Cacık Gibi
Esra Bölgen
Başını dolmuşun camına dayamış, bozuk yollarda hoplaya hoplaya giderken bir gün önceyi tekrar tekrar aklından geçiriyordu İklim. Sanki bir gün değil de bir yıl gibi geliyordu her şey. Sabah Mardin havalimanına inmiş, oradan da bir taksiyle görev yapacağı köyün bağlı olduğu ilçeye ulaşmıştı. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü binasını ayrı beklerken taksi şoförü üç katlı, eski görünümlü, kiremit rengine boyanmış Belediye Binası yazan bir yerde durduğunda; ‘yanlışınız var herhalde. Ben Belediye demedim’ deyince taksi şoförü; ‘bütün resmi daireler bu binada bacım. Yanlışım falan yok’ deyince, ‘hayırlı işler sevgili Çalıkuşu. Ne bekliyordun acaba?’ diye içinden geçirmişti. Taksi uzaklaşırken son şansını da kaybediyormuş gibi bakmıştı arkasından. İki büyük bavul, bir sırt çantası, şık kol çantası, önlerine yeşil renk attırdığı marjinal saçı, kemik rengi kargo pantolonu, askılı beyaz bluzunun üstüne giydiği kot gömleği ve ayağındaki beyaz Air Max Bolt spor ayakkabılarıyla başka bir zamandan buraya ışınlanmış gibiydi. Nitekim kaldırımda öyle şaşkın şaşkın etrafına bakınırken, çevresindekiler de aynı şaşkınlıkla kendisine bakıyordu. Her ne kadar adı ilçe olsa da sokak görünümlü tozlu cadde, üç-dört katlı eski görünüşlü binalar, kuru sıcak, çorak coğrafyasıyla bulunduğu yer daha çok bir köy gibiydi. Bu şekilde gideceği köy hakkında az çok fikir edinmişti bile. ‘Kovboy filmleri gibi’ diye geçirdi içinden. ‘Bir tek sokakta rüzgârla savrulan çalılar eksik’ derken yanından döne döne geçen çalıları görünce gülümsedi istemsizce. ‘Sanırım …gibi kelimesini atmalıyım’ dedi gülerek. Bu kaybolmuşluk hissinin kendini daha fazla ele geçirmesine izin vermemek için aceleyle binaya girmişti bile. Karşılaştığı manzaranın hissettirdiği yalnızlık duygusunun aksine binadaki görevliler inanılmaz misafirperver davranarak bir anda ‘evde’ olma duygusunu yaşatmışlardı. Milli Eğitim Müdürü babacan tavrıyla kendisi buyur etmiş, hemen çay getirtmiş ve kendisine fırsat bırakmadan konuşmaya başlamıştı bile. ‘İnşallah kalıcı öğretmenmiş de’, ‘özellikle gelen kadın öğretmenler eş durumuyla hemen dönmeye çalışıyorlarmış da’, ‘buralar çok rahatmış da’, ‘çok memnun kalırmış da’, ‘bir ihtiyacı olursa söylemesi yetermiş, koşup gelirlermiş de’, ‘burada herkes aile gibiymiş de’, ‘hele köyde öğretmenliğin tadına bir kere vardı mı bir daha dönmek istemezmiş de (e o zaman niye kimse durmamış diyememişti tabii), ‘hemen gitmek isterse eşyalarını taşımasına gerek yokmuş, akşam şoförüyle gönderirmiş de’ derken zorlukla araya girmiş ve resmi olarak başlaması için gereken işlemleri sorabilmişti. ‘Onlar kolay kolay’ demişti müdür. ‘Tüm belgeler hazır zaten. Seni bekliyorduk sonuçta. Birkaç imzan gerekiyor o kadar. Onun için de şu masadaki memurumuz yardım edecek size’ dediğinde biraz rahatlamıştı. Evrak işleriyle çok vakit kaybetmeyecekti en azından. İşlemleri bittiğinde köye saat başı dolmuş olduğunu öğrenince duraklamıştı bir an. Sonrasında ‘ne bekliyordun ki? İstanbul’daki gibi metro-metrobüsle mi gideceğini sandın köye?’ diye içinden dalga geçti kendisiyle. İşlemler bitinceye kadar ‘yok içemem o kadar’ dediği