durumdalar. Kadınların eril dil dışında/karşısında, yeni bir dil inşa etmeleri gerektiğini, kadın yazarların eserlerinde kadın duyarlılığını yansıtamadıklarını ve erkeğin dilini taklit etmekten öteye geçemediklerini söylüyor ve iddialarını da kadınların yeterli yaşamsal deneyime ve yazılı anlatım geleneğine sahip olmadıkları nedenine dayandırıyorlar. Tabii yeni bir dil olarak, dişil dilin inşasından neyi kast ettikleri net olmamakla birlikte bu savlarından dolayı, bir dilin oluşum sürecinden ve dili oluşturan paydaşların kimler olduğundan bihaber görünüyorlar.
Dil, ağırlıklı olarak erilin yani ona tahakküm edenin hükmü altında gelişmiş olsa da onu oluşturan eş paydaşlardan biri de kadındır. Dolayısıyla dil tek bir cinsiyete, sosyal veya etnik gruba, mesleğe, toplumsal rol sahibine ait olmadığı gibi bir tek yaratıcısı da olamaz. Öne sürülen böylesi savlar, kadını bu kez de dil içinde sınırlandırarak, dilinin güdük olduğu iddialarıyla yazma alanının dışına itmeye çalışmaktan başka bir şey değildir. Kaldı ki yazar, kadın diye ille kadın duyarlılığı ile mi yazacaktır? Öyleyse bu kadın, insan olarak, sahip olduğu milliyet, sınıf, meslek, din, toplumsal rol ve dahası bulunduğu yeri hep kadın oluşu üzerinden mi görecektir? Aynı soruları bir Müslüman, bir Rum, bir erkek ya da transseksüel şair/yazar için de sorabiliriz elbette. Oysa bu özelliklerimizin her biri, bizi oluşturan bütünün parçalarıdır ve yazarken zaman zaman biri öne geçebilir ya da yer değiştirebilirler. O hâlde bizi biz yapan, ille kadın ya da erkek, Hindu ya da Müslüman, Ermeni ya da Gürcü oluşumuz değil; pek çok derdimiz, ilgimiz, hassasiyetimiz, bakış açımızla kendimiz olabilmekteki tutumumuzdur. Edebiyatın temel aracı olan dil de bireylerin ayrıca ve birlikte ürettiği bir varlık olarak geliştiğine göre elbette bu yaklaşımları ve ortaya koydukları örnekleri de kapsayarak ilerlemektedir/ilerleyecektir.
*Şair-Yazar
Yeni yorum ekle