Cıncık

Öykü

Cıncık


Esra Bölgen

Her yeri ağrıyarak uyanmıştı yaşlı adam ama ‘dinleme kendini’ diyerek zorla da olsa yataktan çıkmaya çalıştı. Yıllardır değişmez şekilde erkenden kalkardı. Küçükken babaannesini anlamazdı. 
‘’İşin yok niye erkenden kalkıyorsun, babaanne?’’ dediğinde,

Babaannesi gülerek, ‘’yaş çoğalır, uyku azalır’’ derdi. ‘’Sen de benim yaşıma gel inşallah, o zaman anlarsın’’ dediğinde çocuk aklıyla; 
‘Daha çok var, ölürüm ben o zamana’ dediğinde anlamazdı babaannesi Sevim’in niye kahkaha attığını. Kendisi okula gitmek yerine daha çok uyumak isterken, babaannesini erken saatlerde pencere önünde düşünceli bir şekilde otururken bulduğunda garipserdi. Şimdi ise neredeyse babaannesinin yaşında çözmüştü yaşlı kadının ne demek istediğini ama maalesef bu sonucu değiştirmiyordu. Artık elinden bir şey gelmiyordu çünkü. 

İnsanlar başlarına gelmeden bir şey anlamıyorlardı. Bu yaşta belki de en net öğrendiği şey buydu. ‘Ne öğrenmen gerekiyorsa onu mutlaka yaşayacaksın’ dedi içinden kahvaltısını hazırlarken. Evin sessizliğine de alışmıştı. İki sene önce, elli yılını paylaştığı karısını bir anda kaybedince ‘alışamam’ demişti halbuki yalnızlığa. Belki halâ babaannesi Sevim’le aynı adı taşıyan karısının yokluğuna alışamamıştı ama yalnızlığa alışmıştı. Çok ısrar etmişti dört çocuğu da yanlarına taşınsın diye ama hiçbir şekilde ikna edememişlerdi babalarını. İki kız, iki oğulları ve bir o kadar evlât olarak gördüğü damatları, gelinleri vardı. Ama ne olursa olsun ‘evim’ demişti. Sanki evi kapatırsa işte o zaman gerçek anlamda eşini kaybedeceğini düşünmüştü. Her köşede yaşanmışlıkların bir kanıtı olarak duran eşyalarla ve yıllar boyunca biriktirdiği anılarla dolu, gözü kapalı yolunu bulacağı bu evden taşınmak bir tür yaşarken ölmekti onun için. Sonunda çocukları pes etmiş ve babalarını bir süre daha kendi haline bırakmaya karar vermişlerdi. Onun yerine her gün uğrayarak, yemek yapıp getirerek, zaman zaman kahvaltıda onun evinde hafta sonları toplanarak doldurmaya çalışmışlardı annelerinin bıraktığı eksikliği. Çay içerken durdu birden, ‘alıştım mı acaba gerçekten?’ derken içerden karısının sağlığında, torunlarının hediyesi olan kuşları Cıncık ötmeye başladı. Çok mutlu olmuştu karısı kuşu görünce, ‘tüylerine bak Cahit Bey sence de cıncık gibi parlamıyor mu?’ dediğinde belli olmuştu kuşun adı. Kendi bölgelerinde kullanılan, ‘cam’ anlamına gelen bir sözdü cıncık. Sonra da evin neşesi, torunlarının koşa koşa gelmesine neden olan evin bireyi durumuna gelmişti kuşları. Karısı, ‘canım’, ‘öpücük’, ‘aşkım’, ‘babacık’, ‘anneciğim’, ‘fıstık’ gibi birkaç kelime bile öğretmişti. Şimdi de bağırıyordu içeriden ‘babacık’ diye. Karısından sonra kafes temizliği, yem, su koyma işleri kendisine kalmıştı. Hiç ilgilenmezdi daha önce böyle şeylerle. Sadece severdi. ‘Eee, Cahit Bey, bunu da öğrenmen gerekirmiş demek ki’ diyerek kalkıp Cıncığın yanına gittiğinde bu seferde ‘öpücük’ diye bağırmıştı kuşları. ‘Hay seni köftehor, güldürdün beni yine’ dediğinde Cıncık sevildiğini anlamış gibi daha sık öpücük demeye başlamıştı.

