Sibirya Aydınlığı: Pora Hızıloğlu

Öykü

Sibirya Aydınlığı: Pora Hızıloğlu


Yücel Feyzioğlu

zorbatv.dergi
Şafak olmak üzereydi. Gökyüzünde dağ kadar bir alev topu göründü. Öyle bir alev topu ki; güneş kadar parlak. Ortalık aydınlığa kesti. Aniden öğle olmuştu sanki. 
Yenisey, Abakan, Askıs ile Tunguzka ırmaklarının suları ve bütün göller alev alev tutuştu, mavilikler kıpkızıl oldu... 
Erken kalkıp hayvanları dışarı çıkaran köylüler ilk kez alev topunu gördüler. Şaşkına döndüler, gözleri kamaştı. 
Alev topu yaklaştı, yaklaştı, yeryüzüne çakılmadan büyük bir gürültüyle havada patladı. Öyle bir patladı ki; ses bütün Sibirya’da duyuldu, yer gök sarsıldı, Sibirya ayağa kalktı. 
İnanılmaz bir aydınlık her yana yayıldı. O aydınlık öylece kaldı. Beyaz geceler... Tarih 5 Mayıs 1862’yi gösteriyordu. 

İşte o sabah, Yenisey ırmağına sol taraftan dökülen Abakan ırmağının kıyısındaki Üzüm köyüne o büyük ışık, getirip bir çocuk bıraktı. Adını Hakas’ça Hızıloğlu Pora koydular. Bu çocuğa bir de Rusça ad verdiler. Nikolay Födoroviç Katanov. Çünkü o hem Sagay Türklerindendi hem de ailesi onun Rusya’ya kaynaşmasını, Rusya da onun bir Rus olmasını istiyordu. Ailesi hem Şaman dinine mensuptu hem de Ortodoks Hıristiyanlığa inanıyordu. Kendisine verilen bu adlarla iki halkı ve iki inancı da temsil etmesi ondan bekleniyordu. 


Kendisinin kaleme aldığı biyografisinde geçmişini şöyle tanıtıyor: “Babam mensup olduğu boyun köy katipliği görevini yürütmüştür. Dedelerimiz de 18.yyda Abakan bozkırlarında genişçe yayılmış Ortodoks Hıristiyanlarındandı. Ama aynı zamanda Kamlık dinini de bırakmamışlardı.

İnsanların ve ev hayvanlarının koruyucusu olarak kutsadıkları dağ, su , ateş iyelerine tapmışlar ve onlara kurban kesmişlerdir. Babamın mensup olduğu Sagay boyu Rus Kazakları tarafından günümüzdeki Yenisey vilayetinin bulunduğu Abakan bozkırlarından sürülen Türk kökenli Kara Kırgızlardan gelir... Anamın boyu olan Kaşlar ise Yenisey vilayetine bağlı Krasnoyarsk şehrinin yanındaki Kaç nehrinden gelmişlerdir...”zorbatv.dergi

1869 yılında Halk Eğitim Bakanlığı Askıs köyünde tek sınıflı bir okul açtı. Hızıloğlu Pora yedi yaşında iken Rusça eğitim almak üzere bu okula başladı. Öğretmeni kendi amcası Efim Sömönoviç Katanov idi. Bu başarılı ve sevilen öğretmen halk arasında çok etkili bir kişiydi. Minusisk ilçesinde dağda yaşayan Tatar boyları arasında Ortodoksluğun yayılmasına büyük katkıda bulunmuştu.  Askıs’ta çeşitli boyların temsil edildiği Duma’nın katibiydi. Pora da amcasına Duma’da yardım ediyor, Rus yazı sanatını öğreniyordu. Efim Sömönoviç Katanov, Pora’nın ışıklı bir dünyası olduğunu hemen fark etmiş, onunla yakından ilgileniyordu. Yaz aylarında Pora, Üzüm köyü çocuklarıyla birlikte danaları, kuzuları ve tayları güdüyor, onlarla oynuyor, kış aylarında ise Askıs’taki okula devam ediyor, bol bol kızak kayıyordu.

