Bayram Sarı ile Yeraltı edebiyatı üzerine söyleşi

Edebiyat

Bayram Sarı ile Yeraltı edebiyatı üzerine söyleşi

 

Meliha Yıldırım

 

Yazar, incelemeci, Edebiyatist Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Bayram Sarı ile 12 Ekim 2024 tarihinde RouteKızılay/Ankara’da bir söyleşi gerçekleştirmiştik. İstanbul’dan gelmişti söyleşiye yazar. Ankara’yı çok sevdiğini, burada birçok yazar arkadaşı olduğunu, Ankara Öykü Günleri’ne katıldığını ve her fırsatta gelmeye çalıştığını okurlarıyla da paylaşmıştı o gün.Yazar, özellikle Yeraltı edebiyatı konusunda öyküler yazıyor.Edebiyatist Kitaptan yayımlanan üç tane kitabı bulunuyor. Mimozalar Çürürken-öykü kitabı, Bukowski’nin Oğlu- öykü kitabı ve Tehlikeli Metinler adlı deneme kitabı yayımlayan yazara sorularım ve yanıtları.

 

1-Yeraltı edebiyatı hakkında neler söylenebilir ve neden Tehlikeli Metinler?

Edebiyatın en tehlikeli ve korkulanı olan “yeraltı” türünün ortaya çıkışı modernizm sonrası dönemdir. Modernizm, kolektif bilinçlere öncelikle aynı olmayı dayatırken diğer yandan aynı olmamanın sakıncalarını da topluma yükleyerek “ötekileşme-yabancılaşma” ve “anomi”yi de beraberinde getirir. Önceleri kara, aykırı, müstehcen, sokak metinleri gibi isimlerle anılan Yeraltı Edebiyatı, özellikle vahşi kapitalizmin buluşu olan üretim odaklı teknoloji, post-fordist (esnek çalışma dayatmasıyla ucuz işgücü) ve yabancılaştırma yöntemlerine tepkimeyle doğan karşı kültür akımlarının sonucudur. 

“Tehlikeli Metinler” kitabım içinse okura dayatılan edebiyata karşı seçtiğim yazar ve metinler ile kendimce bir tepkime olduğu söylenebilir.

2-Öykülerinizi kurgularken özellikle argo ve küfür içeren sokak dilini kullanırken şiddet ve suç unsurunu ya da cinselliği işlerken sınırı, bıçak sırtı dengeyi belirlerken nelere dikkat ediyorsunuz? Yazdıklarınızı tekrar gözden geçirme ve düzeltme aşamasında oto sansür uyguluyor musunuz?

Kesinlikle bir otosansür uyguladığım söylenemez. Türün metinleri, gerçeklikle bağını koparmayarak insanın karanlıkta kalan yanlarını açığa çıkarttığından, cinsellik ve şiddet öğeleri anlatımdan soyutlanmaz; okuru rahatsız edici yönü, gerçeklikten (numen) kopmasıyla değil, aksine gerçeklikle, dahası kendiyle yüzleştirmesiyle (fenomen) ilgilidir. Dilin kullanımı esnektir, argo ve küfür kullanımından kaçınılmaz. Gündelik dilin, hatta sokak dilinin yer yer pervasızca kullanılabilmesi yeraltı edebiyatının önemli özelliklerinden biridir. Bir üst dil yaratma anlayışına karşı gündelik dili sakınmasız şekilde kullanır ama salt argoya ve küfre yaslanmaz. JaroslavHasek’in, “Aslan Asker Şvayk” romanına yazdığı birinci bölüme sonsöz, bu türün neredeyse değişmez yasasıdır:

“Bu roman, salon efendiliği ya da kibar sosyete ağzı öğreten bir ders kitabı değildir. Gerçekten kullanılan ağır bir sözü, kullanılması gereken yerde hiç çekinmem kullanırım. Kibar ve yapmacık sözleri, yaldızlı ve tumturaklı lafları ise sahteciliğin en aptalcası olarak görürüm. İyi yetişmiş bir insanın her şeyi okuyabileceğini söylerler; ne kadar doğru. Tümden doğal olana, bir tek, su katılmamış keresteler ve çirkefe batmışlar burun kıvırırlar. Bu sahte ahlak düşkünleri asıl söylenenleri göz ardı edip tek tek sözcüklere azgınca saldırırlar.” 

