Edebiyatta Murakami Tarzı
Ayberk Durgut
Giriş.
Dünyamızdaki her güzel sanat, insanoğlunun bir ‘dert anlatma’ biçimidir. Dansa bakarsak insanoğlu derdini ve anlatmak istediklerini hareketlerle aktarır karşısındakine. Resime bakarsak ise renklerle, çizgilerle, eğrilerle ve şekillerle anlatır. Müziğe bakarsak ise seslerle, frekanslarla anlatır istediklerini insan. Elbette edebiyatta da kelimelerle, harflerle, kafiyelerle aktarır dilediklerini insanoğlu.
Bu bağlamda, sanatçıların kendi sesini bulmaları gerekir. Ustalığa giden yolda taklit kaçınılmaz bir husus olsa da bir süre sonrasında sanatçının kendi benliğini bularak dertlerini özgün bir stille aktarması mecburidir. Hangi alan olursa olsun literatüre yeni bir kaynak, referans veya bakış açısı kazandırmanın yegane yolu budur. Yapılanı yapmak sadece bir yığın yaratır ve bir süre sonra hoş durmaz.
Güzel sanattaki örneklere bakacak olursak bu bağlamda güzel sanattaki tarihi örnek alabiliriz. Unutmayın, tarih tekerrürden ibarettir…
Örneğimiz müzik alanından. Alexander Scriabin 20. yüzyılın gelmiş geçmiş en önemli bestecilerinden birisidir. Erken dönem eserlerine baktığımızda görüyoruz ki yazdığı erken piyano sonatları, sonat-allegro formunda ve bir büyük besteci olan Frederic Chopin’in yazım stiline büyük benzerlikler göstermekte. Kendisi de mektuplarında bu durumu inkar etmemekte ve Frederic Chopin’den ne kadar etkilendiğini itiraf etmektedir. Sonrasına baktığımızda ise Scriabin’in atonal kabul edilen piyano sonatları ortaya çıkmıştır ve elbette bu da Chopin’den tamamen ayrı bir Scriabin markasını yaratmıştır. Scriabin, özünü bulmuştur. Kısaca söylemek gerekirse, herhangi bir alanda başarılı olmanın yolu, o alandaki devleri örnek almak, fikirlerinden esinlenmek, eserlerinden kopyalar yapmak fakat en sonunda ise özgün karakteri bulmaktır.
Edebiyatta Murakami Sesi
Haruki Murakami, modern edebiyatımızın en önemli ve bununla birlikte en büyük yazarlarından birisidir. Japon kültürünün popüler etkisinden kurtulan, batılı anlamda dünya edebiyatına katkılar sunan Murakami’nin kendine has tarzını yakaladığını söylemek hiç de yanlış olmaz. Özellikle psikolojik dram, gerilim ve mitolojik hikaye anlatımı bakımından Murakami üzerine pek az yazar vardır. Yazarın en bilindik romanlarından Sahilde Kafka, mitolojik altyapı barındıran psikolojik dram türünün en güzel örneklerinden birisidir. Yine bestecinin usta kaleminden çıkmış olan Karanlıktan Sonra ise psikolojik roman türünde yazılmış bir diğer kitaptır. Bu bağlamda Murakami’nin insan psikolojisinden iyi anladığını söylemek yanlış olmaz. Murakami her ne kadar mitolojik altyapıları bilerek temel almadığını, tamamen kurgusal figürlerle romanlarını yazdığını belirtse de biliyoruz ki bu kaçınılmaz bir durumdur. Bunun en güzel örneği yine Sahilde Kafka romanındaki Oedipus Kompleksi’nin uyarlamaları ve yansımalarıdır.
Buraya kadar aslında sıradan bir yazardan bahsettiğimi düşünebilirsiniz. Bakıldığı zaman çoğu yazar bu türlerde eserler vermiştir ve bazıları bu türlerde gayet başarılıdır. O halde, Murakami’yi eşsiz yapan durum nedir?
Murakami’yi eşsiz yapan etken su götürmez şekilde kopuk-süreklilik adını verdiğim bir stildir. Bu stilin daha önce varlığını görmesem de size açıklamak isterim. Kopuk-Süreklilik adını verdiğim yapı, edebiyatta bir olay örgüsünün sürekli oluşunun okuyucuya inandırıldığı fakat perde arkasında olayların bir anda kesilerek okuyucuda bitmemişlik hissinin oluşturulmasıdır. Spesifik örnek vermek istersek, romanın özünün A-B-C bölümlerini barındıran bir olay örgüsüyle kurulmuş olduğunu varsayalım. Okuyucu bu tarz romanlarda A ve B’yi, B ile C’yi birbirine bağlamaya meyillidir. Bu tarz romanlar da okuyucuya A ve B’nin, B ile de C’nin birbirine bağlı olduğunu inandırır fakat romanın sonlarına doğru A’yı B’den, B’yi de C’den bağımsız yapar ve üç senaryodan en az birini keserek romanı bitirir. Diyelim A bölümü kesilsin. Okuyucu şu düşünceye kapılır:
‘’Roman bitti ama A bölümü bitmedi. A ile B bağlanacak gibiydi fakat bağlanmadı. B’ye bağlanan köprü yoksa B’den C’ye de tam anlamıyla bir bağlanma söz konusu değil. O halde, bu romanda tam olarak neler dönüyor?’’
