Günlük  Otu

Öykü

    

Günlük  Otu


Meliha Yıldırım

Arka kapıdan girdik hastaneye. Soğuk loş koridorda yürürken aklımda ev vardı. Perdeler! Yıkadım ama onları asmaya fırsatım olmadı. Balkondaki çamaşırları toplamış mıydım? Dün ütüleri bitirsem iyi olurmuş, diye söylendim. 

Annemin yürürken boşlukta sallanan elini tuttum. Elli iki yıllık eşini görecekti birazdan. İlk neyi hatırlayacaktı ki onun son kez bakacağı yüzünde? Evvelsi gün hastane odasında, “Üşüyorum hanım!” derken yardım isteyen çocuğu mu, yoksa gelin duvağını açtığındaki gülümsemesini mi? Üçüncü kızının doğumunda –o benim- yüzüne sinen hayal kırıklığını mı? ya da oğlunu ilk kucağına aldığındaki heybetli halini mi? İlk neyi hatırlayacaktı, annem ona baktığında?
Belki bunların hiçbiri gelmeyecekti aklına. Gözleri kapalı adama bakarken eteği kloş emprime desenli elbisesini diktirdiği yılı düşünecekti. Milas’ın sokaklarında yürürken henüz kimsede olmayan o modeli. Ya da yeşil desenli saten perdeleri, Isparta halısını, limonküfü koltukları, renkli su bardakları dizili boyu geçmeyen büfeyi. Yeni evle birlikte alınanları, üstüne yıkılan yığınla anıyı.

Bu soğuk, feri gitmiş yorgun yüz, sanki hiç babam olmamış. Biz değil de, o bize yabancı. Başka diyarlara çabuk alışmış, benimsemiş hatta. Kapalı gözleriyle, “Sizi tanımıyorum, gidin!” der gibi. Annem sessizce ağlıyor, başucunda. Evin erkeğinin güçlü duruşu bana geçmiş gibi sarılıyorum, zayıf kollarımla onun titrek bedenine. Hafifçe kendime çekiyorum, hemen geliyor çocuk gibi. Bir elimle de kayan başörtüsünü düzeltiyorum. Biliyorum titizleneceğini. zorbatv.dergi

Akrabalara nasıl duyuracağımı, ne giyeceğimi düşününce. Bunları düşündüğüme şaşıyorum, hatta ayıplıyorum kendimi. Daha çok üzülmek istiyorum, bunun için kendi kendimi dolduruyorum. “O yok artık, bak yok!” Bu sefer de,“Yok!” dediğime kızıyorum. Öyle düşünmezsem, çıkıp gelecek sanıyorum. Arkamı dönüyorum. Orada bembeyaz. Yürümüyor, hâlâ yatıyor. Adımlarımı yavaşlatıyorum, ayağımı sürüyorum, yok. Annem anlamış olmalı ki yavaşça kolumdan tutarak. Kulağıma hafifçe, “Günlük alalım,” diyor. Gergin bir konuşmada konuyu değiştirmeye çalışır gibi ya da gönlümü alır gibi, en çok da çocuk kandırır gibi. Yere düşen gözyaşlarıma bakarak, “Babamın arkasından mı yakacağız günlük otunu?” dedim anneme. 

Dışarı çıktığımda gözlerim kamaştı. Yedi, sekiz yaşlarımda birden babamın elimden tutuşu, aklıma geldi. Kim olduğunu görmek için yüzüne baktığımda güneşten göremeyişim. Sonra “Dikkat et!” diyerek karşı kaldırıma geçirmesi. “Arabalara hep dikkat ettim baba ama dikkat etmediğim başka çoklarım da oldu. Onları neden söylemedin?” diye içimden söyleniyorum. 
 Eve yürüyoruz annemle. Birazdan kapanış işlemleri için tekrar döneceğim hastaneye. Günlük otu almalıyım sonra da. Dış kapıyı açıyorum. Her gün girdiğimiz hol karanlık, vefalı. Işığı yakıp, annemin ayağına terlik veriyorum, kendim de giyiyorum. Salona geçiyoruz. Misafir gibi misafir salonuna. Annemi krem rengi koltuğa oturtuyorum. Bu sabah biraz daha küçülmüş, tedirgin. Farkında olmadan babamın sandalyesine dik dik bakıyorum. Eskimiş, çökmüş olması gerekirken hâlâ yepyeni görünmesine içerliyorum.  
“Hiç hazırlıklı değilmişiz,” diye düşündüm gözümü koltuktan ayırmadan. Aylardır yoğun bakımda yatan babamın öleceğini meğer hiç anlamamışız. Biraz önce trafik kazası haberini almış kadar şaşkınız. Nereler aranır, ne yapılır? Hiç araştırmadan. Annemi koltukta öylece bırakıp çıktım. Karşı kaldırıma geçip baharatçıya girdim. Günlük otunu paket ettirirken kefen sordum. Anlam veremedi önce, eliyle tarif etti satılan yeri sonra.

