Mavi

Öykü

Mavi


Prof. Hasan Pekmezci

Gözleri ışıl ışıldı ananın, mavili giysiler içindeki oğluna bakarken. Gök mavisi bir elbise, kaç gün uğraşılarak bin bir emekle, özenle bezenle dikilen. Uzak geleceğini, yıllar sonrasını bile hayal edebilecek, ona göre bohçalar hazırlayabilecek kadar düşkün olduğu oğluna mavi bir elbise; nazarlık gibi.  İlk göz ağrısı, ilk heyecanı oğluna… Bilir-bilmezlik bir yana konu komşuya karşı yüz akıdır oğlan çocuğu, köylük yerlerde. İlk günden,      bezlerle, örtülerle sarıp sarmaladığı; herkesten sakındığı, nazar değecek diye, bebekliğini kimselere neredeyse hiç göstermediği.   Bu yüzden de mahallede, hatta köyde “görmemişin bir oolu olmuşş daaa” diye dedikodu  konusu yapıldığı.

Anasının sanki güvencesidir o, daha dört-beş yaşında olmasına rağmen. Gece gündüz arkadaşı, sırdaşı, sesi-soluğu, dayanağıdır.  Bilinç alanındaki ilk yeni elbisesi içinde bir delikanlı gibidir anası için. Giysi denince öncesini kim bilir köylük yerde; ondan bundan bozma, bir iki karışlık bezler elbiseden sayılır, neredeyse bütün köy çocuklarının kaderidir bu. Kardeşi de öyle, eski gömlek bozması giysiler içinde. Masmavi elbiseli çocuk, ağabey durumundadır artık.  Üç yaşındaki küçük kardeşi Akif ile birlikte, iki canıdır Zera (Zehra) gelinin. Çok insanlı Anadolu evlerine göre yalnız bir genç kadının.  Başka kimselerin bulunmadığı, büyüklerin zamanlı/zamansız ölüp gittiği, geceleri inlerin cinlerin top oynadığı bu eski evin içinde. Alışılmış aile yapısı, gocaana, gocababa, gaynana, gayınpeder, hala, emmi, yok. Eri/eşi de uzaklarda, ekmek derdinde. Sülale geniş ama herkes ilgisiz, kendi işinde gücünde, kimin umurunda Zera kadın ve iki çocuk.  İyi ki  bir iki can komşusu var, hemen karşı sokakta. Bu yüzden küçük yerlerde bazı komşular akrabadan daha yakın sayılır çoğu zaman. 
 * 
Evin babası Amet, annesiz, babasız, kardeşsiz takımından. Ülkemizde belli dönemlerin ortak kaderi olarak yaşama atılanlardan. Emmisi Alağa’nın adıyla anılan onun himayesinde, onun çocukları ile büyüdüğünden.   Kim bilir hangi şartlar altında, sığıntı gibi.