halde itirazları hiç duyulmuyormuş gibi ısrarla içirilen beş bardak çay da çevresindeki insanlarla ilgili fazlasıyla bilgi vermişti. Şimdi ise sadece sırt ve kol çantasıyla bindiği dolmuşta bozuk yollardan etkilenmemeye çalışırken bir yandan da şaşkınlıkla etrafında bir anda değişen manzaraya bakıyordu. İlçenin çorak, ağaçsız, sarı sıcak renkli caddesinden yemyeşil ağaçlarla çevrili, kuş cıvıltılarıyla dolu bir yola girmişlerdi. ‘Ben daha ne kadar şaşıracağım acaba?’ diye aklından geçirmişti bu yeşilliği ilk gördüğünde. Hem heyecan hem tedirginlikle geldiği bu yer hayatında en değer verdiği iki kişiyi karşısına almasına neden olmuştu. İlk olarak babası çok büyük tepki vermişti. ‘Hayal aleminden çık artık’ demişti. ‘Boğaziçi’nde İngilizce Öğretmenliğini bitirip köyde İngilizce öğretmek nasıl bir ironi. Üniversiteyi ilk kazandığında öğretmen olmak istemiyorum diye ağlama aşamasından, hangi ara atanmak için sınava girmeye ve ücra bir köye gitme aşamasına geldin. Ne istediğini bilmiyorsun daha. İllâ öğretmen olmak istiyorsan, bir sürü tanıdığımız var. İstediğin bir özel okulda başlatırım. Vazgeç bu Çalıkuşu hallerinden. Herkesin kollarını açıp seni karşılayacağını mı sanıyorsun? İnsanları dönüştürmek, değiştirmek, sihirli dokunuşlarınla onları bambaşka birileri yapmak; bunlar sadece filmlerde, kitaplarda olur. Gerçek değil hiçbiri. Senin yaptığın şımarıklık’ dediğinde bile sesini çıkarmadan dinlemişti babasını. Biliyordu babasının korkularını, kendine düşkünlüğünü…
Annesini çok küçükken kaybetmiş, babası hem anne hem baba olmuştu. Tek çocuktu ama babası aynı zamanda kardeşi gibiydi. Eğlenceli, komik, mutlu bir çocukluk yaşamıştı babası sayesinde. Eksik hissetmemişti kendini hiç. Özgür bir yaşam sunmuştu babası ona hep ve kendisi de bunu hiçbir zaman suistimal etmemiş, yaptığı her şeyden haberdar ederek karşılıklı bir güven ilişkisi oluşturmuşlardı. Hiçbir zaman istediği bir şeye ‘yok’ dememişti babası ve o da hiçbir zaman cevabının ‘yok’ olduğunu bildiği isteklerde bulunmamıştı. Bugüne kadar…
Babasının bağırarak ‘burada da hayatını değiştireceğin bir sürü insan varken dünyanın bir ucundaki köye gitmek niye?’ demesi üzerine, ‘babacığım, lütfen anla. Ben başkalarından önce kendi hayatımda neler yapabileceğimi görmek istiyorum. Bugüne kadar hep senin bana sunduğun imkânlarla yaşadım. Güzel bir çevre, sosyallik, harika bir eğitim…
Sen bana mutlu olmayı öğrettin ama ben mutsuzlukla nasıl baş ederim onu bilmiyorum. Hiç görmediğim annemin yokluğunu bile hissettirmedin. Ve biliyor musun baba? Bunun için tanımadığım anneme karşı o kadar büyük suçluluk duyuyorum ki. Hiç tanımasam bile onu özlemeliydim, durumuma üzülmeliydim. Sen buna bile izin vermedin. Benim hayata karşı bağışıklık sistemimi güçlendirmem gerek baba. Cam fanus içinde, her türlü olumsuzluktan uzak bir yaşamdan bir gün çok sert düşersem ve sen yanımda olmasan ne olacak peki?’
Babası susmuştu bunun üzerine. Nice sonra ‘peki Demir?’ dediğinde kendisi susmuştu bu sefer. Bir önceki gece dışarı çıktıklarında söylemişti sevgilisine herkesten habersiz girdiği sınavdan ve atandığı yerden. Kendisini dinledikten sonra bir süre sessizce oturmuştu Demir.