Pora, 12 yaşında iken babasını kaybetti, öğretmen amcası onu daha çok sahiplendi. 1876 yılına kadar onu kendisi okuttu. Aynı yıl liseye başlamadan önce ailesi gibi dağda ve evde kurban kesme törenlerine katıldı, o da, insanların ve evcil hayvanların koruyucusu olduğuna inandıkları dağ, su, ateş ve gök iyelerine inanıyordu. Aynı zamanda Rusların Tanrısının gökte olduğuna inanıyordu. Böylece iki inancı birbiriyle benzeştiriyor, kaynaştırıyor, ikisinin de amacı, hedefi aynı olduğuna inanıyordu. 1876 yaz tatilinden sonra Krasnoyarsk’taki 8 yıllık liseye girdi; ciddi bir eğitim gördü. Latince, Yunanca, Fransızca ve Almanca öğrendi. Aynı zamanda köy yönetiminin yazı işlerine de o bakıyor, Rusça’sını mükemmelleştiriyordu. 1884 yılında altın madalya alarak liseyi üstün başarıyla bitirdi. 

Daha lise 4. sınıfta iken tarih ve coğrafya öğretmeni Zavadskoy’un yönlendirmesiyle Pora Hızıloğlu-Katanov o ışık topuna bindi ve hızla Sagay – Hakas Türklerinin yaşadığı bölgelere indi ve onların folkloruyla ilgili metinleri derleyerek kayıt altına aldı. Ünlü Türkolog Radloff’un, A.M.Kastren, ve N.A.Kostrov’un eserleriyle 1881 yılında tanıştı, onları okudu, onlardan etkilendi ve derlediği metinleri 1882 yılında yayınladı.

1884 yılında St. Petersburg Üniversitesi Doğu Dilleri Fakültesi’ne girdi. Orada da Arapça, Türkçe, Tatarca, Farsça dersleri aldı. Prof. Radloff, Prof. Berezin gibi hocaların öğrencisi olma şansına erdi. Böylece bir Sibirya ışığı bu batılı aydınlıkla buluşuyordu. 
Prof. Radloff ömrünü Türkoloji’ye adamış Rusyalı bir Alman bilginiydi. 1866 yılında yayımladığı eserinin önsözü için şöyle yazıyordu: "Yeryüzündeki hiçbir dil ailesi Türkçe kadar geniş sahalara yayılmış değildir. Afrika'nın kuzeydoğu bölgesinden Türkiye'ye ve Rusya'nın güneydoğusundan Sibirya'nın güneyine ve Gobi Çölü'nün içlerine kadar Türkçe konuşan kavimler yaşamaktadır...” 

İşte bu hocaların öğrencisi oldu Hızıloğlu Pora. Üniversiteyi bitirince coğrafya kurumu ve ilimler akademisi tarafından  Türk boylarının dili, yaşama tarzı, örf ve adetlerini detaylı bir şekilde incelemek üzere Doğu ve Batı Sibirya’ya Kuzey Moğolistan’a, Çungarya ve Doğu Türkistan’a gönderildi. 1892 yılına kadar dört yıl buralarda titiz çalışmalar yürüterek folklor araştırmalarını başarıyla yerine getirdi. 

zorbatv.dergiDoğumundaki o aydınlık bütün Sibirya’nın üstünde kalıverdi. 1893 yılında –31 yaşında iken- dünyanın en genç ordinaryüs profesörü oldu. Kazan Üniversitesi Türk-Tatar bölümüne tayin edildi. O zamanlar Tuva dilinin Moğol veya Samoyed dillerinden birine mensup olduğu tartışması vardı. Ortaya koyduğu belgelerle Tuvaca’nın, Türkçenin bir lehçesi olduğunu kanıtlayarak o tartışmayı bitirdi ve Kazan Üniversitesi’nin Türkoloji bölümünü dünyanın en zengin belgeleriyle donattı. Kendisi hayattayken 382 çalışması yayımlandı. 
Türkoloji’de çalışan insanlara yeni ufuklar açacak daha pek çok eseri ve derlediği malzemeler ise arşivde yayımlanmayı beklemektedir.  O arşivi İstanbul’a getirmek için Sadrazam Hilmi Paşa 1914 yılında girişimde bulunmuş, ancak savaşın başlaması nedeniyle getirilememiş,  1922 yılında Pora Hızıloğlu öldükten sonra Mustafa Kemal Atatürk arşivin bir bölümünü getirtip İstanbul Türkiyat Enstitüsüne bağışlamıştır. 
Masal derleme çalışmalarım sırasında  St. Petersburg Üniversitesi’nde onun okuduğu sınıfta bir konuşma yapmış olmam hayatımın en aziz hatıralarından biridir.