Alağa’nın Amet; hatta oraların yaygın deyişiyle Alaa’nın Amat, imamdır köyden çok uzaklarda, Cihanbeyli taraflarında  bir yerde. Bu yüzden çok seyrek uğrar evine; yol, vasıta, para derdinden. Genç Zera,  sanki iki çocuklu bir dul gibidir, kendi başına. Koca bir ev, neredeyse yıkık dökük, dedenin dedesinden kalma. Yan duvarları çöktü, çökecek. Elektrik melektrik yok; gaz lambası ve  idare lambası. Gazı bulmak da ayrı bir dert. Ekmeği, aşı suyu, odunu dert.  Hele su, taa Meydan Caminin  çeşmesinden taşınır her gün, helkelerle. Odun, ocak, iki üç keçi. Bağ, bahçe de var, az da olsa. Değirmen yanı var sebze için, Mezerardı’nda güccük bi bağ.  Gaveteydi, baldırcandı, fasulleydi, nohuttu,  bulgurdu, tarhanaydı, bekmezdi, hep onun omuzlarında. Başka kim nereden, nasıl bulacak, buluşturacak? Kim hazırlayacak kışlık yiyeceklerini bu bebelerin?”  Anası Iraz’ın Hatma aşağı mahallede. Kendi çoluğu, çocuğu, işleri, bağı, bahçesi, tarlası tapanı var; sırtındaki yük başından aşkın. Iraz’ın Hatma için dur durak yoktur zaten. Bağ-bahçe işi biraz azalmaya görsün,  ısdarda dokuması var; heybesi, çulu, çuvalı  bekler, konu komşunun. Tarladan gelince geç vakte kadar ısdarın başındadır, uyur uyanık. Dezgahın iplerine kafasının düştüğü çok görülmüştür, yorgunluktan. Gecenin hangi zamanında yatarsa yatsın, sabahın köründe ezanla, top gibi fırlar yerinden. Fırlamasın da ne yapsın; en ağır hakaretleri duymak var, sırtına, beline acımasız tepik yemek var... Uyuması, dinlenmesi suç gibidir; evin eri Çakalın Hasan’ın yanında. Buradan kazandıkları ile tuz, şeker, gaz, zeytinyağı, kibrit alınacak, bu ev için. Ayrıca kahvede çay için harçlık gerek erine. Gariban gızı Zera’ya hayrı nereden olsun. O da kendi yerinde, bu asırlık evde, yarı aç, yarı tok idare etmenin çabası içindedir, çaresiz kendi yağı ile kavrulacak.
*
Bu yapayalnızlık içinde işlerine yardımcı olmaları bir yana dertleşebildiği, sıkıntılarını paylaşabildiği bir Ismanı ablası vardır Zera’nın, bir de eski belediye başkanı Ciroğlu Memet Dayı ve eşi Ünzüle teyze. Gün görmüş, hayatı çok boyutlu yaşamış bir ailedir, köylü olmasına rağmen Ciroğlu ailesi.  Bu iki aile her zaman anne/babadan ileri olmuştur Zera için. Zaten onların kapısından başkasını çalması yasaklanmış gibidir, eşi Amet tarafından. “Köylük yer, dedikodusu, lafı, sözü eksik olmaz”, diye. Hele böylesi ardı, arkası, dayanağı olmayanlar için kem gözler, arsız sözler kapıda bekler. Zera da bunun bilincindedir, gençliğine, deneyimsizliğine rağmen. Sevincini, neşesini ilk paylaşacağı, kapılarını çalabileceği insanlar da yine bu yakın komşulardır, her zaman.
*
Zera’nın el emeği diktiği elbise ile oğlu mavilere bürünmüştür ya:  sevinç, içindedir ki  bu mutluluğu Ünzüle teyze görmeden veya ona göstermeden, onunla paylaşmadan olur mu?  Akif’i uyur bırakıp, karşı sokaktaki komşulara bir koşu görünmek gerek. Kapıda karşılarlar,  az konuşan, gün görmüş, babacan mı babacan haliyle Ciroğlu Memet Dayı ve Ünzüle teyze, maviler içindeki oğlunu ve yanakları kızarmış, gözleri ışıl ışıl Zera’yı. Giysisini çok beğendiklerini söylerler, güzel sözlerle. “Akif uykuda” diye kapıdan dönülür eve, oturmaya niyetlenmeden.

Bu elbise içinde baba da görmeli, “Belki boban çıkar geliverir, Cihanbeyli’den. Bu nedenle evin içinde ve sofada birez oynarsın ama daa sona ''elbiseni çıkar da asalım'' der anası. Az sonra yolda, arka bahçede oyuna dalınca toz toprak içinde kalacağını bildiğinden, başka ne desin. Mavi elbise içinde üst sofaya çıkar, ön sofadan dışarı sık sık  bakarak kendini amca kızı Sakine'ye göstermeye çalışır. Ellerini cebine sokarak Fevzi dayısı gibi yürümeye özenir, sofanın gıcırdaklı tahtaları üstünde. Ne kadar zaman geçti fark edemez bu sevinç içinde. “Bu günlük bu gadar yeter gayrııı” diye seslenir oğluna. ''Gel çıkaralım elbiseni'' diye  başlar elbiseyi çıkarmaya. Bir de ne görsün; “Aman anam, ne olmuş böööleee” diye bir çığlık gelir Zera’dan. Daha bir-iki  saat bile geçmemiştir ki aradan,  lime lime açılıvermiş, sökülüvermiştir, elbisenin koltuk altları, apış araları. Sanki çürümüş gibi.   Hemen iğne ipliğe sarılır, dikmeye çalışır sökülen yerleri. Kumaşın her yanı, dikiş-mikiş tutacak gibi değildir. Daha dikerken anlamıştır bazı şeyleri ama bulabildiği budur, ne yapsın... Bir daha düzeltilmesi, dikilmesi ve giyilmesi de ne mümkün. Zera’nın iki gözü, iki çeşme, oğlunun sevincinin yarım kalmasına mı yansın; bu kadar uğraşmasına mı! Oğlunun içi buruk, ağlamaklı. Ama ağlayamaz, erkekler ağlamadığından değil, ağlarsa annesinin daha çok üzüleceğini düşündüğünden. 

