TASAVVUF EDEBİYATINDA
Farsça Temel Kaynaklar
Prof.Dr. Nimet Yıldırım
Tasavvufun temelinin gerçekte ruhun ilahi kaynağından ayrılması ve her zaman o ayrıldığı yere şiddetli dönme arzusuyla yaşadığı ve sonuçta da onda fenaya erişmeği, yok olmayı istediği felsefesinden oluşmaktadır. Mevlana’nın, Mesnevî’nin ilk beyitlerinde anlatmak istediği de budur:
Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor
Ayrılıkları nasıl anlatıyor
Beni kamışlıktan kestiklerinden beri
Feryadımdan erkek kadın her kes inledi
Aslından uzak düşen kişi
Yine vuslat zamanını arar durur.
Tasavvufun kişiyi eriştireceği son nokta, tanrıya yükselme, onunla bir olma ve fena makamına erişmedir. Bu yükselişin en güzel örnekleri ruhun gök tabakalarını ve makamları tek tek aşarak hedefine ulaştığı Senaî-yi Gaznevî’nin (ö. 1130) Seyrü’l-İbâd ile’l-me’âd adlı eserinde görülür. Benzeri özellikler Ardavirâfnâme’de de vardır. Feridüddîn-i Attâr’ın daha sonra kaleme aldığı Mantıku’t-tayr’da ise ruhun bir kuş simgesiyle en büyük arzusu olan Sîmorg’u görme amacıyla nasıl yedi tehlikeli vadiyi aştığı anlatılır. Zerdüşt dinsel öğretilerinde de bu aşamalar, ruhla gerçekleştirilen “seyr u sulûk” Zerdüşt inanışı azizi Ardavirâf'ın serüveninde dile getirilir.
Öte yandan Tuslu bilge şair Firdevsî’nin kahramanlık konulu şaheser yapıtı Şahnâme, bir akıl kitabı olarak hayat, övünç kaynağı yücelikler, üstün ahlak, aşk, inanç ve ahlakî öğretilerle dopdoludur. Dünyanın aldatıcı, geçici ve değersiz cilveleri bütün bunlar karşısında değersizdirler ve de asla ilgi de görmezler:
Kalmaz dünya asla hiç bir kimseye,
Mutlu olunmamalı onunla fazla.
Sanat adam olmak ve doğruluk demektir,
Eğrilik alçaltır ve zarar verir.
Şahnâme’de bu ve benzeri çok sayıda dizeden Firdevsî’nin tam bir mistik şair olduğu anlamı çıkarılır. Eser baştanbaşa bu tür anlatımlarla doludur. Örneğin Zâl hikâyesinde Sâm’ın ak saçlı bir çocuğu olur. Oğlunun beyaz saçlı olduğun görünce, çocuğu bu haliyle görenlerin kendisini alaya alacaklarını düşünerek bu çocuğun çok uzaklarda bir yerlerde bir daha bırakılmasını emreder. Emir yerine getirilir. Sîmorg bu çocuğu bir kayalığın üzerinde aç, susuz ve ağlar bir halde bulur. Yavrularına yem yapmak için yuvasına götürür. Ancak yücelerden ilahi bir ses bu çocuğu korumasını, besleyip büyütmesini, çünkü bunun büyük bir adam olacağını söyler. Sîmorg çocuğu besler ve büyütür. Delikanlı olduğunda adı sanı her tarafa yayılır. Bir gece babası rüyasında bütün heybetiyle oğlunu görür. Etrafındaki komutanlarıyla babasına sitem etmektedir. Bunun üzerine yola koyulur ve Elburz Dağı’na gider. Orada Sîmorg’u bulur ve oğlunu teslim alır. Sîmorg ayrılmadan önce Sâm’a tüylerinden bir tane verir ve darda kaldığında onu ateşte yakması durumunda haberdar olup yardımına koşacağını söyler.
