“Kâbil’i yazmak, anlatmak istedim ki bellek yitimi olmasın.”

Edebiyat

 “Kâbil’i yazmak, anlatmak istedim ki bellek yitimi olmasın.”

Yazarımız Esme Aras, Çatalca, İstanbul doğumlu; Ayvalıklı. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Yazıları,
öyküleri çeşitli gazete ve dergilerde yayımlandı. Ortak kitaplarda, derleme ve seçkilerde yer aldı. 2012-2017 arasında Hürriyet gazetesinin Ankara ekine edebiyat röportajları hazırladı. Parşömen, Birgün gazetesi ve TRT Radyo 1 Gecenin İçinden programı bünyesinde edebiyat çalışmalarına devam eden Esme Aras, Ankara'da yaşamaktadır. Kelimeler tüm zenginliğidir.
Neptün Mavisi Düşler, öykü Ankara'da Edebiyat-Emsal/siz, söyleşi, Kumrunun Saklısından, öykü Yaz ; Ankara, röportaj...

Yazarın derin birikimi, evrensel düşünme yetisi, doğa ve insan sorunlarına karşı duyarlılığı kendisiyle bağ kurmamıza vesile oldu. Esme Aras’la hem ilk romanı Kâbil, Ötesi Boşluk’u konuştuk hem de edebiyat üzerine derin bir sohbet gerçekleştirdik.

.

Askerlik, uzak ıssız bir şehir Kâbil ve ötesinde bizi bekleyen bir aşk. Mert’in kendisi gibi öğretmen olan eşi İpek ile olan ilişkileri romanın yine temel taşlarından. Kayıp ve yas üzerine çok derin anlamların bulunduğu Kâbil, Ötesi Boşluk’u bitirdiğimde hem büyük bir doyum hem de inanılmaz bir üzüntü hissettim.  Mert’in “Yok böyle bir acı! Haftalardır kaçmaya, aklıma geldikçe hemen kovalamaya çalıştığım o düşünce, pat diye karşıma dikilivermişti. İşte bu gerçeğin içimde kopardığı fırtınada ilk kez kimsesizdim.” (s:146) dediği sayfalar sevdiği bir kişinin ardından yaşanan çaresizliği bize çok net hissettirdi. Bu güzel roman için tebriklerimi kabul edin lütfen. Öykü yazarlığından geldiğiniz için böyle derinlikli bir roman yazma sürecinin zorlukları oldu mu?

Beni mutlu eden değerli görüşleriniz için teşekkür ederim. Evet, iki öykü kitabım var. Aynı zamanda edebiyat röportajları yapıyor, çeşitli platformlarda yazıyorum. Elbette roman yazma süreci, öykü yazmak ve röportaj yapmaktan farklı, benim açımdan bir ilk deneyimdi. Önceleri küçük küçük öyküler kurma düşüncem vardı ama metin anlatısı kendine daha uzun bir yer istiyordu. Anlatım daha ayrıntılı olmalı, yazım ve anlatı zamanı geniş bir takvime yayılmalıydı. Roman, öyküye kıyasla yazan kişinin hayatını kaplayan bir tür. Başka bir şeyle ilgilenmeyi engelleyerek, aynı konu üstünde aylarca, yıllarca çalışmayı gerektirebilir. Ben de bu konu üzerinde düşünmeye başladığımda, tarihi gerçekleri fon olarak kullanabileceğim bir yapı kurmaya karar verdim ve temayı zihnimde epeyce yoğurdum. Amacım savaşın nelere sebep olduğunu, olabileceğini, kısmen yaşanmış olaylar üzerinden roman kurgusu içinde verebilmekti. Bu anlamda ele alınan meselenin hayatiliği kitabın ağırlık merkezini oluşturdu. Bir hayal kurarak çıktığım bu yolda, sözcükleri dokuya dokuya hayat buldu metnim. Yazamasam üzülecektim tabii, yazarken zorlandığım zamanlar oldu ve en nihayetinde ortaya böyle bir kitap çıktı.

Hindikuş Dağları’yla çevrili bilinmeyenlerle dolu bir ülkenin yine adını sadece haberlerde duyduğumuz başkenti Kâbil. Kâbil şehrinin bu kadar merkezde olduğu bir roman yazma fikri nasıl ortaya çıktı? 

