Siz Hep Çalın, Ben Dinlerim!
Esra Bölgen
Ağustos ayının sıcak, rutubetli havasından bunalmış; ter içinde, eli kolu dolu, yorgun bir şekilde içeri girdi Muhsin Bey. Karısı ve çocukları yayladaydı. Yaşadıkları yerin hava şartlarından dolayı yazın erkeklerden başka kimse kalmazdı şehrinde. Karılarını ve çocuklarını deniz evine ya da yaylaya gönderen kocalar hafta sonları ailelerinin yanına gider, hafta içleri de yaz bekârı olarak üç ayı ayrı geçirirlerdi. Alışmışlardı bir şekilde. Kimisi şikâyet ederken bu düzenden, Muhsin Bey garip bir şekilde hoşnut hissederdi. Mutsuz olduğundan, ailesini sevmediğinden değil; bir tür meditasyon, kendi kendine kalma hali olarak değerlendirirdi bu süreci. Karısıyla görücü usulü evlenmişti. İşin gerçeği öyle büyük bir aşkla başlamamıştı evlilikleri. Askerden dönmüştü. Bir şirkette muhasebeci olarak çalışmaya başlamıştı. E, devamı da ‘hadi artık başını bağlayalım’ aşamasına geçmişti. Sesini çıkarmamıştı; ‘tamam’ demişti ailesine. Teyzesinin kendi mahallesinde komşu kızı Nebile ile de bu şekilde eş dost, aile büyüklerinin araya girmesiyle tanışmıştı. Kendi halinde, başı önünde, ortaokuldan sonra ailesinin okutmadığı, terbiyeli, kendine göre güzelliği olan, balık etli bir kızdı. İlk gördüğünde ne güzel değil de ne kadar masum diye geçirmişti içinden. Evlenme zamanı geldiği düşündürülmesinden mi, hazır olduğundan mı, kendine ait bir düzen istediğinden mi bilmiyor ama Nebile tam evleneceği kız olarak görünmüştü gözüne. Burnu büyük, olduğundan farklı görünmeye çalışan, yaşadığı hayatı görmezden gelerek karşı taraftan gücünü aşacak taleplerde bulunan kadınlardan oldum olası uzak durmaya çalışırdı. Bilirdi haddini, gücünü, verebileceklerini. Bu anlamda karısı onu hiç hayal kırıklığına uğratmamış ve kendisine sunulan mütevazi hayata bir gün bile şikâyet etmeden uyum sağlamıştı. Aralarında belki büyük bir aşk olmamıştı ama herkesin fark edeceği büyük bir saygı ve uyum olmuştu. Sonuçta kendisi de çok konuşkan, çevresi çok geniş, çok sosyal biri değildi. Aile içinde görüştükleri birkaç kuzen ve eşleri, bir de çalıştığı yerden iş arkadaşı olan Hasan ve eşi vardı. Arada birbirlerine gece gezmelerine gider gelir; meyve, çerez ve çay sıralamasıyla oluşan ikramlıklardan sonra evlerine dönerlerdi. Genelde erkekler duruma göre memleket meseleleri, spor ya da iş yerlerindeki müdürlerini konuşurlardı çok da derine girmeden. Kadınlar da bu arada ya birbirlerine pasta börek tarifleri verirler ya konu komşu dedikodusu yapar ya da çocuklarının ders durumlarını konuşurlardı gene çok derine girmeden. Yani derine girmeden yaşanan, yüzeyde dolaşılan, samimiyeti de aynı şekilde yüzeyde olan bir hayattı onlarınki. Ama kimse şikâyetçi değildi bu düzenden. Herkes mutlu ya da mutlu olduklarını düşünerek geçirirdi günleri. İşte bu rutin, yazın bozulur ve sadece o zamanlar Muhsin Bey gerçekten kendisi olduğunu düşündüğü bir süreç geçirirdi. Belki de o yüzden en sevdiği mevsim yazdı memleketinin tüm o kavurucu sıcağına rağmen. Karısının hoşlanmadığı her şeyi yapmak ona büyük bir özgürlük hissi verirdi. Yani karısı evde atletle dolaşmasını hiç istemezdi ve sadece bir kez ‘evde atletle dolaşmasan mı acaba Muhsin Bey’ demişti. O bir kez yetmişti kendisine. Çünkü karısı kolay kolay uyarmaz, isteklerini söylemezdi. Bir de içmesini istemezdi karısı. Halbuki çok içen, içince huyu değişen erkeklerden değildi. İçkisi de hayatı gibi kontrollüydü.