Bir dağ var, adı Elburz Dağı
Güneşe yakın ve insanlardan uzak
Sîmorg’un orada yuvası vardı
O evde yaratıklardan uzaktaydı
Bu olay mistik açıdan değerlendirildiğinde iki önemli özellik dikkat çeker. Bunlardan birisi, uyku, diğeri de Sîmorg’dur. Uyku sufî literatürde bütün problemleri çözebilecek bir anahtar özelliği gösterir. Sufi herhangi bir sıkıntıyla yüz yüze geldiğinde Allah’a duada ve yakarışta bulunduktan sonra gördüğü rüyadan kendisine birtakım çözüm yolları bulmaya çalışır. Rüyada pirin görülmesi “müridini desteklediği ve elinden tuttuğu” şeklinde yorumlanır. Uyku “salikin olgunluğa erişmesi için” çok önemli bir unsurdur. Birçok gerçek tarikat yolcusu, uyku aracılığıyla olgunluğun doruklarına kanat çırpmışlardır. Fars mitolojik-tasavvufî rivayetlerinde Sîmorg, örneğin Attar’da olduğu gibi “kuşların sultanı” olarak değerlendirilir:
Yok saltanat tahtı için Sîmorg gibisi
Yoktur hükümdarlık için eşi, o yeter
Hükümdarımız o bizim, bunda şüphe yok
Bir dağın arkasında, adı o dağın Kâf
Adı onun Sîmorg, kuşların şahı
O bize yakın, biz ondan uzak mı uzak
Her zaman tartışmasız padişah o
İzzetinin olgunluk derinliklerine dalmış o
Hep bir ağızdan “biz bu makama geldik ki
Padişah olsun bize Sîmorg” dediler
Biz hepimiz şaşkınlarıyız bu dergâhın
Gönlünü kaybetmişleri, kararsızları bu yolun
Bazı araştırmacılara göre Firdevsî, Şahnâme’deki içerikten hareketle İran tasavvufunun büyük kurucusu olarak kabul edilir. Onun dünyaya ve insanlık tarihine bilgece bakışı, her hükümdar ya da kahramanın ölümünü dizelerine aktarırken kullandığı dünyanın vefasızlığı, dünya hayatının geçici oluşu, dünyayı hedef alan yermeleri vb ifadeler, çok boyutlu bir mistik İran tasavvufunun tohumlarını eserinde attığını göstermektedir.
Tasavvuf edebiyatının ana temaları arasında yer alan ilahi aşk konulu hitabeler ve münacaatlar, Abdullâh-i Ensarî'nin (ö. 1088) Resâ’il’i, Ahmed-i Gazzalî'nin (ö. 1126) Sevânihu'l-‘uşşâk'ı, Fahruddîn-i Irakî'nin (ö. 1289) Lemâât'ı, İzzuddîn-i Nesefî'nin (ö. 1301) Risâlât'ı, Abdurrâhmân-i Camî'nin (ö. 1492) Levâyih'i bu dalda etkili eserler arasında yer almaktadır.
Tasavvuf şiirinde ilk beyitler Ebû Saîd-i Ebu'l-Hayr'ın (ö. 1048) rubaileri olarak kabul edilmektedir. Klasik dönem tasavvuf şiirinin önde gelen en parlak simaları arasında Senaî (ö. 1140), Attâr (ö. 1221), Mevlana (ö. 1273), Fahruddîn-i Irakî (ö. 1289) Şeyh Mahmûd-i Şebisterî (ö. 1320) ve Muhammed Şirîn-i Mağribî (ö. 1406) gibi önemli şahsiyetler yer almaktadır. Yukarıda adı geçen şair ve yazarların tasavvuf konulu eserleri alanlarında önemli kaynaklar olarak asırlardır önemlerini korumaktadır. Bunları izleyen, Emîr Hüsrev-i Dihlevî (ö. 1325) ve Kemâl-i Hocendî (ö. 1400) gibi mutasavvıf şairlerin önemli eserleri ve bu daldaki üstün yeteneklerine rağmen eserlerinde sergiledikleri lafzî ve anlamsal özellikleri bakımından özellikle ilk üç şiir dehasına yetişmeleri edebiyat otoritelerince mümkün görülmemektedir.