İlkin şunu belirtmeliyim: Bu kitap Cumhuriyet’in 100’üncü yılına denk geldiği için çok mutluyum ve önemine inanarak dosyamıyayına hazırladığı için Telgrafhane Yayınları’na müteşekkirim. Bazen kayıpları ve kaybedilecekleri göstermek, kazançları göstermekten daha etkili oluyor. Bu amaçla Cumhuriyet ve demokrasinin nasıl büyük bir kazanım olduğunu bir roman kurgusuyla anlatmak istedim. Çünkü Afganistan bunun için iyi bir örnek, ülkenin ibret alınacak bir öyküsü var. Kâbil üzerinde düşünmeye başlayıp notlar almam yirmi yıl öncesine,11 Eylül saldırılarında İkiz Kuleler’in yıkılmasına kadar gidiyor. Amerika2001’de Afganistan’a yönelik bir operasyon başlattığında, NATO’ya üye ülkelerden destek talep etti. Türkiye de o kapsamda, ilk andan itibaren Afganistan’da yer aldı. Geniş bir zamana yayılan bu sürede pek çok olay yaşandı; onca emek, zaman ve para harcandı. Aradan yirmi yıl geçti ve önceleri Taliban’a karşı olduğunu söyleyerek harekâta başlayan ABD, 2020’ye gelindiğinde Katar’ın başkenti Doha’da Taliban ile aynı masaya oturup askerlerinin ülkeyi terk etmesi yönünde bir anlaşmaya vardı. Ne yaman dilemma! NATO’nun geri çekilmesinin ardından Taliban’ın kısa sürede Kâbil’i ele geçirmesiyle, özellikle kadınlara uyguladığı insan hakları ihlallerini duymayan kalmadı. Çaresizlikten uçakların iniş takımlarına, kanatlarına tutunmaya çalışan insanların metrelerce yüksekten düşmelerini televizyonlarımızdan an be an izledik. Zihinlere sanat yoluyla seslenmeyi istediğim bu konu benim açımdan bir düşünme fırsatı oldu, aynı zamanda üzerinde düşünülsün istedim. Çünkü bir tarafta insanın hayatta kalma çabası, öbür tarafta insanlığın birbirini yok etme dürtüsü vardı.

Biz Kâbil’i birinci ağızdan, romanın kahramanı olan askerî okul öğretmeni Mert’le çıkılan yolculukta ona eşlik ederken onun gözünden görüyoruz. Afganistan ile olan bilgimiz bir okur olarak kısıtlı. Mert’in, altı aylığına Türkçe dersi vermek için gittiği ıssız coğrafyadaki ilk izlenimleri bir yerde bizim görüşümüz oluyor. Hiç görmediğiniz bu yerleri böyle incelikli anlatımınız çok etkileyiciydi. Şehri araştırma süreciniz nasıldı? 

Yoğunlaşma sürecinde erişebildiğim kaynakları araştırıp okudum. Gündemi, haberleri takip ettim, gazete kupürlerini biriktirdim. Bölgede görev yapmış çeşitli meslek gruplarından kişilerle görüştüm, fotoğrafları inceledim. Bu anlamda Google Earth programı, elde ettiğim verilerin somutlaşmasına olanak tanıdı. Güvenlik nedeniyle Kâbil’e gidebilmem mümkün değildi. Elinizde resmi bir gerekçe ya da görev raporu olmaksızın, ben gözlem yapmaya geldim düşüncesiyle bir kadın turist olarak Afganistan’a girmeye çalışmak çeşitli sakıncalar doğurabilirdi. O dönem NATO’nun kontrolündeki Kâbil’de bombalar patlıyor, Taliban sivilleri de hedef alan terör saldırıları düzenliyordu. Bu durumda yazarken neleri alıp neleri dışarıda bırakacağıma dair bir seçim yapmam gerekti. Böylece gerçeğe zihnimle müdahale ederken, yeni bir metin oluşturdum. Güvenli ve sağlıklı bir şehir yaşantısının olmadığı bir ülkede geçen olay örgüsünde, tel örgülerin ardındaki kapalı mekânlar yazarken epeyce avantaj sağladı.