İşte bu yüzden yaz mevsimi; atletle özgürce evinde dolaşmak ve her akşam balkonunda bir duble rakı içmek demekti onun için. Karısı yaylaya çıkmadan buzluğu yiyecekle doldurur; hafta sonları gittiğinde de gene eline bir haftalık yiyecek verir gönderirdi. Çoğu zaman geçiştiriyordu akşam yemeklerini. Memleketinin sıcak havasından mı nedir, canı sıcak yemekten çok zeytinyağlı soğuk mezeler ya da soğuk karpuz, kavun gibi meyveler isterdi.
Bu akşam da o niyetle geldi evine. Balkonundaki masasında, hazırladığı kavun, peynir, domates, salatalıklı mütevazi sofraya eşlik eden rakısını doldurup baktı şöyle bir eksik var mı diye ve ardından karşı daireye kışın taşınmış gençlerin balkonuna baktı. Yazın başından beri bir tür huy edinmişti garip şekilde. Balkonda yemeğini yerken onları izlemek gibi. Ne zaman gençleri gördü, kahkahalarını duydu keyfi iyice yerine geldi. Birbirine çok yakın iki apartmandı onlarınki. Birbirlerinin salonlarının içini görecek kadar. Kendisi altıncı katta, onlar karşı apartmanın dördüncü katında oturuyordu. Dört bekâr gençti. Muhtemelen üniversite öğrencileriydi. Ama yazın da bir yere gitmemişlerdi. Aklından hikâyeler yazardı onlar için. Çok nadir dört kişi olurlardı evde. Ev çoğu zaman arkadaşlarıyla dolar taşardı ve çoğu zamanlarını mutfaktaki masada kâğıt oynayarak geçirirlerdi. Bazen sohbet ederler ama her zaman geceyi mutfak balkonunda gitar çalıp şarkı söyleyerek kapatırlardı. En büyük zevkiydi işte onların müziklerini dinlemek. Çaldıkları hareketli parçalarla canlanır, gençleşir; romantik parçalarla da hüzünlenir, yaşayamadığı aşka hayıflanırdı. En sevdiği de her gece kapanışı yaptıkları ‘Akdeniz Akşamları’ adlı şarkıydı. Hiç bilmiyordu aslında o şarkıyı. Onlardan dinleye dinleye öğrenmişti. Kendisi de eşlik ederdi keyifle mırıldanarak. Onlar sayesinde şarkı bilmediğini de fark etmişti.
Gençlere aklından isimler vermişti. Oktay-uzun boylu, ortalığı çekip çeviren, hepsinin ağabeyi gibi olan vardı meselâ. Sonra Mert vardı- gene uzun boylu, grubun en küçüğü, en eğlencelisi, biraz da sorumluluktan kaçanı. Ege vardı bir de- en yakışıklı, en havalıları. Maddi olarak diğerlerinden daha iyi durumda olanı sanki. Elleri hep dolu gelirdi eve çünkü. Son olarak da Bora vardı- grubun içe kapanık, tombul, en az konuşanı. Ama ne ilginçtir ki her zaman gitarı çalan da şarkıyı muhteşem sesiyle söyleyen de oydu. Sanki gerçek hayatta söylemediklerini şarkılarıyla, müziğiyle söylüyordu. Neden onlara bu isimleri verdiğini bilmiyordu ama hayatında ilk kez kendisinin yazdığı bir filmi yönetiyor gibi hissediyor, belki de eve koşa koşa gelmesine neden oluyordu bu durum. Hayatında hiç yaşamadığı sosyalliği onlarla tek taraflı yaşamaya başlamıştı. Bazen evde olmazlardı. İşte o zaman kendini hiç olmadığı kadar yalnız hissederdi.