“Öksüz Oğul” ve “İristu ile Ak Kağan” adlı kitaplarımızdaki masalların birçoğunu onun masal derlemesinden 130 yıl, ölümünden 90 yıl sonra ilk kez çocuklar ve aileler için yeniden yazarak edebiyatımıza kazandırmış olmaktan kıvanç duyuyor, Hızıloğlu Pora’nın doğumuyla başlayan Sibirya aydınlığının devam etmesini diliyorum.
O masallardan birini burada tadımlık olarak sunalım: İkizler ve İki Kurbağa
İkizler ile İki Kurbağa
Dereden sen gel, tepeden ben,
Dağları sen aş, çayları ben, 
Kardeşini sen sev, bacımı ben,
Derdini sen çek, nazını ben,
Kavalını sen çal, sazımı ben,
Kuzuları sen besle, kazları ben,
Kışa sen dayan, yaza ben,
Geyiğe sen bin, ata ben,
Vara vara varalım, 
Altay dağları görünsün, 
Masal kapısı açılsın, 
Hikâye burada başlasın...

Bir zamanlar bir Kağan varmış; çalışkan, bilge ve zengin. Yurdu büyük bir ırmak boyunca uzanır, ırmak bütün yurda bolluk ve bereket taşırmış. Tarlalar, bağlar, bahçeler sulanır, hayvanlar o ırmakta serinler, bin bir çeşit balık o suda yüzer, bin bir çeşit kuş o ırmağın üstünde uçarmış... 
Günün birinde bu ırmak aniden kurumuş. Tek damla su akmaz olmuş. Balıklar çırpınıp ölmüş, kuşlar verimli topraklara uçup göçmüş, hayvan sürüleri susuzluktan zayıflamaya başlamış. Bütün insanlar şaşkın ve aç! 
Kağan, kurultayı ırmak kıyısındaki saraya çağırmış. Halk toplanıp gelmiş. 
Kağan: “Bu ırmak neden kurudu?” diye sormuş. “Bunun sebebini bulmalıyız. Yoksa biz de balıklar gibi öleceğiz.”
Konuşma-tartışma başlamış. Herkes bir fikir ileri sürüyor, yüz yaşında bilge bir ana ise hep susuyormuş. Herkes onun düşüncesini merak ediyormuş. Zira onun görmüş geçirmişliğine ve bilgisine herkes güveniyormuş.
Sonunda kağan:
“Neden susuyorsun ey ak saçlı ana? Senin bir düşüncen yok mu?” diye sormak zorunda kalmış.
Yaşlı ana gözüne düşen saç perçemini geri atıp üzgün bir ifadeyle:
“Var, var ama söylemeye dilim varmıyor,” diye cevap vermiş.
Bütün halk dikkat kesilmiş. Kağan merakla sormuş: “Nedir o?”
“Irmağın kaynağında iki kocaman kurbağa belirdi; biri altın sarısı, biri gümüş renginde. Bunlar ırmağın suyunu içiyor, bir damla su bırakmıyor.”
Kağan heyecanla sormuş: “Neden dilin varmıyor ey ana? İki yiğit gönderip onları oradan kovamaz mıyız?”
“Hayır!” demiş yaşlı ana. “O kurbağalar sizin ikiz çocuklarınızın kanını içmek istiyorlar. Çocukları verirseniz ırmak akacak, vermezseniz bütün yurdumuza ölüm fermanı yağacak.”
Kağan sarsılmış, karısı çığlık kopararak:
“Vermem çocuklarımı!” diyerek ağlamaya başlamış. Kağan karısını sakinleştirmeye çalışmış. Düşünmüşler. 
Kağan, yaşlı anaya tekrar sormuş:
“Başka hiç umut yok mu ey ana?”
Bilge ana gözlerini yerden kaldırmadan: “Üzgünüm,” demiş. “Ne yazık ki çare yok!”