3-Sıra dışı öykü karakterlerinizi daha doğrusu anti kahramanları yaratırken tanıklık, yaşanmışlık ya da daha farklı etkileşimler oldu mu? Bu zor ve farklı karakterlerle empatiyi nasıl kuruyorsunuz?

Karakterlerime sıra dışı demek doğru olur mu, bilemiyorum. Sokakta, meyhanede, cezaevinde tanıştığım veya ahbaplık ettiğim insanlarınöyküsüdür anlattıklarım. Bunları yaşamadan ya da tanıklık etmeden masada oturup kurgulayıp yazmak mümkün değil gibi geliyor bana. Yazdıklarıma müdahale ettiğim noktaysa yaşarken aslında bunlar söylenseydi, böyle yapılsaydı sonuç nasıl olurdu noktasında gerçekleşiyor ve tanıklıklar-yaşanmışlıklar öyküye dönüşüyor.

4-Bukowski’nin Oğlu adlı öykü kitabınızda yeraltı öyküleri nasıl bir araya geldi? Kitabın tematik bütünlüğünü baştan tasarlayıp planlayarak mı yol aldınız? Yoksa doğal yazım sürecinde kendiliğinden mi oluştu? Nasıl şekillendi bu çerçeve?

Kitabın tematik bütünlüğünü planlamam gerekmedi; öykülerde anlattığım kötülüğün modern toplum tarafından sıradanlaştırılması kendi içinde bir bütünlük oluşturuyordu zaten. Aynılık ve teklik, modernizmin kötülüğünü oluşturan önemli bir özelliktir. Modernizm, kolektif bilinçlere öncelikle aynı olmayı öğütlerken diğer yandan aynı olmamanın sakıncalarını topluma mâl eder. Bu durum ötekileştirme eğilimiyle netlik kazanmaktadır. Toplumun en dibinde yaşayan işçiler, fahişeler, kadın satıcıları, torbacılar, müptezeller, suçlular zayıf görülen grupların modernizmle birlikte ötekileştirilmesi ve kötü olarak algılanması, güçsüzlükle- dışlanmakla yakından ilişkilidir. Modernizmden itibaren güç kutsanmış ve güçlü insan, güçlü toplum ve güçlü devlet anlayışları belirmiştir. Bu özelliklerin dışında kalan toplumun zayıf kesimleri ötekileştirilmiştir. Modernizmin yarattığı ve sürdürdüğü bu ortam beraberinde kötülüğün sıradanlığını getirmiştir. Kitaptaki öyküler modernizmin kötülük çiçekleridir.

5-Yazar olarak esin kaynağınızı nereden alıyorsunuz? Hangi durumlar sizi yazmaya yöneltiyor? Yaşamın içinden, kıyısından ya da dibinden topladığınız malzemeyi kurgu için yeniden üretip dönüştürürken nasıl bir süreç işliyor?

Kalemimin esin kaynağının sokaklar olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Sartre, “Bulantı” metninde, “…kişioğlu hikâyecilikten kurtulamaz, kendi hikâyeleri ve başkalarının hikâyeleri arasında yaşar. Başına gelen her şeyi hikâyeler içinde görür. Hayatını sanki anlatıyor gibi yaşamaya çalışır. Ama ya yaşamayı ya da anlatmayı seçmek gerekir,” der. Sartre’ın bu ikilemine katılmıyorum ve hem yaşamayı hem yazmayı seçiyorum. Sokaklardan topladığım malzemeyi kurgu içinde kendi başıma gelmiş gibi anlatmamın sebebi de Sartre’ın sözünü ettiği hikâyecilikten kurtulmak istemeyişimdir.

6-Post-modern tarzda Bukowski’nin Oğlu adlı öykü kitabınızda yer alan Ben’i Vur-Yazarın İnfazı, Okur, Yazar Sürprizlerini Neden Sevmez, Karakterin Mavi Sonu, Hem Okudum Hem Azmettirdim ve Kesik El isimli bağlantılı öykülerde Karakter-Yazar ve Okur arasındaki ilişkiyi, yazma edimini farklı yönleriyle işlemişsiniz. Bu öyküleri yazarken çıkış noktanız, meseleniz neydi? Okura bu konuda geçirmeye çalıştığınız düşünce ve duygu neydi? Ve öykülerin bitiminde neden sadece bir Kesik El kaldı? Yazara, Okura ve Karaktere neden böyle bir son yazdınız?