Tasavvufun temel konuları, müridlerin uyması gereken kurallar, sufîlerin, tarikatın çeşitli makamlarında kat etmiş oldukları aşamalar ve değişik halleri hakkında Farsça olarak bizzat sufîler tarafından kaleme alınmış kitaplar, Fars edebiyatının şaheser yapıtları arasında yer almaktadır. Mutasavvıfların halkın arasına girmeleri, onların yüz yüze bulundukları toplumsal problemleri birlikte yaşamaları, irşad ve eğitim toplantılarıyla zikir meclislerinde ve eserlerinde de halkın dilini kullanmalarına, onların anlayabileceği türden pasajlar aktarmalarına neden olmuştur. Mistik bir atmosferde hazırlanmış olmaları nedeniyle özel bir etki gücü taşıyan bu eserlerin önemli özelliklerinden biri de, yazarlarının yaşamış oldukları dönemlere ait sosyal ve siyasî önemli konuları, halkın yaşam tarzı, düşünce dünyaları, gelenekleri gibi konularda da birtakım ayrıntıları yansıtmalarıdır.
Fars edebiyatında tasavvuf konulu eserlerin kaleme alınması X. yüzyıl ortalarında başlamış, XI. yüzyıldan itibaren oldukça yaygın bir şekilde, gittikçe artan bir hızla devam etmiştir. Bu türde eser veren yazarlar, tasavvuf şeyhleri ve müridler, bu dala özgü birtakım teknik terimler geliştirmiş, özel sözcükler kullanarak bir kavramlar sistemi oluşturmuşlardır.
1. Şerh-i Ta‘arruf
Ebû Bekir Muhammed b. İbrahim-i Kelabazî’nin (ö. 991) et-Taarruf li-mezhebi’t-tasavvuf adlı eserine yazılan şerhler arasında en eskisi, aynı zamanda söz konusu eserin bir Farsça çevirisi özelliğini de taşıyan Şerh-i Ta‘arruf li-mezhebi’t-tasavvuf, Kelabazî’nin öğrencilerinden Müstemlî-yi Buharî (ö. 1042) tarafından kaleme alınmıştır.
Yazar, önce Kelabazî’nin görüşlerini yansıtan metinleri vermiş, sonra da bunları şerh etmiştir. Tasavvuf tarihi, mürşidler ve sufîlerin özellikleri, bazı büyük sufîlerin tasavvuf ve tasavvuf düşüncesi hakkındaki görüşleri gibi konulara yer vermektedir. Şerh-i Ta‘arruf, öğretim amaçlı olarak yazılmış ilk tasavvufî eserlerdendir. Eserin hazırlanış amaçlarından biri de Arapça bilmeyen müridlerin tasavvuf öğretisinden yoksun kalmamalarıdır.
2. Keşfü’l-mahcûb
XI. yüzyılın ünlü sufî yazarlarından Ebu’l-Hasan Hucvirî-yi Ğaznevî (ö. 1072) Keşfü’l-mahcûb adlı eserini, tasavvuf, mezhepler, akıl ile nefsin mertebeleri ve tasavvuf yolundaki engeller konusundaki sorulara verilen cevaplar olarak hazırlanmıştır. Tasavvuf öncülerinin inançları, düşünce dünyaları hakkında bilgiler ve sözlerine de yer veren eser, yazılışından bu yana tasavvuf dünyasının ilgisini çekmiştir. Nitelik ve içerik açısından alanında ilk sıralarda yer alan Keşfü’l-mahcûb, daha çok yazıldığı çağ öncesinin, Samanîler döneminin yaygın tarzını yansıtmaktadır.