Bir ana emeği ve bir hayal kırıklığı, bir çaresizlik ki sormayın. Onca yokluk içinde, kim bilir nereden bulduysa bu kumaşı,  ne kadar zaman harcayarak, hangi heyecanla ve hangi umutlarla diktiyse. Hepsi boşuna emek.
*
Zera’nın diktiği ve büyük oğluna giydirdiği son giysi oldu, bu mavi elbise. Yokluğun, çaresizliğin getirdiği sağlık sorunları… Ya sonra, bir kardeş daha geldi, çok geçmeden, adını Zeki koydular. Oldular üç kardeş. Çok daha yaman bir yaşam mücadelesi Zera için.   Hevesleri yarım bırakmış olsa da anası yaşadığı süre evin duvarındaki bir çivide asılı kaldı o yırtık, sökük haliyle; ama yine de bir nazar boncuğu gibi onun gözünde. Bir daha giyemedi, mavisine hayran olduğu bu elbiseyi.  Gelip gidip okşamak istedi, daha çok da gözleriyle sevdi uzaktan, elini uzatamadığında. Baba çok seyrek de olsa gelip gitmelerinde bakmadı bile bu elbiseye. Sonra üvey analı yaşam başlar başlamaz yok oluverdi, bu elbise. Anası gibi. Ne görüldü, ne konuşuldu hakkında.

İşte bundan sonrası zamanın herkese kendince, kendi kuralları içinde yaşattığı karmakarışık oyunlarla örülü. Yaşam bu; acı ve tatlının, güzel ve çirkinin, iyi ve kötünün kol kola gezdiği, karman çorman olduğu.
*
O, hep sorgulamıştır bir konuyu yıllar yılı: Anılar ne denli etkili olur, insan yaşamında; yaşamın bin bir aşamasında ya da biçimlenmesinde. Bir hesabı, kitabı, araştırması, soruşturması yapılmış mıdır bunun? Etkisi, katkısı, boyu, boyutu ne kadardır? Gelecek, kuşkusuz geçmiş üzerine inşa edildiğinden; “geçmiştekilerin izi, kalıcı etkiler bırakacaktır” der aklı erenler, şöyle ya da böyle. Kaçınılması, unutulması mümkün değil. Ama ne kadar, nereye kadardır bunun ölçütü! Kuşkusuz anılar yaşamı anlamlandıran belgelerdir. Anılar geçmişini-geleceğini sorgulayanlar için gizlerin ipuçları ile doludur ama ya ötesi!
*
Bir ucu geçmişe, çok geride kalan geçmişe, anılarına uzandığından, hele bir yaşlardan sonra bazı değerlerin daha da anlam kazanmasından mıdır nedir, pek çok anı içinde bu anı mıknatıs gibi çeker onu. Mavi elbiseli hali dün gibi gözlerinin önüne gelir. Bu yüzden maviler, her zaman önemlidir onun için. Deprem gibi duygu dünyasını sarsar; bütün maviler bir pınar olur, gökyüzü  olur, deniz olur, umut olur, şiir olur, sınırsız bir renk olur ve onun anılarından güne-resimlerine taşınır. Çoğu zaman enginliktir, sonsuzluktur, kaynaktır, yaşam pınarıdır, bekleyiştir, yüreğindeki çağlayandır, bin bir çarpıntı yaratan. Ama en çoğu, en anlamlısı, bu gizil renk annesinin armağanıdır belleğinde yer eden.  
Bu yüzden salt duygularının, salt yüreğinin sesi olarak resimlerinde hiç olmazsa bir tutam mavi mutlaka bulunacaktır.  Hangi mavi olursa olsun; mavisiz resim eksik, yarımmış gibi gelen bir duygudur bu. Çizimlerinde, boyalarında görülen mavi ışıklar, mavi denizinde yüzenler, tepeden-tırnağa mavilere bürünenler hep annesinin anısı, yaşamının ve yüreğindeki izin  temsilidir, elinde olmadan, farkına varmadan.      
*
Sayması, parmak hesabı bile zaman alan yarım yüz yıldan,  daha fazla bir yaşam dilimi geçmiş aradan. Merdivenin öbür yanından inmeye başlayalı epeyce olmuş demektir bu. Geçen bunca zaman unutturamamıştır bazı şeyleri. Özellikle anası ile yaşayabildiği çok kısacık yaşam süresini. Her yanı ile unutulmamış anılarla bezeli zaman dilimini. Çoğu zaman açsa da, kapasa da gözlerini, gözlerinin önündeki mavinin aynı mavi olması bu yüzden. Mavilere takıntısı bu izden. Yıllardır bütün resimlerindeki  maviler keyf işi, armoni mavisi değil, anı mavisidir; çocukluk elbisesinin mavisi. Ve de yanı başında annesinin çaresiz, üzgün bakışları ve solgun yüzü. Bir yüz ki onu adım adım izleyen, bunca yıl yüreğindeki sevgisi eksilmeden.   Bir yüz ki bir daha hiç güldüremediği, güldürme şansı bulamadığı.  Çünkü hiç göremediği; hayal etmekten başka. Yaşam bu, bin bir bilinmezlik, bin bir giz sunar, duyan, düşünen herkese. 
Eğer duyarlık denen en insani duygularla beslenmişse…

Yorum

Sezin S. (doğrulanmamış) Ct, 05 Kasım 2022 - 09:24

Hasan hocam geçmiş olsun. Zorbatv.com duyurusundan öğrendim kaza geçirdiğiniz. Şifa diliyorum

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.