Söylediği yeri çok aramadan buldum. Kadın mı, erkek mi? diye sordu, satıcı. Takım satılırmış meğer. Dokuz metre kumaş, havlu, peştamal, sabun, sünger, pamuk, eldiven, çörek otu, kâfurun otu, hepsini saydı. Babalar günü hediyesi alır gibi kefen takımı aldım, babama. “Tabut örtüsü de ister misiniz?” dedi en son. Camide varmış, ona gerek yok, dedi.
Öğlen güneşinde hastaneye gitmek yerine tekrar eve döndüm. Otu anneme biran önce vermek için. Perdeler kalsın şimdilik, dedim içimden. Çamaşırlar da balkonda öylece dursun.
Annem, kalayı eskimiş bakır tavaya günlüğü boşalttı. Komşular gelmeden yakmak için. Evde babamla baş başa kaldığı günlerdeki gibi. Oysa bu hali kocasının ardından yok olmak isteyen Hintli dullara benziyordu. Günlük olmasa sanırsın kendi bedenini yok edecek. Tüm sorumluluğu ota yükleyerek, o kokuyla birlikte hep onun yanında olacak. Ot yandıkça babamın ruhu da huzura erecek. Öyle zannediyor. Ocağın üstünde gezdiriyor, otları koyduğu tavayı. Ateşi gören otların kokusu mutfaktan, yatak odasına kadar bütün odalara yayılıyor. Her sallayışta dudakları kıpırdıyor. Kadınlık görevini yapar gibi özenle sallıyor kalayı çıkmış tavayı. 

Yanına gitmeliydim babamın. Hastane, evin diğer odası gibi. Eminim yol yoktu arada. Ayağımda ev terlikleri vardı çünkü. Arka kapıdan tekrar girdim. Soğuk koridorda yürüyorum. Günlük otunun tüten kokusundan başka sabahı hatırlatan bir şey yoktu aklımda. Buruk, yanık, acımsı koku eve yayıldıkça büyüdüm ben de. Çocuk elbisem gittikçe küçüldü küçüldü. Artık tuttuğum o el de kayboldu, silindi aklımdan.

Hep bu yaştaydım sanki hiç çocuk olmadan. Örtüyü kaldırdığımda belki başka birini görecek, bütün gördüğüm rüyadan ibaret olacaktı. “Gelmeden perdeleri astım, çamaşırları da topladım,” diye söyleyecektim hatta babama. Kuruyan çamaşırları katlarken hastanede giydiğin yedek pijamalarını az kalsın ütülüklere ayırdığımı, atletini götürüp öylece çekmecene koyduğumu.

Çarşafı hafifçe kaldırdım. Üşümüşsün! Nefessiz, soluk benzine baktım. Dokunmamı bekliyorsun belki. Yanaklarını elliyor, göz kapaklarına dokunuyorum. Ellerin. Tombul ellerin ne kadar çabuk incelmiş, sivrilmiş. Evvelki halin gelmiyor gözümün önüne. Bütün hayatını bu soğuk yerde yaşamış kadar alışmışsın yattığın yere. Sen gitmişsin, bense yaşlıyım şimdi baba, diyorum içimden. 

Birazdan bu ruhsuz yerden çıkıp gittiğimde hiç olmamışsın gibi devam edeceğim hayatıma. Hatta zorlayacağım kendimi, seni hatırlamak için. “Bugün çamaşırlarını katladım. Çekmecene koydum,” demiştim ya. Şimdi gitsem oraya koymam. Beni duyuyorsan, nankör! Demişsindir bana. Bırakıp giden sendin oysa.
“Her an ayağa kalkacak gibidir ölenler,” diye duymuştum. Eğildim yüzüne umutsuzca. Üstümde yetişkin elbisemle.  
 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.