‘’Sen çoktan kararını vermişsin ki! Bana sormuyorsun şu an, sadece haber veriyorsun. Ne diyebilirim sana?’’
‘’Çok sevindiğini, benim kadar heyecanlı olduğunu, her türlü desteklediğini söyleyebilirsin meselâ. Biliyorum öncesinden haber vermeliydim. Hatamı kabul ediyorum ama beni etkileyeceğiniz ve fikrimi değiştireceğinizden korktum. O yüzden paylaşmadım seninle ve babamla. Çünkü ben daha emin değildim ki verdiğim karardan. Hayatımda ilk kez kendi başıma, yanlış dahi olsa bana ait olan bir karar vermek istedim. Seni yok saymamla ilgisi yok yani. Biliyorsun hayatımdaki yerini, sana duyduğum sevgiyi ama ne olur anla beni.’’
‘’Bak İklim. Şu an seni anlamaya çalışıyorum ama sen de beni anlamaya çalışsan. Seninle nişanlanmışız, gelecek hayalleri kuruyoruz, uzmanlık eğitimime başlamışım, her şey inanılmaz yolunda gidiyor ve pat!
Sevgilim bana haber dahi vermeden sınava girip, sadece sonucunu açıklıyor. O da ben bilmem neredeki köye gidiyorum şeklinde. Bu bir mecburi hizmet değil ki. Alternatifi de var. Çok rahat burada bir özel okulda öğretmenlik yapabilirsin. Hem uzak ilişkiyi nasıl yürüteceğiz onu düşündün mü hiç?’’
‘’Öyle mi diyorsun? Peki sen uzmanlığını bitirip, doğuya atandığında ne olacak? O zaman uzak ilişki olmayacak mı? Ben sana burada bir özel hastanede çalış desem ne hissedersin? Bak Demir, senin desteğin benim için çok kıymetli ve senden de beraber hayalini kurduğumuz gelecekten de vazgeçmek istemiyorum. Lütfen bana bir seçim yaptırtma’’ dediğinde anlamıştı Demir sevgilisinin ne kadar ciddi olduğunu. Uzanıp elini tutmuş ve gülümseyerek bakmıştı. Bütün bu olanların iki gün içinde olduğuna inanamıyordu İklim. Dolmuşun bir çukura sertçe düşmesiyle kafasını cama çarpıp, yaptığı frenle de öne doğru fırlayınca sıyrıldı daldığı düşüncelerden ve o zaman gördü geldikleri yeri.
‘’Burada inecen Hocam’’ demişti dolmuş şoförü. Sonra da kendisi iner inmez tozu dumana katarak uzaklaşmıştı. Bulunduğu yere hissettiği yabancılıktan dolayı biraz ürkek, biraz meraklı, aynı zamanda güçlü görünmeye çalışarak etrafına bakınmaya başlamıştı ki gülen iki çift gözle karşılaştı. En fazla otuz beşinde olan kara yağız, yeşil gözlü, kalın siyah bıyıklı, başında kasketi olan güleç adam ceketini iliklemeye çalışırken aynı zamanda da hızlı hızlı konuşuyordu.
Muhtarmış…
İlçeden arayıp haber vermişler, ‘hoca’nımı karşıla, evine yerleşmesine yardım et’ diye.
Okul yaşayacağı yere çok yakınmış.
Okul Müdürü’nün işi çıkmış o yüzden gelememiş. Kendisini okulda bekliyormuş.
Elli bir öğrencisi varmış çalışacağı ilköğretimin ama zaten Müdür bilgi verecekmiş.
Bir şeye ihtiyacı olursa söylemesi yetermiş.
Haa bu da oğlu Adem’miş.
İşte o zaman baktı ikinci çift gülen göze…
‘Hayatımda gördüğüm en güzel yeşil göz’ diye geçirmişti aklından. Çelimsiz, on yaşlarında, güneşte durmaktan kararmış teni, vücuduna göre büyük görünen başı, dik dik yeni çıkıyor gibi görünen koyu renkli saçlarıyla Adem’e baktığında bütün bu özelliklerinin ötesinde gülüşü kazınmıştı aklına. Sanki o gülüşle dünya aydınlanıyor gibi hissetmişti bir anda.
