Romantik Aşkın Metafiziği-1

Deneme

Romantik Aşkın Metafiziği-1

Sibel Ünal

 

Dönüp dolaşıp aynı denizin üstünde ilerliyoruz. Batmadan yol aldığımız bir yüzey bu. Hiç kuşku duymayız altımızdaki sıvı zeminden. Bizi kaldırma kuvvetiyle daima göğün altında, yerçekimine karşı o dalgalı, hareketli alanda tutacağına inanırız. Güveniriz. Dosdoğru, sağlam ve kabul görmüşlükle kalırız orada. Tutkuyla, yoğunlaşmış bir duygusal hal ile hem de.
O tutku ki zihni, iradeyi ve aklı ele geçirir; capcanlı, renkli, heyecanlı…Düşüncelerimiz sevdiğimizle doludur, abartılı ve coşkulu. Nesnellikten savrulur, körleşiriz. Uzay, zaman, mekân sevdiğimizle örülüdür tümden. Ona kavuşmak için, onunla olmak için olmadık şeyler yaparız. 

Neden mi bahsediyorum? Tabi ki aşktan! O büyülü, bizi kendimizden uzağa düşüren, acısında kaybolduğumuz, heyecanıyla başımızın döndüğü o duygudan! 

Annemin lanetlemek istediği biri için, inşallah aşka düşer, dediği şey bu olsa gerek. Aşkı bir ceza olarak mimlemek ne kadar doğru bilmiyorum ama annemin Fransız yazar Francis Wolff’u  tanımadığından eminim.  Yine de onunla söz birliği etmişçesine aynı yere parmağını basmakta. Wolff da aşkın, tutkunun kişinin kendinden vazgeçişine, ötekinde eridiğine vurgu yapar. 
Tutku, o suyun hareketli zemini üstünde dengeyi bulmaya çalıştığımız yerdir. Güvenli mi? Bilinmez! Tek yönlüdür, tek bir hedefe dönüktür tutku. Dostluktaki gibi karşılıklı değildir. Sizi sevmeyen birini de sevebilirsiniz. Asimetrik bir aşk olarak platonik, narsistik ya da saplantılı olabilir. Ki pek çok sanat dalının; edebiyat eserinin, tiyatronun, komedinin vb. konusu bu olmuştur.  
Bir dönüşümdür o. İnsanı kendine yabancılaştırır; esrik, bağımlı ve dağılmış hale getirir. Aşk sarhoşluğu denmesi bu büyülü halden kaynaklanır. 

Betty Blue adlı filmde de buna benzer sancılı, arzulu bir aşk vardır. Sevgilisi Zorg şöyle der: “Betty’nin var olmayan bir şey istediği hissine kapılıyorum. Dünya onun için çok küçük.”

Dünya’ya savrulan bizler için tek başınalığımız, mevcut kaosun içinde bunaltıcı gerçekten de. Aşk ise tatlı bir düş gibi bu sıkışmışlıktan, tekdüzelikten çekip çıkarır bizi; girdabına alır, hayallere savurur, başımızı döndürür. Ama bedeli ağırdır! Sancılı ve yıkıcıdır çoğu kez. Kiminde sonsuzca ızdıraplı bir arzuya dönüşür Betty Blue’daki gibi. Bir kayboluş, içi içine sığmayan bir hal, her yerin dar geldiği bir ruh durumu…

Aşk mıdır peki bu? Herkese göre değişen bir yönü vardır aşkın. Bir ucu saplantılı aşka, takıntıya da gidebilir. Nefrete dek uzanan alana da… İnce, kırılgan bir hat üzerinde ilerler çünkü.