Risâle-yi Kuşeyriyye’yi (yaz. 1045) örnek alan, çeşitli tarikatlar ve tasavvuf ekolleri hakkında önemli bilgiler içeren eser, kendisinden sonra da yazılan tasavvuf konulu eserlerde yaygın olarak kullanılmış özgün birtakım terimler ve kelimelere de yer vermektedir. Eserde, Arapça kelimeler ve terkipler ile tasavvuf teknik terimleri de yoğun olarak kullanılmıştır.
3. Kîmyâ-yi Saâdet
Muhammed Gazzalî'nin (ö. 1111) İhyâu Ulûmiddîn adlı Arapça eserinin bizzat kendisi tarafından yapılan Farsça özet çevirisi şeklindeki Kîmyâ-yi Saâdet, Horasan halkı için 1097-1106 yılları arasında kaleme alınmıştır. İçerdiği ahlakî, tasavvufî konular yanında yazarın ömrünün son dönemlerinde ve uzlet günlerinde yazılmış olması nedeniyle Gazzalî’nin gerçek şahsiyeti, görüşleri ve inançları hakkında ipuçları vermesi açısından da önemlidir. Kîmyâ-yi Saâdet, “İbadet, muamelât adabı, mutluluk yolunun engelleri, Saadete erme ve kurtuluş” adlarıyla "Dört Rükün"dan meydana gelir. Gazzalî, okuyucunun eline bu eseri vererek bu kimya ile kendisini kötülüklerden koruması, noksanlıklarını tamamlaması, üstün özelliklerle donanması konusunda yardımcı olmayı amaçlamıştır. Ahlakî kuralları dinî bakış açısından kategorize eden Gazzalî’ye göre övülmüş ahlak, ancak dinî kurallara uyulduğunda elde edilebilecektir.
Kîmyâ-yi Saâdet’in yazım tarzı kendisinden önce kaleme alınan Keşfü’l-mahcûb ve diğer tasavvufî metinler gibidir. Eserin Farsça aslı ilk olarak Kalküta’da yayınlanmış, daha sonraki dönemlerde bu askı defalarca tekrarlanmıştır. Eser, A. Faruk Meyan tarafından yeniden Türkçe’ye çevrilerek 1979 yılında İstanbul’da yayınlanmıştır.
4. Sevânihu'l-‘uşşâk
XI. yüzyıl ve XII. yüzyılın önde gelen bilim adamı ve sufîleri arasında yer alan, İmam Gazzalî'nin küçük kardeşi Ahmed-i Gazzalî olarak tanınan Ahmed b. Muhammed-i Tusî'nin (ö. 1126) kaleme almış olduğu es-Sevânih fi'l-Işk adıyla da bilinen bu eser, tasavvuf edebiyatında sufîleri ilgilendiren aşkın mahiyeti, derinlikleri, çeşitli boyutları ve sırları gibi konuları ele alırken anlatılan konulara uygun hikâyeler, kısa pasajlar ve şiirlere de yer vermektedir. Kendisinden sonra bu dalda hazırlanan eserlere kaynaklık eden Sevânihu'l-uşşâk, Abdurrrahmân-i Camî tarafından da Levâyih adlı eserini hazırlarken örnek alınmıştır.