Bu arada Muhtar konuşmaya ve bilgi vermeye devam ediyordu. ‘Benim oğlan da senin öğrencin olacak Hocam ama baştan söyleyeyim, konuşmaz o. Hiç uğraşma. Bugüne kadar öğretmenleri ne yaptıysa boş, olmadı. Götürmediğim doktor kalmadı. Hepsi de gayet sağlıklı dedi. Kendi tercihiymiş susmak. Beş yaşlarındayken anasını kaybettik doğumda. O günden beri susar, konuşmaz. Ne yapalım Allahtan geleni kabul edeceksin. Biz de öyle kabul ettik. Seni hiç üzmez ama bilesin. Hem kafası da zehir gibidir. Konuşmaz ama tüm derslerinden de tam not alır’ derken gururla göğsünü kabartmıştı Muhtar.
Aldığı bilgilerin hızı ve çokluğu karşısında beyni yorulmuş, kafası karışmış bir şekilde zorlukla araya girip ‘başınız sağ olsun’ diyebilmişti İklim.
Bütün bu konuşma esnasında Adem hep gülüyor ve ara sıra kendisine bakıyordu utangaç şekilde. ‘Böyle güzel gülmek yoktur herhalde’ diye içinden geçirmişti o an. İşte o ilk günü çok net hatırlıyordu da bir sene nasıl geçti onu anlamıyordu. Babası da Demir de kabullenmişti bir süre sonra durumu. Sık sık telefonda görüşüyorlar, ara tatillerde kendisi atlayıp İstanbul’a gidiyordu. Babasının; pes etmediği, şikâyet etmeden çalıştığı için içten içe kendisiyle gurur duyduğunu fark ediyordu. Sürekli öğrencilerinden, yaptığı etkinliklerden bahsederken özellikle Adem’den söz etmeden kapatmazdı konuyu. Bir gün Demir; ‘’Hani çocuk küçük olmasa kıskanacağım valla. Ne bu her sohbette ‘Adem’? Ne var bu çocukta?’’ dediğinde;
‘’Bilmiyorum’’ demişti İklim. ‘’O kadar güzel bakıyor, o kadar güzel gülüyor ki. Gülüyor ama ağlıyor sanki. Bir şeyler anlatıyor gözleriyle ama anlamak isteyene. Canını yormuyor kendisini görmeyene. Bakana anlatıyor. Hiç konuşmuyor belki ama ben onu anlıyorum. Çok garip’’ diye devam etmişti.
‘’Muhtemelen sana aşıktır. Genelde bu yaşlarda çok olur ya. Öğrenci öğretmenine aşık olur. Senin Adem’de o yüzden öyle bakıyordur belki’’ dedi Demir gülerek.
‘’Belki. Ne zaman derse girsem hayranlıkla bakıyor bana. Giysilerimi okşuyor. Bunu genelde kız öğrencilerim yapar aslında. Saçlarımı okşarlar, kıyafetlerimi ellerler. Ama Adem dokunarak başka şeyler söylüyor sanki’’
‘’Peki bunca şey arasında İngilizce öğretebiliyor musun?’’
‘’Ay tabii ki hayır. Ama onlar bana kendi şiveleriyle nasıl İngilizce konuşulur onu öğrettiler yalan yok’’ dedi kahkaha atarak.
Hayatı; öğrencileri, oradaki yaşamı ve doğduğu büyüdüğü şehir arasında mekik dokuyarak geçiyordu. Ta ki bir gün babasının kalp krizi geçirdiği ve hastaneye kaldırıldığı haberini alıncaya kadar. Babasının haberini almasa belki de hayatındaki en güzel gün olarak kalacaktı aklında. Bilmiyordu ama o gün Adem’i de gördüğü son gündü. Yaz tatiline yaklaşıyorlardı. Yeşil, diz altında, kloş, çağla yeşili bir etek (hiç giymemişti bugüne kadar) ve onun üstüne yine beyaz üzerine yeşil kahve yaprak desenli bir gömlek giymişti. Ayağında beyaz, yeşil şeritleri olan bir spor ayakkabıyla okul bahçesine girdiğinde her zamanki gibi öğrenciler kahkahalarla kendisine sarılmak için koşmuşlardı. Tam o sırada Adem’le göz göze gelmişti. Hepsinden geride, gözlerini kocaman açarak kendisine bakıyor ve sanki bir şeyler demeye çalışıyordu. Sonra birden arkadaşlarını yararak kendisine koşmuş ve gözlerinin içine bakarak, hayranlıkla ‘ürtmenimm, cacık gibi olmuşsun’ demişti. Herkes şok olmuştu bir anda. Kısa bir süre sonra da çocuklar bir ağızdan ‘Adem konuşuyor! Adem konuşuyor!’ diye tempo tutmaya başlamışlardı. Adem’in ürkmemesi için hemen konuyu değiştirip şaka yapmaya başlamıştı başını okşayarak.