Ben’i Vur öyküsü günümüz sabun köpüğü metinlerine bir tepkidir. Yaşayan yazarlar ve okurları kendi konfor alanını terk etmek istemiyor. Yazar hep aynı tarzda yazarken, okuru da aynı tarzın dışında bir metni okumayı reddediyor. Bir polisiye yazarının aşk romanı yazması tuhaf karşılanabiliyor. Bu öykü yazara da okura da isyandır aslında. MichelFoucault, “Yazar Nedir?” denemesinde şöyle der: “Ölümsüzlüğü yaratmakla yükümlü bir metin, öldürme hakkına erişir ve nihayetinde yazarının katili olur." Calvino ise, “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” metninde, “Olmasaydım, ne güzel yazardım,” der. Biçem, beğeni, kişisel felsefe, öznellik, kültürel oluşum, yaşanmış deneyim, psikoloji, yetenek, meslek numaraları yazılan metnin yazara ait olduğunun önemli ipuçlarıdır ve aynı zamanda yazarın aslında olanaklarını kısıtlayan bir kafestir de: “Yalnızca bir el olsaydım, kalem tutan ve yazan kopuk bir el…” ama bu eli kim hareket ettirecektir? Adı sanı olmayan kitle mi? Zamanın ruhu, denilen o anlaşılmaz kavram mı? Ortak bilinç dışı mı? Tanımlanabilecek bir şeyin sözcüsü olmak gibi kendini yok etme arzusu duymaz Calvino. Çünkü ben de dâhil olmak üzere tüm yazarlar, “salt yazılmayı bekleyen yazılabilir ile hiç kimsenin anlatmadığı anlatılabiliri iletmek için isteriz yazmayı.” Bu iletme çabasıysa yeri geldiğinde okurun, kahramanın ve yazarın sonu olur ki Mevlana’nın deyimiyle “bugün yeni bir şeyler söylemek için” bu son da gereklidir.

7- John Fante ve Bukowski ilişkisi ile Bukowski ve Bayram Sarı arasındaki ilişki nedir?Bukowski ile yolunuz nasıl kesişti? Ve onunla, yazdıklarıyla aranızda nasıl bir özdeşlik kuruyorsunuz?

Bukowski, John Fante’yi Tanrısı ilan etmişti. Yeraltı edebiyatının kapılarını bana açan da Bukowski oldu, Fante’yi ve diğer tüm Beat kuşağı yazarlarını okumam çok sonradır. Bir dönem şoförlük yaparken taşıdığım yolculardan biri, Bukowski’nin “Ekmek Arası” kitabını arabada unutmuştu. İyi bir okur olduğumu yukarıda söylemiştim ama bu kitap edebiyata olan tüm güvenimi derinden sarstı. Sade sözcükler, ağdalı olmayan basit cümleler, anlatacağını dolandırmadan söyleyen cesur bir yazarın karşısında büyülenmiştim. Yüksek edebiyatı yerinde bırakıp ait olduğu sokağa dönen bir yazar ile karşı karşıyaydım. Kızdıklarıma kızıyor, âşık oluyor, içiyor, kavga ediyor, okuyor, acıları benim gibi çekiyordu. Ben de bir dönem Bukowski gibi postacılık yapmıştım. Aynı hamurdandık neredeyse ve onun açtığı edebiyatın yeraltı kapısından geçerek yüksek edebiyatın yolundan gönüllü çıktım.

8-En çok hangi yazarları okuyorsunuz? Kimlerden etkileniyorsunuz? Hangi tür kitapları okumaktan hoşlanıyorsunuz? Kitap seçerken belirli bir tarzınız var mı? Kişinin bir tarzı olmalı mı? Yoksa her türden kitabı okumak mı gerekir?

Tehlikeli Metinler yazan tüm Tehlikeli yazarları okurum. Kitabımda bu yazarlar ve metinleri görülecektir.

9-Son kitabınız Tehlikeli Metinler’de felsefi konulara daha çok eğilmişsiniz. Kitaptaki metinlerin kaynağını nereden aldınız?