“Onlar ancak “öz”e önem veren şairlerden sayarlardı, aylak sınıfın eleştirmeleri. Şu içinde bulundukları darboğazda önemli olanın, biçim değil, söylenecek söz olduğunu onlar da bilmez değildi. (…) Ortaya konulan ürün, yazılıştan ötürü değil, yazılandan ötürü değerli olmalıydı.“ diyor Rıfat Ilgaz Karartma Geceleri romanında,  romanda sade ve akıcı bir dil kullanmanın gerekliliğini savunurken. Ama biliyoruz ki Türk edebiyatı yine en güzel anlatımını Ahmet Hamdi Tanpınar'ın yoğun ve edebi bir dil kullanarak yazdığı Huzur’da buluruz. 

Sizin bir yazar ve nitelikli bir okur olarak tercihiniz nedir?

Tüm bunlara baktığımızda Kâbil, Ötesi Boşluk romanınızda nasıl bir dil kullanmayı tercih ettiniz? Bu dili seçmenizdeki sebepleriniz nelerdi?

Türe, seçilen temaya, biçim-öz uyumuna göre anlatım olanakları farklılık gösterecektir hiç kuşkusuz. Ayrıca yazınsal metinler zamana, mekâna, okuyup algılayan kişiye göre yoruma açıktır. Burada bir kavrayış çeşitliliğinden bahsedilebilir. Edebiyatçılar yazarken bu hakkı kullanır, sırası geldiğinde okur da kendi hakkını kullanacaktır.

Tarihi gerçekleri kurgunun içine yedirmeye çalışırken zorlandım, özellikle didaktik olmaktan kaçınmak amacıyla epeyce debelendim. Çünkü bir öykücünün zihin yapısıyla roman dilini bulmam kolay olmadı. Gelecek kuşakları bugünden haberli kılmayı amaçlar, o gerçekliği farklı yönleri ve nitelikleriyle ele almaya çalışırken hem seçtiğim konu hem de yeni bir türde kalem oynatmak bakımından, haddimi aşmaktan ürktüm açıkçası. İnsanlığın bu dünyada yapıp ettiklerine eleştirel bir bakışla yaklaşan romanda İpek yolu” ve “Yaşam yolunda” adlı ilk ve son bölümlerde ana karaktere odaklanan anlatıcı, Mert’e yakın durarak onun iç dünyasını, duygu ve düşüncelerini bir günlüğün satırlarında duyumsatıyor. Aynı zamanda Afganistan’ın tarihi, coğrafyası, toplumsal ve siyasi yapısının okur tarafından öğrenilmesini sağlıyor. “Sevgiyle hep” adındaki ikinci bölümdeki mektup ise doğrudan İpek’in anlatı üslubunu oluşturuyor. Yalnız onun sesi duyulurken,iç dünyası daha dolaysız aktarılıyor.

Öykülerin, romanların, kitapların adları öncelikle metni birer varlık yapmaya yararlar, onları ete kemiğe büründüren bu süreç kimi yazar için çok kolayken kimi yazarlar içinse aşılmayı bekleyen büyük bir engel oluşturur önlerinde. Aslında bir kitabı diğerinden ayırmayı amaçlayan basit gibi görünen bu eylem gerçekte tüm romanın yükünü sırtında taşır. “Kâbil, Öteki Boşluk”da biz okurları çok düşündüren, merak uyandıran acaba ne anlatıyor hissi veren güçlü bir isim. Sizden bu isim sürecinin nasıl ilerlediğini öğrenmeyi çok isteriz. 

Dosyanın isim babasının Necati Tosuner olduğunu söylemeli ve kendisine bir kez de buradan teşekkür etmeliyim. Öyküde, başlık da metne dahildir diye düşünerek bir isim seçilir. Bir novella uzunluğundaki bu kitabı eline alan okur da içinde ne anlatıldığına dair fikir edinmeli. Bu anlamda Kâbil, Ötesi Boşluk adı, kapak görseliyle birleştiğinde bunu her yönüyle karşılıyor. Kitabın sonuna doğru Mert,“Düşünmek istediğimde, bazı anlar kafamda yok, ötesi boşluk…” diyor. Her ne kadar bir hasta yakını olarak tüm çabaları sonuçsuz kaldığı için Bunu söylese de toplumsal olanla bireysel olan arasında kurulan bu yapıda, bugünün gerçekleri karşısında bir umutsuzluğun altını çiziyor o cümle.  Çünkü yirmi yılın sonunda Afganistan halkı kaderine terk edildi. Kadınlar ve çocukların gelecekte eşit haklardan yararlanma konusundaki akıbeti ise hâlâ belirsiz.                                                                          