Hakiki aşkta köleleştirme yoktur, tam tersine özgürlüğedir talep. Karşıdakinin kendi özgürlüğü, serbestliği içinde sevmesini ister. Kendisi kadar bağımsız olmasını ve dostça paylaşabilmeyi arzular. Bu ise tutkunun ve dostluğun harmanlanması, kaynaşmasıdır. Aşkın tek yönlülüğü ve dostluğun karşılıklı oluşu gerçeğinden hareket edersek bu kaynaşma aşık kişi için vazgeçilmez hale gelir. 
Aşkta aşığın kendinden kopması, kendi ‘ben’ inden sıyrılması söz konusudur. Böylece kendinden ‘yabancılaşmayı’ deneyimler ve bunu karşıdakinden de bekler. Yani ötekini sevmeyle kendini sevme arasında sonsuz bir aynalama oyununa dönüşür aşk. Lacan’ın çok bilinen o tanımındaki gibi… “Benden çıkan karşımdakine ulaşan ve bana geri döndüğünde benden çıktığını unuttuğum şey.” 
Fırtınalı denizlerde, karaya çarpa çarpa kanayarak geri dönen taşkın aşkları yaşamışlığımız yoksa da filmlerde izlemişliğimiz, romanlarda ve şiirlerde okumuşluğumuz vardır hiç kuşkusuz. En derin, en dip, en çılgın, en burgaçlı yerlerden fışkıran büyük aşklardır bunlar. Tutkulu yabancılaşma, bağımlılık üst seviyededir. Romeo ile Juliet, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı vb. Böylesi aşklar şarkılara, türkülere kısaca sanatın her dalına konu olur eskiden beri. Düşük yoğunluklu aşklardan, cinsel bağımlı aşklardan keskin şekilde ayrılırlar. Yaşanan duygu yoğunluğu delilikle, taşkın, coşkun, yürek yakan sözcüklerle tanımlanır. Bitimsizdir bu aşklar, sona ermiş olsa da son bulmaz kolaylıkla. Çoğu zaman bu aşk acısı edebiyatın konusu olagelmiştir. 
“-Senden ayrıldığımı düşündükçe yüreğime hançerler saplanıyor.
 -Duruyorlar mı?
 -Neler?
-Saplananlar…” 

zorbatv

Simetrik Aşklar
Aşka dair bir başka özellik ise karşılılıktır. Böylesi simetrik aşkta dostluğa dair sevinç, bağlılık, seçim gibi unsurları bulmak mümkün. Şiddet barındırmaz. Kendinden geçmeyi, ötekinde kaybolmayı önceleyen bir dünyadan seslenir. Mutluluğun dengesini kuran, aldığı kadar verebilen bir alan yaratılır. 
Karşılılık talebi aşkın kefesinde daima bulunsa da çelişkili bir yanı da var onun. Ötekinin özgürlüğünü fethetmek üstüne kurulan dengeli bir dengesizlikte kendini gösterir. Kendi isteğiyle kendisini arzulamasını ve sevmesini ister. Kiminde bunu sağlamak için kontrol etmeye, sahip olmaya kadar uçlaşır talebi. Denge bozulur böylece. Öte yanda aralarında örtülü veya açık bir anlaşmayla ‘biz’i oluşturdukları da olur. Bu ‘biz’ in içinde her biri kendi kimliğini yeniden örerken ötekine sadakat ve vefa ile bağlanmayı gerektiren bir etik oluşur. En nihayet ‘kutsallık’ atfedilen bu ‘biz’ toplumsal ve dinsel kurumların öngördüğü bir bağ ile garanti altına alınmak istenir.  Ancak Türk filmlerinde sıkça tanık olduğumuz ‘mutlu son’ evlilikle biten son haline gelir ve bu durumdan iyi bir hikâye ne yazık ki çıkmaz. Asimetrik aşklardan yani çatışması olan, dramdan yoksun olmayan aşklardan hikayeler bekleyebiliriz ancak. Çatışması biten, engelsiz ve fethedilecek bir şey kalmadığında Anna Karenina’daki gibi aşk tılsımını kaybeder, söner.

Aşktan Söz Ettiğimizde Ne Konuşuruz? 
Aşk, tutkuya yaslandığı gibi arzuyu da içine alır, dostlukla yürür. Bu üç bileşenin kaynaşması denebilir ona. Bir başka yönü ise onu kiminle nasıl yaşayacağımızdan çok nasıl tasavvur ettiğimizdir! Beklentilerimiz, umutlarımız, özlemlerimiz, arzularımız…Yoğun bir duygudan hayal kırıklığı dolu acı bir olguya kadar uç verebilir. Bedensel, saf-masum bir ruhsallık ya da aşkın bir şey olarak. Beklenti uyumluluk olarak da belirebilir kiminde. Ancak gerçekliğin aynasında tuzla buz olur bu durumda. Çünkü gerçek hayatın çatışmaları, zorlukları, bozgunculukları romantik aşkın zeminini sarsar. 