İşte bu, Murakami’nin en iyi yaptığı iştir. Merak duygusunu tetikleyerek okuyucuyu düşünmeye zorlamak. Bu sebeple Murakami kitaplarının neredeyse hiçbirinin bir sonu yoktur. O kitabı okuyan ve okuyacak olan kaç farklı insan varsa o kadar farklı sonu vardır kitaplarının çünkü sonu yazmak ve aradaki kopuk sürekliliği birbirine bağlamak sizin elinizdedir. Bunu yapmazsanız da yazar sizi can sıkıcı bir boşluğun içine atmaktadır.
Bu türü uygulayan tek kişi Murakami değil elbette. Bitmemişlik hissinin oluştuğu tek roman da Karanlıktan Sonra değil elbette. Fakat burada dikkat etmek gereken bir husus var. Asıl başarı bunu başarmakta değil, asıl başarı bu stili kabul ettirerek inandırmak. Okuyucunun Murakami’yi kabullenip eserlerini okuması Murakami’nin asıl başarısıdır. Asıl başarı onlarca hikaye yazıp hepsini birbirinden ayırarak okuyucuya yorumu bırakmak değildir. Murakami gibi, sanki niyetin bu olmadığını okuyucuya inandırmak ve arkadan arkadan baskı yapmak. Neyin baskısı? Düşünmeye giden yolun baskısı! Okuyucuyu o yola sokuyor Murakami.
Bu bağlamda bu stilin en düzgün işlendiği yapıtlar arasında Rüzgarın Şarkısını Dinle, Sahilde Kafka, Karanlıktan Sonra verilebilir. Bunun haricinde kısa ‘tamamlanan öykülerin’ barındığı kitapları da var elbette Murakami’nin. Kadınsız Erkekler bu stilde kitaplarından birisidir. Murakami’nin kendisini anlattığı kitapları da vardır. Mesleğim Yazarlık, Koşmasaydım Yazamazdım gibi kitapları da bulunur.
Ne olursa olsun, Murakami edebiyat literatüründe bir bulmacanın özgün parçasıdır. Her biri birbirinin tıpatıp aynısı gibi gözüken bulmaca parçaları da vardır bir bulmacada fakat bazı kısımlar vardır ki, kendisini hemen belli eder. Murakami işte öyle bir yazardır. Aslında şimdi aklıma geldi,
Murakami’yi bir bulmaca parçasına benzetirsek o bulmaca parçasının da kendi içinde bir bulmaca olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz…
Yorum
yazmak sorumluluktur.
Murakami bilmecesinde çirkefin “Çiçek Bahçesi” diye sunulması üzerine.
Öteden beridir bu konu hakkında yazmayı düşündüğüm halde, magazinsel merakı tetiklemek
endişesiyle vazgeçtim ama ün öyle bir spot etkisi yapıyor ki kimse gerçeği göremiyor. Haruki
Murakami’nin ünü de öyle bir etkiye sahip ki o ünü Amerikan sermayesini basamak yaparak
kazanmıştır. Çok satanlar sıralamasında üstlerde yer almasını buna borçludur. Hemen her sayfada bir
ürün markasından söz edilir ya da önerilir. Ama benim asıl derdim bu değil. Sözüm ona, Oedipus
Kompleksini işliyormuş gibi ensesti özendiren üslubunu reddediyorum. Bu konuda baskılanmış
fantezileri olanlar için kendi fantastik cennetlerinin aklanması demek olan o kitabı savunurlarken
acaba kontrolü yitirmek durumunda kalırlarsa neler olacağını düşünebilenler var mı? Kendi
çocuklarına tecavüzü hak olarak gören babalar, oğullarının intikam amaçlı ya da değil, kanıksandığı
için abazan kaldığında tecavüzüne uğramayı göze alabiliyorlar mı? Daha da ötesi, yaş sınırının
bebeklik çağına kadar inebileceğinin farkındalar mı? Ya da abazan kalmış oğulun, çaptan düşmüş
babasının yerini alma olasılığını?... Bu olasılıkların hiç birini önemsemeyenlere bir uyarım var: Öyle bir
ortamda cinayet kaçınılmaz olacaktır, insan psikolojisi bunu kaldıramaz. Kitabın adana merak
ediyorsanız söylemeyeceğim, adamın yazdıkları edebiyatın olanaklarından yararlanarak algı
saptırmasından başka bir şey değil; tıpkı özlük haklarını savunurken başkalarının haklarına tecavüzü
olağan karşılamak gibi
Yeni yorum ekle