Uçurtma Avcısı’nın yazarı Khaled Hosseini: “Beğenseniz de beğenmeseniz de yazmalısınız.” diyor bir konuşmasında ve günlük yazma alışkanlıkları oluşturmanın önemini vurguluyor. İlk romanınızı yazarken kullandığınız bir yazma alışkanlığınız var mıydı? Yazarken oluşturulan rutinlerin öneminden bahsedilir, sizin böyle bir rutininiz varsa öğrenebilir miyiz? 

 

Her koşulda her yerde yazabilenlerden değilim. Özel hayatımda da düzenli, planlı olmayı severim. Genelde çalışma odamda okuyup yazmayı tercih ediyorum. Tabii hayatı bir kadın olarak deneyimliyorum ve toplumsal cinsiyet rollerinden kaynaklı sorumluluklar bazen ön planda oluyor. İşte o noktada koşullar bana uymazsa ben koşullara uymaya gayret ediyorum. Gürültülü ortamlardan hoşlanmam. Okurken sessizlik, yazarken sadece kafamdaki düşüncelerin yarattığı bir kalabalık olsun isterim. Çalıştığım ortamda benim seçtiğim bir müziğin mırıltısı duyulabilir. Dışarıda gözlem yaparken, yolculuklarda küçük notlar alabilirim. Ama iş uzun vadede düşünerek yazmaksa kendimle kalmaya, o yalnızlığa ihtiyacım var.

Her dönem içinde geniş bir ifade imkânını barındırır. Mağara resimleriyle başlayan bu anlatım antik kentlerde mozaiklerde mitolojik anlatımlarla devam etmiş, değişmiş, farklılaşmış ama bir şekilde edebiyatın bir parçası, anlatım biçimi olmuştur.

Sizce şimdi içinde bulunduğumuz sosyal medya, “edebiyat olayı”nı, yazar, okuyucu ve metin bağlamında nasıl etkiliyor? Sosyal medya edebiyatiçin bir imkân mıdır, yoksa edebiyatın kendini tükettiği bir elverişsiz ortam mı?

Maalesef ki iş, yazar açısından yayıncıları yazdığına ikna etme ve eserin basılmasını sağlama uğraşının zorluğuyla sınırlı kalmayıp ötesine geçiyor. Yazan kişi aynı zamanda kendi ürününü tanıtmak, pazarlamak, her koşulda reklamını yapmak zorunda. Oysa kitabın görünür olması, okura ulaşması için gösterilen bu çaba yazarın işi olmamalı. Ama hepimiz kendimize yakıştığını düşündüğümüz ölçüde, bir çerçeve içinde bunu sosyal medya hesaplarımızdan az çok yapmaya mecbur kalıyor hatta gerekli temasları kurmaya çalışıyoruz. Sırf bu nedenle birer sosyal medya fenomenine dönüşen kişisel hesaplarda, ilgili ilgisiz fotoğraflara eşlik eden uzun uzun demeçlerden geçilmiyor. Ki bu efor gerçekte yazarın çalışma zamanından çalıyor. Kitap bir nesne olmanın ötesine geçerek pornografik bir objeye dönüşüyor. Üzgünüm ama yazarın kendisi de öyle… Bu karmaşa ortamında neyin sahici neyin aldatıcı olduğunun ayırdına varmak da ayrıca yorucu.

Esme Hanım edebiyatın toplumu bilinçlendirmesi üzerine konuşmak istiyorum. Sizce içinde bulunduğu toplumun sorunları bir yazarın yazma motivasyonunun temelini mi oluşturmalı? Toplum adına faydalı bir konu olup olmaması yazılan roman ya da öykünün değeri için bir kıstas oluşturur mu? Edebiyat nasıl toplumsal değerleri tartışır?

