Güz Ortası Sanrıları

Deneme

Güz Ortası Sanrıları

Sibel Ünal

Başkasının ölümünün bize öğrettiği çok şey var, yüzleşebilirsek eğer. Paha biçilemez, büyülü bir varoluştur yaşam ve bizi kuşatan her şey eşsiz, biricik ve kaçınılmazdır. Çekilmez yanları olduğu da bir gerçek. Çeşitli güçlükler, acılar, yalnızlıklar, sorumluluklar da barındırır. Üstüne üstlük durmaksızın aynı bıktırıcı, boş döngüde sürüp gider, en azından öyle görünür. Ama belki de onu anlamlı ve değerli kılan da bütün bu şeylerdir. Tanımlamaktan çok hissettiğimiz, idrakine tam olarak varamadığımız, bir yandan da değişim/dönüşüme sebep olan o varoluşsal kudret.                                                                                                                                                                 

Dünyayı tek boyutlu görmek kolaycılık olduğu kadar yanılgıların en büyüğüdür de. Yaşam ilkelerinin en başında zıtların birliği ilkesi gelir. Öyleyse mutsuzluğu dengeleyen sevinci, hazzı dengeleyen acıyı, coşkuyu dengeleyen kederi birbirinden çekip çıkaramayız. Yaşamı dengeleyen ölümü çekip çıkaramadığımız gibi.

Öte yandan dünyayı ikilikler üzerinde devinen anlamsızlıkla örülü, mekanik bir sistem olarak algılamak da doğru gelmiyor. Yaşamı ‘anlam’ dan sıyırmak, absürdün çeperine sıkıştırmak, öyle tanımlamak bedbahtlığımızı artıran bir şey olur. Her birimiz için kıymetli ve manidar olmak zorundadır o. Çünkü bilinmezle sırlanan, kuytuda pusu kuran ölümün dehşetini sezer, bizimle randevusu olduğunu biliriz. Tam da yakalandığımız yerdir burası, hayatı manidar kılan iki yakamıza yapışan bu hakikattir.

Belki de alınyazısına teslim olmamız bu ürkütücü sonluluğa bir anlam verme çabasıdır. Yapıp ettiğimiz onca şeyin altında gizlenen, ölümlerle açığa çıkan o geçici olduğumuzun bilgisidir. Havada yankılanan kahkahalarımız, sevinçlerimiz; toprağa dökülen onca ter ve gözyaşımız, kendimizde ve ötekinde açtığımız ve farkına bile varmadığımız onca yara ve üzüntü… hepsi hepsi şu yeryüzüne tutunma gereksiniminden. Nefesin o solgun, ardıllanan ince ipliksi yapısına mecburi bağlılığımızı unutmak için.

Bütün bunlar ölümü ötelemeye yeterli mi? Varlığın her an, her gün, her saniye tükenmekte olduğunu göz ardı ederek, seyirlik bir alemde olduğumuzu bilmezden gelerek nereye kadar gidebiliriz?

Bir yok oluş olarak algıladığımız ölüm, bizim için ürkütücü ve unutulması gereken bir olguya dönüşür çoğu kez. Ondan kaçar, görmezden gelir, sözünü bile etmeyiz. Üzeri toprakla örtülen ve gözümüzün önünde giderek yükselen tümseğin altında kalan bir bedenin varlığı apaçıkken hem de. O korkutucu soğuk yalnızlığıyla baş başa kalacak az sonra. Bunun idrakine varır, bu boğuntuyla çarçabuk mezarlıktan uzaklaşırız. Servilerin huzursuz eden görüntüsü; mezar başlarındaki isim ve tarihlerin çağrışımları, ortamın sessiz, dondurucu katılığı… Hepsi ölümü fısıldar bize. Bir an önce çıkmak, çıkıp unutmak isteriz kaçınılmaz sonumuzu.

zorbatv

Ölüm, hiçliğe davettir

Ağır ve kasvetlidir ölüm. Döktüğümüz gözyaşları, hıçkırıklar, iç çekişler sadece giden için değil, kendimiz içindir de. Sırada olduğumuzun sezgisiyle hareket eder, istemeden keder gömleğini geçiririz üstümüze. Varlıkla yokluğun o belirsizlikte demlendiğini, yaşamın bütünselliğini, ölümle harmanlandığını biliriz çünkü.

Ölümün kaçınılmaz oluşu nefesimize daha bir mana, kıymet katar aslında. İnsana, dünyaya ve içindekilerine yönelik aşkın bir duygu ile yükleniriz. Sevgi, şefkat, hayranlık vb. filizlenir içimizde. Sonluluğumuz hayatı canlandırır, renklendirir. İçinde dolandığımız, soluklandığımız, kokularıyla başımızın döndüğü, renkleriyle mest olduğumuz bu eşsiz dünya ve sınırsız doğanın içli güzelliğinden kopmak istemeyiz, ona daha çok bağlanırız.