Şöyle ki, toplumda normalin çöküşü anlamına gelen “Anomi” kavramını ilk defa Durkheim (ö. 1917), Fransız ahlak kuramcısı Guyau’dan (ö. 1888) alarak, kişide huzursuzluk ve yabancılaşma doğuran toplumsal bir durumu anlatmak üzere kullanır. “Anomi” eski Yunan’da “kanunsuzluk hali” anlamına gelir. Bu kavramı Durkheim şöyle açar: “Toplumsal normların yani temel kabullerin ve değerlerin şüpheli hale gelmesi veya çökmesi sonucunda, kişilerin yabancılaşması ve huzursuz hale gelmesini ifade etmektedir. Bu kişilerde ümitsizlik, yönelim kaybı, inancını yitirme, amaçsızlık duygusu ve sosyal yalıtım ortaya çıkar.” Anomi’de yönetici erk, kişiye yönelik psikolojik koruma görevini yerine getirememektedir. Toplum içinde olağandışı bir mücadele ve topluluk duygusunun ortadan kalkması, geleneksel hiyerarşik yapının bozulması gibi kitlesel etkiler, modern öznede yabancılaşma duygusunun ortaya çıkmasına neden olur.

Dış dünyanın bilgisini kuran modern özneyi Descartes, tüm bilgiyi insanın kendi varlığından emin olması şartıyla kavramsallaştırır. Sonradan Kant’ın modern öznenin şekillenmesine sunacağı katkı da daha önceki düşünürlerin söylediği gibi bilgi ve rasyonel yetiler kişinin dış dünyasına değil, dış dünyanın içe uymasını gösterir. Yani artık “felsefenin ana vurgusu ve başlangıç noktası, öznenin bu dünyayı deneyimleyerek bilgiye ulaştığı” iddiasıdır. Kant, Aydınlanma’nın ve daha geniş bir biçimde modernizmin temelini, insan bilgisinin kaynağının asıl kendi yetilerine dayandığını söyler. Kant’ın modern öznesinde bu sorun fenomen (denenebilir) ve numen (gerçeklik) gibi bir formül kazanır ve numen alanı en azından epistemolojide (bilgi felsefesi) özneye kapatılır. Bu bir anlamda, modern öznenin asıl gerçekliği bilmesinin olası olmadığı şeklinde yorumlanabilir.

Bu durum karakterlerin bilinçli olarak seçtikleri sistemin dışına çıkma ya da intihar provalarıdır ki bu durum Tehlikeli Metinler kitabımın da felsefi bakış açısını oluşturur.

10-Yazarlık öğrenilecek bir şey midir? Eğer öyleyse Siz nasıl öğrendiniz? Yazarken çektiğiniz zorluklar nelerdir?

Yazarlık ile yazıcılığı birbirinden ayırmak gerekir. Yazıcılık öğrenilebilir ama yazarlık konusu tartışmaya her zaman açık olacaktır. Yazarlıktan önce edebi türleri metinlerarası ve diğer disiplinler açısından incelemek gerektiğine inanıyorum.  Yazarlığı öğrendiğimi zannetmiyorum. Yazarken çektiğim zorluk, doğum yapan bir annenin çektiği sancılarla kıyaslanabilir belki.

Bu noktada şunu da belirtmeliyim ki bir gün yazar olacağım ve yazılarım bir yerlerde yayınlansın diye hiç düşünmedim. Aziz Nesin’in, “Surnâme” romanında, idam mahkûmu Hayri’nin, şiir yazmaya başlaması ve bunları yayınlatmak istemesi üzerine, sadece yazar adaylarına değil, sanatın her alanında yaratıcı olmak isteyenler için de çizdiği yol haritasına inanırım: "Her ülkede, on binlerce, yüz binlerce kişi keman çalar, piyano çalar, ya da başka çalgılar çalarlar. Ama bunların hepsi de piyanocu, kemancı değildir, hepsi de ille konser vermeye kalkmazlar. Ne var ki, kendileri de bir çalgı çaldıkları için, çalgı çalmayanlara göre, müzikten daha çok zevk alırlar, dinledikleri konserleri daha iyi anlarlar. Zevk almak, bir şeyden anlamak az şey midir?” Bu cümleler benim neden yazmaya başladığımın açıklamasıdır aslında.

 

Söyleşi için çok teşekkür ederim.

 

 

 

 

 

Foto Galeri

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.