Bozlak

Öykü

Bozlak


Ülkü Yalım Günay

zorbatv.dergi


Sesler düpedüz evin altından geliyor. Mors alfabesine benzer vuruşlar bunlar. İki uzun, bir kısa, üç kısa bir uzun, iki kısa, kısa uzun, kısa uzun. Başka yapacak işim olmadığından, kulak kesilip dinliyorum. Oyalayıcı olmasına oyalayıcı, ama keşke mors alfabesi bilseydim. Sözcükleri sökebilsem, söylenenleri anlar, daha çok eğlenirdim. 
Yattığım yerden, bu alışılmadık seslerin sırrını çözmeye uğraşırken, olasılıkları değerlendiriyorum bir bir. Hepsi de çılgınca. Ya birileri evin bodrumunda gömü arıyor, ya babaannemin abus kedisi Manşon öldüğünden beri hızla çoğalan azman fareler, açlıktan kafayı yediler, kendilerini duvarlara vuruyorlar, ya da evi hayaletler bastı. Dedemle babaannemin canı öbür tarafta sıkıldıysa, küçük bir ziyarete de gelmiş olabilirler pekâlâ. Torunlarının tembel tembel yattığını görüp uyarmak istemişlerdir. Onlara göre, eller ensede kilitli, gözler tavana dikili,  bütün gün böyle bomboş yatmak, zaman öldürmek en büyük günah.

Keyfimden yatmıyorum oysa ben. İşsizim epeydir. Başvurduğum yerlerden yanıt bekliyorum. Sahip olduğum tüm kitapları ikişer kez okuyup bitirdim çoktan. Yenilerini alacak para nerede, alamıyorum. Dahası açlıktan hayal bile kuramıyorum. Meteliğe kurşun attığımdan, dışarı çıkmak gibi bir lüksüm de yok. Yatmaktan başka ne yapabilirim ki? Tek sığınağım bu ev. İyi ki var. Eski meski, ama o da olmasa başıma gelecekleri düşünmek bile istemiyorum.
Günlük tutan biri olsaydım, son sayfaları şöyle olurdu:
22  Mart
“Hâlâ iş bulamadım, sıkıntıdan patlıyorum”
23 Mart
“Bu gün de çok sıkıldım”
24 Mart
“Bu gün dünden daha çok sıkıldım”
25Mart
“İş başvurularım boş çıktı, param da bitti”
26 Mart
“Bu gün her zamankinden daha çok sıkıldım”
27 Mart
Ekmeğim de bitti”
28 Mart
“Artık sıkılmaktan sıkılıyorum”
Allahtan, günlük tutan biri değilim.

vin, kapı pencere doğramaları iyice çürüdüğünden, rüzgâr bir taraftan girip öbür taraftan çıkıyor. Hele şiddetli estiğinde, macunsuz kalmış camlar duyulmamış türküler tutturuyor. Zaman zaman bu türkülerin, uğultulu bir uzun havaya dönüştüğü bile oluyor. Ta ciğerden kopan bir bozlağa. 

Başka marifetleri de var evimin. Kurumuş tahtaların gıcırtısı, çatı arasındaki güvercinlerin gurultusu, eskiden bu evin olan bahçedeki ağaçların uğultusu bir birine karışıyor. Bunlar, zamanla kulağımın alıştığı bir kakafoninin bileşenleri. Kısaca; “Sessizlik en içli müziktir” sözünden habersiz bir ev bu. Ama iki gündür duyduğum sesler, bunlardan hiçbirine benzemiyor. Kaynağı belirsiz, ısrarcı, tartımlı ve sürekli. Sanki insan işi bu, rüzgârın ya da güvercinlerin işi değil.

Yattığım oda ikinci katta. Acıktıkça aşağıya, giriş kapısının açıldığı sofa ile üç odanın ve mutfağın bulunduğu kata iniyorum. Çay demliyor, peynir ekmek yiyorum. Sofanın çevresine dizili bu üç büyük oda şimdilerde bomboş. Babaannemin kemiklerini sızlata sızlata, üçünün de eşyasını sattım, parasını bitirdim. Varlıklı günlerin son izleri de silindi böylece evden.
Mutfaktan inilen kilere, içinde yiyecek bir şey kalmadığından, çoktandır girmiyorum. Eskiden; babaannemin yaptığı reçellerin, turşuların, salçaların kavanozları, erzak torbaları, sirke, pekmez, ziytinyağı fıçıları, tarhana ve un çuvallarıyla ağzına kadar dolu olurdu burası. Kendi elleriyle kesip kuruttuğu eriştelerin torbalarını, hamur kırılıp ufalanmasın, bir de fareler ulaşamasın diye, özenle asardı çengellere. O eriştelerin tadı hâlâ damağımda. Pastırmalar, sucuklar da yok artık. Ne reçel kaldı ne tarhana, ne turşu. Kiler boşaldığından beri, insanoğlunun ömrü boyunca ne çok yiyecek tükettiği gerçeğini, sık sık düşünür oldum. Tüketilenin yerine yenilerini koyamazsan neler olacağını da çok iyi biliyorum artık. Evlerin de insanlar gibi açlıktan öldüğü gerçeğini de. 