Ölümsüz bir yaşam ne anlama gelir?

Ölümsüz Aşk (The Age of Adaline) adlı film bunun yanıtını arar. Bir kaza sonucu ölümsüzlüğe erişen 28 yaşındaki Adaline, o andan itibaren gençliğinin, güzelliğinin bütün pırıltısıyla zamana karşı koyar. Ne yaşlanır ne de hastalanır Adaline. Zaman onun için donmuştur. Etrafındaki her şey zamana yenik düşer, sevdikleri bir bir yitip gider, ama o aynı kalır. Ölümün elinden alınmış olması Adaline için özenilecek bir durum değildir hiç. Farklı zamanları, dönemleri deneyimledikçe yaşam önünde bitmez tükenmez upuzun bir işkenceye dönüşür. Her şeye sil baştan yeniden başlamak zorundadır. Bunaltıcı bir kısır döngüde lanetlenmiştir adeta.

Yaşam, ölümle mayalandığı için güzeldir, der Adaline özetle. Kimi zaman yeryüzünde tanık olduğumuz vahşeti, şiddeti, olmadık ihanetleri, kötülükleri görüp ölüme çağrı yaparız ama yaşamın sunduğu baş döndürücü güzelliklerden de kopamayız. Bu çağrı ya da davet hakiki olmayıp, sözde kalır. Modern insanın ölümü unuttuğunu dillendirir kimi düşünürler. Doğrudur, yüzyılın servis ettiği onca ihtişam, görkem, haz vb. karşısında sersemlemiş insanlık. Ölümsüzlük için yaratılan sahte dünyaların personalarından geçilememekte. Oyun, sadece dış dünyaya değildir bizzat kendimizedir de. Ölümü dışlayan, yok sayan bu algı beraberinde bir yabancılaşmayı da getirir kuşkusuz. İçeriksiz, anlamsız, tatsız, birbirine benzer zaman dilimleri peşi sıra birbirini takip eder. Bu yabancılaşma, günümüz insanını intihara meyilli kılar. Öylesine yakın bir mesafededir ki intihar, adeta pusuda beklemekte. Ölümü reddetmenin verdiği boşluk hissi bir yana kişiyi çevreleyen, onu kendinden uzaklaştıran öteki her şeyle birlikte yaşam içerikten yoksun, katlanılmaz bir hal alır.

Hayata ‘Evet’ Demek

Hiç kuşkusuz intihar bir seçenektir, ama umutsuzluğa düştüğümüz için ya da tatminsiz olduğumuz, yeterince görünmediğimiz için değil. Tam tersine bilinçli bir tercih olmalıdır o. İçinde bulunduğumuz zaman diliminin akışına, tekrarlayan döngüsüne, usanç veren aynılığına katlanamadığımız için olabilir mesela. Yoksa Semavi dinlerin yasaklamasıyla bu eylem engellenemez. Buna inanmak saf dillik olur zaten. Bizi yaşama bağlayan o ince ipi bir darbeyle kesip atmıyorsak tek mâni içimizdeki sestir. Onun orada bir seçenek olarak varlığı nefesimizi tazeler, hayatı daha çekilir kılar.  Emil M. Cioran’ın da sıklıkla değindiği intihar olgusu içimizde bir taş gibi durmaz kısaca. Her an kendini başka biçimlerde hatırlatır bize ve ‘yaşamı bir kâbus olmaktan çıkarır.’ (1)

Yaşamı seçeriz. Bütün kötü koşullara, talihsizliklere, hayal kırıklıklarına yeryüzündeki haksızlıklara, adaletsizliklere rağmen hem de. Sevgiyi seçeriz, gösterişsiz alçakgönüllülüğü seçeriz, varoluşun kendini bize duyuran bütün o seslerine açarız kulaklarımızı. 

Ne olursa olsun yaşama bağlanmadan, anlam atfetmeden, umudu canlı kılmadan yaşayamaz insan. Bizi çevreleyen ve zamanın ruhu denilen maddi dünya bir yerde son bulmakta çünkü. Ölümün bize mırıldandığı hakikat de budur; maddi dünyanın geçiciliği! Hiç kimse, hiçbir şey sonsuz değildir. Bu bütüncül yaklaşıma kavuştuğumuzda ölümle birlikte yaşamı da sarmalarız. Hayata, varoluşa ‘evet’ deriz.

sblunal34@hotmail.com

  1. Zenginoğlu, S. (2019), E. M. Cioran’da Ölüm ve İntihar. Jass Studies- The Journal of Academic Socual Science Studies, Number:75, Summer, P. 427-434

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.