‘Ne garip’ diye düşünmüştü bir keresinde. Ailesini cumadan cumaya görüyor ama gençleri bir gün göremediğinde hissettiği özlem duygusunu yaşamıyordu. Bunun için de ayrı suçluluk duyardı. Aslında ilgili bir eş ve sevgi dolu bir babaydı iki kızına karşı. Kızları da severdi babalarını. Ya da öyle olduğunu düşünürdü. Birden öyle çok da sohbet etmediğini, haklarında genel şeylerin dışında pek de bir şey bilmediğini fark etti.
Ne tür müzik severlerdi acaba? Genelde odalarında dinlerlerdi çünkü. Arkadaşları pek gelip gitmezdi eve. Dışarıda buluşurlardı çoğu zaman. Büyük kızı Nazire lise sona gidiyor, küçüğü Melike ise lise birde okuyordu. Çok çok başarılı değil ama gayretli, üzerlerine düşen çalışmayı yapan, sorumluluk sahibi kızlardı. Birden kızlarının da yaşamları gibi orta kararda olduğunu fark etti. Her şeyi kararında yaşayan, duyguları bile orta halli olan bir aile olmuşlardı. Karısıyla öyle büyük kavgaları olmaz, ara sıra lâf atışmaları ve devam eden bir iki günlük küskünlük; sonra aynı yerden devam eden bir ilişkiydi onlarınki. Kızları da anne babaya cevap vermeyen, başka ailelerde duydukları ergen isyanlarını yaşamayan, saygılı çocuklardı. Ama ne ilginçtir ki hiç masada hep birlikte yemek yerken, ya da beraber televizyon izlerken ya da sohbet ederken-sohbet ediyorlar mıydı acaba?- öyle karşı balkondaki gençler gibi etrafı çınlatan kahkahalar atmazlardı. Gençlere baktıkça yaşadığı hayatın anlaşılabilir, öngörülebilir hali ve sürprizsiz, coşkusuz, orta karar, hatasız olma yanları yüzüne çarpmaya başlamıştı. Genç olmanın ne demek olduğunu sorgulamaya ve bu anlamda hiç genç olmadığını fark etmeye başlamıştı. Her gün içtiği bir duble rakı bile değişmez, iki duble olmazdı. Sanki yazılmış bir senaryoda tek kişilik oyununu oynuyordu. Bazen gece yatağa girdiğinde gençler şarkı söylemeye devam ediyor olurlardı. Yattığı yerde onları dinlemek, o şekilde uykuya dalmak ayrı bir keyifti onun için.’ Kahkahalarla uykuya dalıyorum’ diye düşünürdü hafif çakır keyif.
‘Ne oldu bana bugün ya?’ diye düşündü. ‘Ne de çok şey düşündüm’ öyle diyerek bir yudum daha aldı buzlu rakısından, üstüne tulum peynirini ve kavununu ağzına atarken. Birden gençlerin üstündeki daireden orta yaşlardaki kadının balkonundan aşağı onların balkonuna doğru baktığını fark etti. Sonra kendi bir üst komşusunun pencereden, ‘gençler biraz sussanız mı artık! Hepimizin sabah işi gücü var. Ne böyle gıy gıy gıy her akşam ya’ dediğini duydu.
Çocukların ‘çok özür dileriz, bitiriyoruz hemen’ demesiyle ortalığı sessizlik kapladı. Karşıdaki orta yaşlı kadın kapıyı sertçe kapayarak içeri girdi. Kaldı Muhsin Bey bir başına.