5. Hadîkatu’l-hakîka
Fars tasavvuf edebiyatının kurucusu olarak kabul edilen Senaî-yi Ğaznevî'nin (ö. 1140) tasavvufa yönelişinin ilk dönemlerinde yazdığı, daha çok Hadîkatu’l-hakîka olarak bilinen Hadîkatu’l-hakîka ve şerî‘atu’t-tarîka adlı eseri İlâhînâme adıyla da anılmaktadır. Eser, Gazneli sultanı Behram Şah adına 1131 yılında yazılmıştır. En önemli mesnevîsi olan, toplam 10.000 beyit içeren ve "On Bab" olarak düzenlenen bu eserinde Senaî; Allah, peygamber ve sahabenin övgüsüne yer verdiği kısımlar dışında kalan bölümlerde akıl; ilim, hikmet, ahlak ve aşk temalarını ele alarak bu konulardaki görüşlerini dizelerine aktarmıştır. Konular anlatılırken birtakım hikâyelere de yer verilen eserin son iki bölümünde, şair kendisinden bahsetmekte, Behrâmşâh ve ileri gelen şahsiyetlerin şiirlerine yer vermektedir. Fars tasavvuf edebiyatında genel kabul gören manzumelerden olan Hadîka, başta Attâr ve Mevlana olmak üzere önemli şairleri etkisi altında bırakan, Hakanî’nin (ö. 1198) Tuhfetu’l-Irâkeyn, Nizamî’nin (ö. 1222) Mahzenu’l-esrâr adlı mesnevîleriyle daha başka eserlerin yazılmasında etkili olmuş edebî değeri yüksek bir eserdir.
İlk önemli tasavvufî manzume olarak Fars tasavvuf edebiyatında temel kaynaklar arasında yer alan, bir bakıma o dönemin hikmet ve tasavvuf konularına yer veren bir tasavvuf ansiklopedisi özelliği taşıyan Hadîka, etkili hikâyeler ve ibret verici pasajlarla yazıldığı dönemin tasavvufî özellikleri, sufîlerin inançları ve düşüncelerini yansıtmaktadır.
6. Mantıku’t-Tayr
Fars edebiyatında tasavvufî kahramanlık anlatıları arasında kabul edilen Feridüddîn-i Attâr’ın (ö. 1230) Mantıku’t-Tayr adlı mesnevisi, kuşların sonuna kadar bütün güçlerini kullanarak Kâf Dağı’nda bulunan Sîmorg’u görmek amacıyla Hüdhüd’ün klavuzluğunda çıktıkları yolculukta sarf ettikleri çabalarını konu almaktadır. Çok çetin ve aşılması güç merhaleleri kat edip yedi aşk şehri olarak bilinen yedi tehlikeli vadiyi geçtikten sonra sadece otuz kuş amaçlarına ulaşır ve diğerlerinin tamamı yolda ölürler. Bunlar da Kaf Dağı’na vardıklarında Sîmorg yerine sadece “sî morğ: otuz kuş”, yani kendilerini görebilirler. Bu gizemli ve simgesel anlatımda kuşlar; Hak yolunun yolcuları olan sâlikleri, olgunlaşma amacıyla yola çıkan insanları, hüdhüd; mürşid, önder, klavuz melek, Ardavirâf’ın fizik ötesi evrenlere yolculuğunda rehberi Surûş, Dante’nin İlahi Komedya’sındaki Vergiliüs gibi bir tiplemenin simgesi, Sîmorg; Allah’ı ve tek renklilik, birlik ve olgunluğun zirvesi olarak kabul edilen Kâf Dağı’na erişmeyi başaran ancak kendilerinden başka kimseleri ya da nesneleri göremeyen otuz kuş da; varlığı ve birliği bütün yaratıklar üzerinde görülebilen, çoklukta birliği tecelli eden yüce yaratıcıya inanışı “vahdet-i vucûd”u simgelemektedir. Aslında kuş risaleleri birer mistik eser olarak Feridüddîn-i Attâr’dan önce de İbn Sinâ, Muhammed-i Gazzalî, Şihâbuddîn-i Sohreverdî gibi usta kalemlerin de eserleri arasında yer almaktadır.