Artık karısı yerine Cıncık ile konuşmaya başlamıştı. Hatta bazen karısı yanındaymış da onu da dahil eder gibi konuşur, sonrasında da yaptığından çekinirdi. ‘Deliriyor muyum yoksa?’ derdi kendi kendine. Ama çoğu yaşıtı arkadaşı göçmüştü bu hayattan. Kahvehane kültürü de olmamıştı hiç. Emeklilikten sonraki çoğu zamanını sabah yürüyüşleri yaparak ve karısıyla beraber sohbet ederek geçirir olmuştu. Bir de torunlar vardı tabii ki. Çocuklarının hepsi çalıştığından torunlara bakmak onlara kalmış ve bazen kendilerinde bazen onların evine giderek yardımcı oluyorlardı. Hayat çok doluydu o zamanlar. Ama şimdi torunlar büyümüş, okullu olmuş ve kendilerine ihtiyaç kalmamıştı. Belki de bu ihtiyaç kalmama hali yaşlandırmıştı onları. Çocuklarına gittiklerinde veya onlar geldiğinde torunlarının elindeki cep telefonundan başlarını kaldırmamaları, kendilerini fazla ve dışlanmış hissetmelerine neden olmuştu. Türk filmlerindeki ayrı dünyaların insanı olmak durumunun farklı versiyonunu yaşayan, mecburen bir araya gelmiş insan topluluğu gibiydi durumları. Fiziksel olarak var ama zihnen yok insan topluluğu…

Hatta çocukları bile aynı şeyi yaparlardı ki birkaç defa ‘elindekini bıraksan da yüzünü görsek’ diye şaka yollu konuştuğunda, ‘aman baba, şimdi her şey bundan hallediliyor. Mesajlara cevap vermek gerekiyor, banka işlerini hallediyoruz, maillere bakıyoruz’ diye bitmek bilmez mazeretler sunarlar, kendisi de dediğiyle kalırdı. Ne kendisi ne karısı anlamazdı bir şey dediklerinden ama anlamış gibi kafalarını sallar, çocukları da bu hareketi bir onay olarak görür ve devam ederlerdi yaptıkları işlere. Bir gün çocukları gelip gittikten sonra karısına; ‘geldiler, gittiler de ne oldu şimdi?’ dediğinde, karısı gülerek ‘aman düşünme hiç. Şimdi böyle demek ki! Biz birbirimizle konuşuyoruz ya gerisi önemli değil’ deyip konuyu geçiştirmeye çalışmış ve eklemişti ‘hem bizim bir de Cıncığımız var konuşacak değil mi ama?’ diyerek kuşun yanına sevmeye gitmişti. Ne zaman canları bir şeye sıkılsa, araları limoni olsa Cıncık ile sesli konuşurlar ve onu bir tür aracı gibi kullanırlardı. Yüzlerine söyleyemediklerini kuşa söyleyerek lâf çakarlardı birbirlerine. Cıncık ise anlarmış gibi dinler ve sonunda ‘öpücük’, ‘babacık’ ya da ‘anneciğim’ diyerek cevap vererek onları güldürür, bilmeden arabuluculuk görevini başarıyla tamamlardı.

Birden Cıncığın ‘anneciğim’ demesiyle kendine geldi. Ne ilginçtir ki karısı öldüğünden beri hiç ‘anneciğim’ dememişti. Bir an karısı oradaymış gibi varlığını hissedip, ürperdi. Ama korku ürpermesi değildi bu. Olsa olsa gençlik dönemlerinde buluştuklarında hissettiği heyecan ürpermesiydi...
 ‘Sevim! Burada mısın yoksa? Geldin mi hanım yanıma? Sana hiç seni ne kadar sevdiğimi söyledim mi acaba? Bak şimdi söylüyorum. Hep bildiğini düşünür, söze dökmeye gerek duymazdım. Seninle gazete okurken yaptığımız yorumlar, marketten koşa koşa gelip hayat pahalılığından- sanki sen çözebilirmişsin gibi- sinirle şikâyet edip, beni yatıştırmanı beklemeler, arkadaşlarına güne gittiğinde pencere önünde senin yolunu gözlemeler, kahvaltıdan sonra pencere önünde içtiğimiz kahveler, çocuklarımız sana biraz yüksek sesle konuştuğunda onlara koyduğum ve onların anlamadığı tavırlar…