Aşkın hakikatinde birçok çehre gizlidir. Kişiden kişiye tanımı değişir. Mutlak değildir. Schopenhaur gibi bazı düşünürler aşkı ‘neslin devamını sürdürme eylemi’ olarak tanımlasa da. Öte yandan onu mutlaklığın içine hapsedip, aşkın bir ruh hali olarak algılayanlar da var. Bu ikisi zıt kutuplarda gibi görünür ancak büsbütün ayrı özellik gösterdikleri söylenemez. Çünkü yaratım söz konusudur her ikisinde. Yoğunlukları farklı olmakla birlikte acı ile ilişiktirler. Türün istenci ya da aşkın bir hal olarak aşk, acı ile hemhal olarak yaratıcıdır. Aşkta sınır tanımayan, sıradanlığı aşan tahripkâr bir eylemlilik vardır.  Sanattaki yansımalara bakmak yeterli bunun için. Şiir, resim, edebiyat, tiyatro ve öteki yazılı/ görsel sanat dalları bunun örnekleriyle dolu.  

Elbette sadece duyguya yaslanarak sürdürülemez aşk. Böylesi gündelik hayatın içindeki sorunlara ya da tekdüzeliğe yenik düşer. Romantik aşkların, gerçek hayatla imtihanları hep hazin olmuştur. Sönüp gitmiştir çoğu. Bunun nedenini duygulara dayanmasında aramalı. Böylesi aşkların kronolojisine baktığımızda uzun soluklu olmadıkları kolaylıkla görülebilir. 

Batıda özellikle 19.yy. başlarında aşk ‘romantik aşk’ tasavvuru biçiminde düşünüldü. Dönemin gençleri ne burjuva ahlakının belirlediği kısıtlı, ölçeklendirilmiş, sınırları belirlenmiş aşkı talep ettiler ne de sonrasında katı bilimsel, teknolojiyle donatılmış hissizleştirilmiş aşka talip oldular. Romantik duygularla ‘karşı bir dünyanın’ yaratılabileceğine inandı onlar.  Modern çağın içinde bu tasavvur gelişti. Günümüz postmodern anlayışı ise dış dünyanın sıkıştıran, stres ve hızıyla bunaltan atmosferinden uzakta, ev yaşantısının dinginliğine davet ediyor aşıkları. Ancak ev hayatına sığdırılan, orada kendini yeşertmesi beklenen ‘romantik aşkın’ gündelik hayatın tekrarlanan can sıkıcı rutinine dayanması mümkün değil. Ne ki heyecanını yitirdi zaten!  Tek başınalığa alan bırakmayan bu sınırlılıkta aşk kaybolup gitti. Bir yanıyla tek başınalığa yani özgürlüğe olan ihtiyaç öte yanıyla sürekli birliktelik, ilişkide çatlağa yol açtı. Daraltan, bunaltan, özgürlüğü sınırlayan bu durumdaki aşık sorgulamaya başladı: ‘Kendimi bu açmazdan nasıl kurtarabilirim?’

Nefes almak isteyen bir aşk talebi doğdu kısaca. Aşk, bir yönüyle vermektir de. Güncel yaşamın açmazlarına, çatışmalarına, çelişkilerine alan açmak yani nefes vermektir. Tek boyutlu, kurallı, sınırlı bir alanda aşk solmaya mahkumdur. Öte yandan gündelik hayat çatışkılarıyla örülü, mesafeyi de içeren bir aşkın sürdürülebilirliği daha olasıdır. Nefes alan, nefes veren; tekrar ve tekrar birbirine yönelen bir aşk. Sıkılı bir yumruktan çok gevşeyip kasılan bir kalp gibi atmalı aşk. Karşılıklı, güven duyulan bir serbestlik ve yine belli ölçülerde kişinin rızasıyla belirlenmiş bir özgürlük! Dengede olan bir uyumun yanı sıra çelişkileri de barındıran bir denge. Boğucu talepler yerine karşılıklı ‘kabulü’ önceleyen bir aşk. Belki de aradığımız bu.

Figen Öcal (2016), Gün Ortasında Gökyüzü, Komşu Yayınları, s. 6.
sblunal34@hotmail.com


 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.