Yata yata, pratikte işime yaramayan, buna benzer daha pek çok şeyi keşfettim. Ha bir şey daha var; açlık insanı bilgeleştiriyor.
Eskiden evin bahçesi çok büyüktü. Dedemin yetiştirdiği ağaçların meyveleri, yaz sonu reçele, pestile dönüşürken, ateşin üzerinde kaynayan kazanların çevresinde ne oyunlar oynardık. Tarhana kurutulurken üzerine basmayalım diye dedem bizi uyarırdı. Nasırlı kocaman elleriyle başımızı okşardı. En çok bağbozumunda eğlenirdik. Koca koca, zor taşıdığımız sepetlerle komşulara üzüm taşırken, rekabetin çekiminde birbirimizi kıyasıya zorlar, yarışırdık.
Bunları düşünürken, ağzımın sulanmasıyla yetiniyorum şimdi.

Telefonum yok, iş başvurularımın sonucunu öğrenmek için, evden çıkmam ve kapı kapı dolaşmam gerekiyor. Yanıtın hiç değişmediği bu tur bittiğinde yeniden perili köşküme dönüyor, eprimiş pijamalarımı giyiyor, yatağa giriyorum. Telgraf aleti durmadan çalışıyor; kısa uzun, kısa uzun… Kim bu usta, merak ediyorum? Orkestraya yeni katılan bu enstürman usul usul öbür sesleri bastırmaya başlıyor sanki. Dedim ya, çok ısrarcı…
Bir gece, tuvalete gitmek için yatağımda doğrulup oturduğumda, ayağıma yumuşak bir şey sürünüyor, korkuyla ürperiyorum. Evi fareler bastı diyeceğim, ama yiyecek bir şey olmayan evde farenin işi ne? Yoksa beni mi yemeğe karar verdiler?

Elektriğin hâlâ kesilmemiş olması mucizesine minnet duyarak, kalkıp ışığı açıyorum, olamaz!!! Babaannemin abus kedisi bu; MANŞON. 
Kişiliğine hiç yaraşmayan bir munislik içinde duruyor üstelik.
Manşon öleli yıllar olmadı mı?  Hem o böyle sevecen bakmaz insanlara, bakışları kan dondurucudur. Böyle sessizce sürtünüp yaltaklanmak da yazmaz defterinde. Ne olmuş bu hayvana, yumuşamış. Sürtüne sürtüne beni kapıya doğru yöneltmeye çalışıyor. Açlıktan başım döndüğünden yavaşım, dengemi bulabilmek için duvara tutunuyorum. Merdivenin başında durup bakıyor Manşon, ardından geliyor muyum diye. Sonra usul usul aşağı iniyoruz. “Mutfakta yiyecek bir şey yok” diyorum, “karnın açsa boşuna heveslenme” Dinlemiyor bile.

Mutfakta hiç duraksamadan kilerin merdivenine yöneliyor. Merdivenin başındaki düğmeyi çevirip kilerin, derme çatma bir düzenekle tavandan sarkıtılmış lambasını yakıyorum. Yuvarlanmamak için tırabzana tutunarak iniyorum aşağıya. Loş ışığın elverdiğince bakınıyorum çevreye.  
Aaa, halam, boş bir sirke fıçısının üstüne oturmuş beni bekliyor. Canı sıkkın gibi.
“Hala” diye bağırıyorum. Sesim çığlığa benziyor. Sarılmak için yaklaşıyorum, eliyle durduruyor beni. “Nerde kaldın sen” diyor, sitemli bir sesle. “Günlerdir işaret yolluyorum, hiç oralı olmuyorsun. Sonunda Manşon’u yollamak zorunda kaldım”

“Yaaa, o sendin demek.  Mors alfabesi biliyor muydun hala sen? Bunu hiç duymamıştım”
“Salak salak konuşma” diyor. “Şimdi benimle geliyorsun, annenle baban bizi bekliyorlar. Geciktik diye kızacaklar bana, seni çok özlemişler”
“Babaannemle dedem?”
“Onlar da oradalar merak etme”

İteliyor beni, yürüyoruz. Meğer bizim kilerin dibinde, aydınlık, geniş, sıcacık bir tünel varmış. İlk kez görüyorum. Daha önce görmemiş olmama şaşıyorum ama   bunun ne büyük bir kayıp olduğunu düşünüyorum daha çok.  Açlığım, endişelerim, işsizliğim, özlemlerim silinmiş, huzur içinde dalıyorum yerçekimsiz tünele. 
Manşon mutlu, kuyruğunu dikmiş, en önde yol gösteriyor. Halam arkamda, sanırım vazgeçip geri dönmeyeyim diye dürtükleyip duruyor beni.

*Fotoğraf: İbrahim Terzioğlu, Bağlum'da Mevsimlerin İzleri


 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.