7. Ma‘ârif
XIII. yüzyılın önde gelen mutasavvıflarından Bahâ Veled olarak bilinen Mevlana Celaluddîn'in babası Bahâuddîn Muhammed b. Huseyn-i Belhî (ö. 1230) tarafından kaleme alınan bu eser, kendisinin meclislerinde yaptığı heyecanlı, sade, akıcı konuşmalar ve başta tasavvuf olmak üzere değişik konulardaki sözlerinin bir araya toplanmasından oluşmaktadır. Bahâ Veled, bu meclislerinde tasavvufun gerçeklerini, dinî konularda vaazlar vererek Kur’ân ayetlerinden örneklerle akıcı ve çekici bir tarzda ifade etmiş, bunların önemli bir kısmını da bu eserinde aktarmıştır. Aynı zamanda dönemin konuşma ve yazı dili hakkında da önemli ayrıntılar içeren bir kaynak olan eserin tarzı yer yer sürrealist özellikler de çağrıştırmaktadır.
8. Avârifu’l-maârif
Sohreverdiyye ekolünün kurucusu, ünlü sufî ve fıkıh bilginlerinden Şihâbuddîn Sohreverdî (ö. 1234) bu eserinde tasavvufun çeşitli konularını ele almaktadır. Tasavvufun adı, faziletleri, özellikleri, seyr u sulûk, mutasavvıfların birtakım özel halleri, çeşitli makamları biyografileri, şeriatın ince ayrıntılarıyla ilgili konular, tasavvuf teknik terimleri gibi bilgilere yer veren Avârifu’l-maârif yazarının hayatta bulunduğu dönemlerde bile ün kazanmış, kendisinden sonra bu alanda eserler kaleme alacak yazarları etkisi altında bırakmıştır.
9. Mirsâdu’l-ibâd
XII. yüzyılın son devirleriyle XIII. yüzyılın ilk dönemlerinde yaşamış önde gelen sufîlerden Necm-i Dâye olarak bilinen Necmuddîn-i Razî (ö. 1256) tarafından 1223 yılında kaleme alınarak Anadolu Selçuklu sultanı Alaaddîn Keykubat’a ithaf edilen Mirsâdu’l-ibâd mine’l-mebde ile’l-meâd, yazarın yaşadığı dönemlerdeki tarihî ve sosyal gelişmeler, ünlü şahsiyetler, din ve tasavvuf büyüklerinin sözleri ile ilk dört yüzyılda söylenen Farsça şiirlerden seçmelere yer vermektedir. Necm-i Dâye, her bölümün başında, orada ele aldığı konuda Kur’ân’dan bir ayet, Peygamber’den bir hadise yer vermiş, ayet ve hadislerin açıklamalarından sonra tasavvufî konuları örneklerle açıklamıştır. Fars nesrinin en iyi örnekleri arasında yer alan Mirsâdu’l-ibad, tasavvufun tarihî seyri, gelişmesi ve yaygınlaşması konularıyla birlikte, tasavvuf dalında kullanılan çok sayıda teknik terime de yer vermektedir.
10. Mesnevî-yi Manevî
Daha çok Mevlana Celaluddîn olarak tanınan Celaluddîn Muhammed b. Muhammed Huseyn-i Belhî (ö. 1273) tarafından kaleme alınmış, Fars edebiyatının egemen olduğu bölgelerin tamamında didaktik tasavvuf edebiyatı konusunda en önemli eser olarak kabul edilen Mesnevî-yi Manevî, yazarın yaşadığı döneme kadar tasavvuf dünyasında edinilmiş bütün tecrübeleri, bilgi birikimi ve sufî mirasını içeren, edebî özellikleri, Fars şiir kuralları ve teknikleri açısından da en üst makamda bulunan eserlerden biridir. Mevlana, bu eserini 1260 yılında Husamuddîn Çelebî'inin isteği üzerine "Altı Defter" olarak kaleme almıştır. Toplam 26.000 beyitten oluşan Mesnevî ve lirik sufî şiirin zirveye ulaştığı Divân-i Kebîr/Dîvân-i Şems adlı diğer eseriyle Mevlana, daha önce Attâr'ın başlattığı özellikle tasavvuf şiirini saray çevreleri, bilim ve edebiyatla uğraşan kesimlerin dar çerçevesinden çıkararak halka ulaştırma yolundaki çalışmaların tamamlayıcısı olmuş ve önemli ölçüde hedefine ulaşmıştır. Mevlana, benzeri az görülen ruhî heyecanları ve samimi çalışmalarıyla dinî hayatın ocağı haline getirdiği tasavvufa muhalif grupların bile dikkatlerini çekecek özellikler kazandırmıştır.