‘’Ne gibi olmuşum? Cacık mı?... Haklısın valla, böyle yemyeşil giyinirsem ancak cacığa benzerim’’ demişti diğer öğrenciler gibi kıkırdayarak.
Anlamamıştı o zaman ne demek istediğini. Sonra ilkokul öğretmeninden öğrenmişti.
‘’Babası annesini çok severmiş. Özellikle yaz aylarında soğuk cacık buralarda en fazla yenen, sofralarının olmazsa olmazı biliyorsun. Karısına iltifat etmek için hep ‘cacık gibi olmuşsun’ dermiş. Taze, ferahlık veren, güzel anlamında. Aralarında bir tür cilveleşme anlayacağın. Modern şehirde söylenen ‘aşkoo’nun’ köy versiyonu’’ demişti öğretmen arkadaşı gülerek. ‘’Onu bunu bilmem, Adem’in ilk söylediği cümlenin babasının annesine söylediği söz olması çok anlamlı. Bu da senin sayende oldu Bayan Cacık’’ diye devam etmişti kıkırdayarak.
Ama babasının haberini alınca Adem’in konuşma sevincini yaşama fırsatı olmamış, apar topar izin alıp İstanbul’a gitmişti. Sonrasında da babasının bakıma ihtiyaç duyması nedeniyle araya tanıdık sokarak tayinini İstanbul’a aldırmışlardı.
‘’Hey! Halâ söylemedin hayatında aldığın en güzel iltifatı. Seçemiyorsun herhalde’’
Arkadaşı Sena’nın konuşmasıyla ayıldı daldığı düşüncelerden. O anda fark etti lüks bir balık restoranında en yakın üç arkadaşı ve eşleriyle yemek yediğini. Aradan dört sene geçmiş ama halâ unutamamıştı Adem’i. Nitekim köyden arkadaşlarıyla haberleştiğinde, kendisinden sonra Adem’in tekrar içe kapandığını, iki sene sonra da bir bağışıklık sistemi rahatsızlığı nedeniyle hayatını kaybettiğini öğrendiğinde çok suçlamıştı kendisini. Öyle ya, annesinden sonra şimdi de kendisi terk etmişti. Aklından geçenleri kafasını sallarsa uzaklaştırabilirmiş gibi iki yana hızlıca sallayarak;
‘’Yoo! Net bir cümle var söyleyeceğim. Hayatımda aldığım en güzel iltifat ‘Cacık Gibi…’’ dediğinde bir tek yanında oturan kocası Demir anlamıştı ne demek istediğini ve herkes kahkaha atarken bir tek ikisi hüzünle bakıyordu denize.
Yorum
Kalbe dokunan harika bir…
Kalbe dokunan harika bir öykü,kaleminize,yüreğinize sağlık 👏👏👏
Dokunakli
Yazi dili, hikayenin akisi ve samimiyetiyle sizi cok icine alan sicak bir oyku, fark etmeden hizlica bitiriyorsunuz. Kisa bir hikayeyle bile cok dokunakli ve carpici bir sona goturuyor okuyucuyu.
O güzel tasvirlerinizle…
O güzel tasvirlerinizle okurken karakterleri de gözümde canlardırdınız. Hikaye çok akıcı ve kalbe dokunan cinsten, Yüzümde bir gülümsemeyle okudum ve hüzünle bitirdim. Dilinize ve emeğinize sağlık.
Yeni yorum ekle