Işık
Sude Ilgın Sak
Binlerce yıl ötesinde yaşadım, uzak nehirlerin sularında yıkandım. Yıkandıkça serpildim, bir ışık hüzmesi olan cismim kutsal ırmakların altında ete kemiğe büründü. Saçlarım güneşin, gözlerim bulutların, dudaklarım tepemde açan kiraz çiçeklerinin rengini aldı. Ilıman iklimlerin en yüce dağlarında kendime ev kurdum, göklerin bahşettikleriyle beslendim. Yalnızlığım beni toprakla bütünleştirdi, doğayla bir oldum. O denli birleştik ki, tüm bitkiler benim emrime amade oldu. Ben de onların dilini öğrendim. Hangi yemişin hangi organa, hangi çiçeğin hangi ağrıya iyi geleceğini öğrendim. Böylece dost oldum insanlarla, böylece kabul edildim aralarına. Beni beslediler, beni sevdiler.
Karanlık bir gecede, yer yarıldı. Taşların arasından bir gölge yükseldi, bin yıllık düşmanım ayağa dikildi. Ölüm geldi kapıma, siyah saçlarını eşiğime doladı. Fakat ben dünyadan varolmuştum, dünyada kalacaktım. Ölüme karşı kendimi müdafaa edecektim. Karanlık beni hiçbir çağda ele geçiremeyecekti.
O gece, iksirler ve binbir çeşit karışımım dizildi önüme. Gerekenleri, en nadide olanları aldım ve adım adım döktüm kazanımın içine. Çiçeklerin ve tanrıların dilinde konuştum onları kaynatırken. Nihayetinde de en gizli sırrımı kattım içine, bir damla kanımı. Işıktan doğanların kanı altın akar. Kara kazan bir anda parlamaya, ışıldamaya başladı o karanlıkta. Kehanetim başladı, kader ağlarım örüldü o gece.
Kulübemden yayılan altın ışık, göğe yükselip yıldız olmuştu. O yıldıza bakan bir gezgin, evimin yolunu bulmuştu. Bense önce evimin, sonra da kalbimin kapısını açmıştım bu yabancıya. Uzaklardan geliyordu, bilinen toprakların ardından geliyordu. Aç ve susuzdu, yorgundu. Ona baktım, onu besledim. Kollarımda dinlenmesine izin verdim. Onu sevdim. Ahşap duvarların arasında, Tanrı şahit ki onun da beni sevdiğine inandım. İşte bu nedenle, ona güvendim. Onu o denli sevdim ki, tüm körpe hislerimle tuzağına düştüm. Masumluğum onun taşlaşmış yüreğinde bir yankı uyandırmadı, yalnızca aşkla maskelediği yüzü gülümsedi bana. Ben de bununla yetindim, ve tüm dünya bundan ibaret oldu. Uğraşlarıma saygı duydu, benimle ilgilendi. Benimle çiçek topladı, benimle ot kaynattı. Meraklı bir öğrenci gibi, her bir şişeyi özellikle sordu bana. Anlattım, bildiklerimi aktardım. İşte böylece aylar geçti.
Nehirde yıkanmaya gittiğim bir sabah eve döndüğümde meraklı bakışlarla karşıladı beni. Sandıkların altında, çarşafların arasında ondan sakladığım tek şeyi, dünyanın özünü bulmuştu. Avuçlarının ortasında bir şişe saf altından ışık duruyordu. Özel bir iksir olduğunu söyledim ona, nereden bulduğunu sordum.
O kadar rahattı ki, asla şüphelenmedim ondan. Yalanlarına inandım, sorgulamadım. Saklı şişeyi yanlışlıkla bulduğuna inandım, çünkü ona çok aşıktım. Şişeyi bir kutuya kaldırdım, kilitleyip anahtarı göğsüme koydum. Bunu ondan gelecek bir zarara inandığım için değil, dışardan gelen birinin de rahatça bulabilmesini engellemek için yaptım.
Saftım. Uykuya daldığımda, gecenin ortasında bağladı ellerimi ve gözlerimi. Ağzıma bir parça bez sıkıştırdı, göğsümü parçalarcasına çekip aldı anahtarı. “Aptal cadı,” dedi bana evden çıkarken. “İşte tüm niyetim buydu. Senin yanında geçirdiğim tüm günlerin sebebi buydu! Şimdi ihtiyacım olanı aldım ve gidiyorum, nihayet bitti ızdırabım.”
Toprakla birleştireceğim özü, insanlığa armağan edeceğim özü götürdü yanında. Günler geçti öylece. İhanetin ağırlığı, pürüzsüz tenimi soldurdu. Damarlarımdaki kan çekildi ve etim kurudu. Kemiklerim tozlaştı. Yükseldim bedenimden, ışığa bürünüp uçtum yukarı.
Köylüler haftalar sonra girdiler kulübemin kapısından içeri, şaşkınlıkla karşıladılar benden geriye kalanları. Birkaç zerre altın, ve hepsi bu.
Yeni yorum ekle