Bir bakıma tasavvuf ansiklopedisi denilebilecek bir tarzda hazırlanan, ney diliyle şikâyet ve ayrılıklardan hikâyelerle söze başlayan ilk on altı beytin şerhi olarak kabul edilmekte, bu özelliğinden dolayı Neynâme olarak da bilinmekte olan eserin asıl konusu da; ayrılığın hikâyesi, arifin "neyistân" olarak adlandırılan asıl vatanına dönme arzusu, bu yoldaki maceraları ve yanıp yakılmalarıdır.
11. el-İnsânu’l-Kâmil
VII./XIII. yüzyılın büyük sufîlerinden daha çok Azîz-i Nesefî olarak bilinen Azizuddîn b. Muhammed-i Nesefî (ö. XIII. yüzyılın son dönemleri), İranlı tabip, yazar, şair ve mutasavvıflar arasında yer almaktadır. Nesefî, 1281 yılında Şiraz’da tamamladığı el-İnsânu’l-kâmil adlı bu eserinde; sufîlerin “insan-ı kâmil: olgun insan” hakkındaki sözlerini aktarmakta, çeşitli özellikleriyle olgun insanı tanımlamaktadır. Ona göre olgun insan; özü sözü bir, yaptığı işleri doğru, ahlakı iyi ve bilgili insandır.
el-İnsânu’l-kâmil, diğer konularının yanında tasavvuf teknik terimlerinin açıklamalarına da yer vermektedir. Yazar bu ve diğer eserlerinde kendi şiirlerini de aktarmıştır. Eser Mehmet Kanar tarafından Türkçe'ye çevrilerek 1990 yılında İstanbul'da yayınlanmıştır.
12. Gulşen-i Râz
Şeyh Mahmûd-i Şebisterî'nin (ö. 1320) didaktik Fars tasavvuf şiiri içerikli önemli eseri Gulşen-i Râz, mesnevî türünde küçük bir eser olmasına karşın Mevlana’nın Mesnevî’si, Senaî ve Attâr’ın eserlerinden daha etkili özellikler taşımaktadır. Düşünce, nefis, marifet, vahdet, seyr u sulûk gibi çeşitli konularda sufîlerin görüşleri, düşünceleri ve yorumlarına yer veren eser, özellikle Safevîler döneminde Fars tasavvufunun özünü içeren bilgilere yer verdiği kabul edilerek çok yoğun ilgi görmüş ve çok sayıda mutasavvıf tarafından şerh edilmiştir. Şebisterî bu eseri, Emîr Huseynî-yi Herevî tarafından Azerbâycan sufîlerine yöneltilen birkaç manzum sorunun cevabı olarak kaleme almıştır. Mesnevî kalıbında bin dizeden oluşan Gulşen-i Râz, toplam on beş ayrı konuda çeşitli soruların cevaplandırılması yoluyla ortaya çıkmıştır. Mutasavvıfların inançları ve düşüncelerini özetleyen bir eser olarak Gulşen-i Râz, çok derin bir tasavvufî içeriğe sahiptir. Eserin en önemli şerhi, "Esîrî" mahlaslı Şemsuddîn Muhammed b. Yahyâ-yi Lahicî'nin (ö. 1506) Mefâtîhu'l-icâz adıyla 1472 yılında kaleme almış olduğu, önce Şebisterî'nin beyitlerini verip sonra da ilgili beyitleri çeşitli yönlerden açıklayan bilgilere yer veren paragraflardan oluşan eserdir.