İşte hepsi aslında sana ‘seni seviyorum’ demekti. Ama bilmiyordum ki başka türlü sevgi ifadesini… Böyle büyüdük biz. Babaların çocuklarına, eşlerin birbirlerine sevgisini göstermediği bir dönemden geldik. Şimdi desem duyar mısın acaba beni Sevim? Seni seviyorum demenin ayıp olmadığını yeni anlıyorum ve ne yazık ki bunu sana duyuramıyorum.’ 
 Çok yorgun hissetmişti bir anda kendini. Cıncığın yemini ve suyunu verip, bacakları titreyerek zorlukla en yakındaki koltuğa yığılırken hissetti göğsündeki şiddetli ağrıyı. Nefes alamıyor ve soğuk soğuk terliyordu. O anda Cıncığın bugüne kadar hiç söylemediği bir kelimeyi tekrarladığını duydu gittikçe uzaklaşan bir ses olarak. ‘Seviyorum, seviyorum’ diyordu Cıncık. Ama göğsündeki bu ağırlık neyin nesiydi peki? Yoksa…

‘Ah’ diyerek kendine gelmeye çalıştı Cahit. Ama halâ göğsündeki ağırlık devam ediyor ve halâ nefes alamıyordu. Birden gözlerini açtığında tekne kazıntısı dedikleri üç buçuk yaşındaki oğulları Cem’i göğsünde zıplar buldu. Ter içinde, nerede olduğunu anlamaya çalışırken; oğlunun ‘babacık, babacık’ demesini ve içeriden gelen müzik sesine karışan gürültülü konuşmaları duyunca anladı gördüğünün bir rüya olduğunu. Kafasını kaldırıp, ayak ucunda karısının kendisine yönelttiği sitemkâr, biraz da suçlayıcı bakışları gördüğünde aklı iyice karışmıştı.

‘’Rüyaymış çok şükür’’ diye kendi kendine konuşurken, karısının alaycı bir şekilde;
‘’Rüya gördüğünün farkındayım, sayıklıyordun…’’ derken takındığı suçlayıcı ifadeyi fark etmeden devam etti.
‘’Elif, inanmayacaksın ama rüyamda ölüyordum.’’
‘’Rüyanda ölüp ölmediğini bilmiyorum hayatım ama muhtemelen gerçek hayatta benim tarafımdan öldürüleceksin kısa süre sonra.’’
‘’Niye ki? Uykuda ne yapmış olabilirim?’’
‘’Sevim kim? Onu açıklayarak başlayabilirsin meselâ’’ demesiyle bir kahkaha patlattı Cahit.
‘’Onu sana uzun uzun anlatacağım sevgilim ama önce ufak bir işim var’’ deyip kucağında zıplayan oğlunu da alarak heyecanla yataktan kalkarken, içerideki gürültüye neden olan üç çocuğuna seslendi heyecanla.
‘’Hepiniz on dakika içinde hazırlanıyorsunuz. Muhabbet kuşu almaya gidiyoruz. Adı da hazır ve kimse mızıkçılık yapmasın, adını ben koyuyorum.’’
Karısının şaşkın bakışlarını görmezden gelerek çoktan salona geçmiş ve çocuklarının heyecanlı sevinç gösterilerine katılmıştı. O gürültü arasından karısı sadece anlamlandıramadığı bir kelime duymuştu.
‘Cıncık’ olacak adı diyordu kocası kahkahalarla.


 

Yorum

Arzu Acar (doğrulanmamış) Cu, 15 Nisan 2022 - 17:19

Hayattayken herşeyin kıymetini bilip ve doyasıya yaşamak. Umarım rüyalarımızdan erken uyanırız. Harika bir yazıydı. Tebrikler 💫

Mediha (doğrulanmamış) Cu, 15 Nisan 2022 - 19:08

Çok beğendim.Samimi ve hayatın içinden yüreğine sağlık tatlım

benim_okudukla… (doğrulanmamış) Pt, 18 Nisan 2022 - 20:01

Rüyaymış çok şükür..
Harika bir hikaye👏 Yüreğinize, kaleminize sağlık.. sevgiler 💐

Konuk (doğrulanmamış) Sa, 19 Nisan 2022 - 15:20

In reply to by benim_okudukla… (doğrulanmamış)

Olumsuz her şeyin rüya olması dileğiyle😍çok teşekkürler🙏

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.