“Yazar ya da sanatçı kişi illaki toplumsal olanı, tanıklığını yazmalıdır” gibi bir yaklaşım herkes için geçerli midir? Yazmanın ön koşulu, olmazsa olmazı mıdır bu genelleme? Böyle bir zorunluluktan söz edilemez sanıyorum. Ama yine de toplumsal duyarlılığı olan her yazarın çağın, üzerinde yaşadığı toprak parçasının, içine doğduğu toplumun ve dünyanın gerçeklerine kayıtsız kalamayacağını düşünüyorum. Bazen de kendinden yola çıkarak toplumsal olanı işaret edebilir ki buna yeniden yaratmak denir. Çünkü yazınsal metinlerin birincil amacı ders vermek, bilgi aktarmak, bir şey öğretmek değil, olmamalıdır. Ama yine de edebiyatta gerçek hayat dil aracılığıyla yeniden yaratılırken, bir bilgi, duygu ve deneyim aktarımı söz konusudur. Bu sayede okur hiç yaşamadığı bir deneyimi yaşamış gibi hissedebilir, bazen de bir kültürü, tarihi veya dönemi edebiyat metinlerinden öğrenebilir. Dünyanın en ücra köşelerine, Afganistan gibi uzaktaki pek çok ülkeye hep belli bir mesafeden, yabancılık duygusu üzerinden bakarak sahip oldukları kültürü değerlendiriyoruz. Düşmanlık gütmeden, kültürel şartlanmalardan uzak kalarak, arada belli bir mesafe bırakılarak yazılan edebiyat metinlerinin, insanı ve insanın yaptıklarını anlamaya yarayabileceğine inanıyorum. Belki dünyayı ve bizden uzak coğrafyaların dramını anlamak için bir kapı aralayabilir. Evet, sanatın böyle dönüştürücü bir gücü var ve temelinde meselesi olan yapıtları önemsiyorum. Bendekine böyle bir yazar bilinci, duyarlılığı ya da vicdanı denir mi emin değilim ama kendi algılarım çerçevesinde, o bilgilerin bende olmasından kaynaklı bir sorumluluk duygusuyla Kâbil’i yazmak, anlatmak istedim ki bellek yitimi olmasın. Çıkış noktasında ise Svetlana Aleksiyeviç’in 2015’te Nobel edebiyat ödülünü aldığı Çinko Çocuklar adlı romanının bana cesaret verdiğini söyleyebilirim.

Sıkı bir okur ve iyi bir yazar olarak 2024 ün bu ilk ayında geçen yıla dönüp baktığımızda sizi en çok etkileyen beş eser ismi alsak.

 

Necati Tosuner, Daldaki Kuş, öykü, Axis yayınları, Eylül 2023

Ercan Başer, Vicdan ve Güzellik, roman, İthaki Yayıncılık, 2023

Onur Çalı, Gemilerle Seyahat Eden Sözcükler, deneme, Sia Kitap, Ağustos 2023

Özkan Aras, Ankara’da Bir Garip Orhan Veli, araştırma-inceleme, Dorlion Yayınları, Kasım 2023

Editör Halil Genç, Cumhuriyetimizin Yüzüncü Yılında Geçmişten Günümüze Ayvalık’ta Zeytin Hasadı, derleme, Parma Kitap, Aralık 2023

 

Sevgili Gamze Hanım, emek yoğun çalışmanız, katkınız ve nitelikli sorularınız için derinden bin teşekkür... Sevgiyle ve edebiyatla hep.

 

 

Yorum

Iclal Nur (doğrulanmamış) Per, 18 Ocak 2024 - 09:13

Nitelikli bir söyleşi. Emeği geçenleri kutluyorum. Esme Aras yolunuz açık olsun. Kâbil okunmak üzere sıraya girdi. ..

İlkay Deniz (doğrulanmamış) Sa, 30 Ocak 2024 - 16:31

Sevgili Gamze hocam
Söylesileriniz daha çok bağlıyor size. Yazarla derin bağ kuruyorsunuz. Bu da biz okuru içine alıp götürüyor. Yazarla ilk defa zorbatv.com aracılığıyla tanımaktan mutluluk duydum.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.