13. Nefehâtu’l-’uns
XV. yüzyılın önde gelen bilim adamı, şair ve mutasavvıf şahsiyetlerinden Abdurrahmân Camî (ö. 1492) tarafından kaleme alınan Nefehâtu’l-’uns min hazarâti'l-kuds, büyük sufîlerin tasavvuftaki konumları, biyografileri ve kerametlerini içermektedir. Alî Şîr Nevaî’nin isteği üzerine yazılmış olan ve toplam 614 tasavvuf büyüğünün biyografisine yer verilen eserde; tasavvuf, velilik, sufîler, sufîlerin kerametleri, keramet ile mucize arasındaki farklar vb. konular ele alınmıştır.
Edebî eserlerini Farsça olarak kaleme alan, değişik konularda Arapça eserler de yazmış olan Camî’nin eserleri sağlığında bile Türk dünyasının önemli bir bölümüne yayılmış, o dönemde yaşamış bilginler, edebiyatçılar ve şairlerin ilgisini kazanmıştır. Önemli eserlerinin Türkçe’ye çevrilmiş olması onun Türk edebiyatı üzerindeki etkisini de göstermektedir. Öğrenimini Semerkant ve Herat gibi dönemin önde gelen bilim ve edebiyat merkezlerinde tamamlayan, aynı zamanda önde gelen mutasavvıflar arasında yer alan Camî, zor anlaşılır tasavvufî konuları da sade bir tarzda anlatmıştır.
Yorum
HUMEYNİ
MATRİKS
ÖNCELİKLE BURAYA YAZMAYA NEDEN DUYDUM
Günümüz İran devletinin kurucusu A. Humeyni, şiirleri de olan bir sufidir aynı zamanda inananlarına göre. Sayın profesörün listesini verdiği metinler arasında bu isim yok.
O zaman soru gelsin: Binlerce yıllık edebiyat literatürü sonuçta neden ve nasıl Humeyni gibi bir devlet kurucusu çıkarmıştır. Devletinin bugün geldiği yer belli. Benzeri soruları Alman felsefesi ve A. Hitler'le ilgili de sorulur.
Gözümüzü veya kulağımızı kapatıp gerçeklerden kurtulabilir miyiz?
Hint fukaralığı kaynaklı sufizm Avrupa kilise mistisizmi ve hatta Japon ruhçuluğu ile ele alındığında
Koskocaman "ot yakıp dumanı ile kafayı bulma ritüllerinden başka bir şey değildir".
Şeyh Bedreddin başlıklı bir şiir yazmıştım bundan seneler evvel. Orada "meşe odununun yanması ve çıkan çıtırtısından coşa gelen şeyhin semah dönüp keşfettiğini" "Varidat'ı bilirsiniz Fusus'a medhiye" özü ile anlatmış ve sonunda "ben de kendi halimce Bedreddinim, Kurmuşum saltanatımı bir kaya dibinde, ağaç oyuğunda" ile sonlandırmıştım.
Aradan geçen bunca zaman ve tecrübeden sonra -akademik saiklerle, hala bataklıkta veya çöplükte hazine aramanın anlamı yoktur. Hazine her zaman olduğu gibi sizde ve gözünüzün önündedir. Kendinizi keşfedemezseniz Hintte, Farsta, Ayda, Marsta aradığınızı asla bulamayacaksınız.
Yahudilik dini ve ırkının kurumsal tehdidi CEHENNEM hududu sizi böylesi hezeyanlarda, asırlar boyu kıvrandırmaya ve delirtmeye devam ediyor. Yok, öyle bir şey. Artık korkudan sıyrılıp kendiniz olun! Bakın, size muhteşem sofistike olmayan, basit, anlaşılır gerçeği verdim :)
Alacak mısınız?
Yeni yorum ekle