Kağan ilk kez çaresiz ve iktidarsız kalmış: “Çocuklarım benim gözbebeğim. Damarlarımda akan kan, canım, ciğerim...” Söz boğazında düğümlenmiş. “Ama bütün halk ölecekse... bütün hayvanlar...” diye kekelemiş, “başka çare yoksa ne yapalım, onları alın götürün...”
Karısı itiraz etmiş, halk ağlamış, ama ırmağın kurumasını, bütün hayatın durmasını kim kabul eder? 
Kağan buyruğu yinelemiş: “Götürün benim ikizleri kurbağalara teslim edin, ırmağın önünü açsınlar!” 
Çocuklar da bu uğursuz haberi duyunca ağlamaya başlamışlar. Bütün halk o acıya katılmış. Kağanla karısı çocukları kucaklayıp gözyaşı dökmüşler...
İki tane güçlü kuvvetli bahadır, çocukları çekerek ana ile babanın yanından alıp götürmüşler.
Kupkuru ırmak yatağından gitmişler gitmişler... Çocukların gözünde yaş, bacaklarında takat kalmamış. Moloz yarıklarından, sivri kayaların arasından geçmiş, ırmak kaynağına yaklaşmışlar. 
Kurbağalar uzaktan görünmüş, biri altın renginde, biri gümüş... İkisi de kocaman birer dev. Vırraklamalarından kulak tutulmuş. Avurtları şiştikçe sanki bir boğa... Çocukları karşılarında bulunca hop oraya zıplamışlar, hop buraya. 
İkizleri ter basmış, bedenleri tir tir titremiş, gözlerinde yaş...
Altın renkli kurbağa:
“Geldiniz demek!” diye insan gibi dile gelmiş. “Yaklaşın yaklaşın! Yaklaşın da ne halt ettiğinize bakın!”
İkizler umutsuzca yaklaşmışlar.
Gümüş renkli kurbağa arkada uzanan derin bir yarık göstermiş.
“Bakın buraya,” demiş öfkeyle, “daha da yakına gelip bakın! Çok şiddetli bir deprem oldu burada, topraklar yarıldı, ırmak bu yarığa akıyor. Su yatakları kurudu, biz açıkta kaldık, kuşlar uçup gitti, balıklar öldü.”
İkizler korku içinde yarığın kıyısında durmuşlar. Çağıl çağıl su sesi...
Biri cesaretini toplayıp sormuş:
“Peki ne olacak? Irmak hep bu yarığa mı akacak?”
Altın sarısı kurbağa cevap vermiş:
“Sus! Bekliyoruz işte! Irmaklar aktı, atalarınız baktı. Göletler kurmadınız, felaketler gelir diye aklınızı çalıştırmadınız! Şimdi canınızdan olacaksınız!”
Çocukların aklı başından gitmiş. 
Kurbağalar bir soluk çekerek biri ikizlerden birini, biri de ötekini yutmuş. Bahadırlar koşarak oradan uzaklaşmış...
O anda inanılmaz bir şey olmuş: Yarıklar suyla dolmuş, ırmak yeniden yatağında akmaya başlamış. Kurbağalar ırmağa atlamış, ırmak ile birlikte akıp kağanlığa ulaşmış. 
Ulaşmışlar ki herkes ikizlerin yasını tutuyor. İkisi de ikizleri Kağanlık sarayının önündeki kıyıya canlı olarak tükürmüş, suya atlayıp gitmiş... O sürprizi sadece yüz yaşındaki ana biliyormuş, hemen Kağanla karısına müjde götürmüş... 

Pora Hızıloğlu

zorbatv.dergi


 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.