‘Mutlu musunuz?’ dedi kendi içindeki sessizlikte. ‘Hadi bakalım orta halli, düzenli hayatımıza çok bile mola vermiştik değil mi? Renk bizim neyimize? Bu kadarı elimize de çok yüzümüze de’ diyerek ayağa kalkıp, toplamaya başladı masasını. Birden bu gece ‘Akdeniz Akşamlarını’ dinlemeden yatacağını fark etti. Yatağa yattığında uykuya dalarken içinden o şarkıyı söylüyordu farkında olmadan.
Sabah işe giderken apartman görevlisi Saim Efendinin durdurup,
---‘Karşı apartmandaki gençlerin gürültüsünden siz de rahatsız mısınız Muhsin Bey? Yönetici soruyor’ dediğinde şaşırmıştı.
---‘Niye olayım ki? Öyle gürültüleri yok. Bağırtıları çağırtıları da yok. Mis gibi şarkı söyleyip, ruhumuzun pasını alıyorlar. Ha, illâ şikâyet diyorsan; iki üstteki komşuların her akşam yaptıkları ortalığı inleten kavgalarından ve benim yan komşunun çocuklarının evde oynadıkları topu ortak duvarımıza vurmalarından, annelerinin ise gecenin bir vakti çalıştırdığı elektrik süpürgesinden şikâyetçiyim. Söyle yöneticiye!’ diye giderken, görevlinin kendi arkasından;
--- ‘Ne olmuş bizim sessiz Muhsin Beye öyle?’ diye söylendiğini duyunca yüzünde mutlu bir gülümsemeyle devam etti yoluna.
Cuma’ydı bugün. Akşam yaylaya gidecekti. Sonra pazar akşamı tekrar şehre dönüş. Arabasına binerken ‘unutmayım da Nebile’yi arayım gitmeden, ne lâzım diye sorayım’ derken kafası çoktan işiyle ilgili yapılacaklarla meşgul olmaya başlamıştı bile.
Yoğun bir iş gününün ardından, koşturarak markete gitmiş, karısının istediklerini aldıktan sonra yaylaya gitmek için yola koyulmuştu. Akşam yemek masasındaki alışagelmedik konuşkanlığı ve neşesinden sonra gece yatağa çekildiklerinde,
---‘’Bir tuhaflık var sende!’’ dedi karısı. Ardından, ‘’Daha bir enerjik, daha bir mutlu duruyorsun. Bana bak başkası mı var yoksa hayatında?’’ dedi biraz şaka yollu biraz da tehditkâr bir ses tonuyla.
---‘’Ooo, bizim halim selim, sakin hanımın içinden bir canavar mı çıktı ne öyle?’’ dedi Muhsin Bey.
---‘’Sakinlik, halim selimlik de bir yere kadar Muhsin Bey. Her kadın, aklına düşen ufacık bir şüphe tohumunda bile emin ol kolaylıkla canavara dönüşebilir. Demedi deme.’’
---‘’Aman be Hanıımm, gözüm senden başkasını gördü mü hiç? Senin üzerine gül koklar mıyım ben? Ama bana bak senin kıskanman da hoşuma gitmedi değil ha! Yanaş bakayım yanıma’’ demesiyle,
---Karısının cilveli cilveli ‘’ Aaa, iyice şaşırmışsın sen! Bunca sene sonra yeni mi gördün beni sen?’’ diye kıkırdaması ve kocasına yanaşması bir olmuştu.
Sabah 22 yıllık evlilik hayatlarında belki de hiç yaşamadıkları bir geceyi yaşamış olarak gözlerini açmışlardı. Kahvaltıyı hazırlamak için aşağı inen Nebile Hanım, kızlara da seslenerek masayı bahçede hazırlamak için yardım istemişti onlardan. Mutfakta yanına gelen kocasının yüzüne bakamıyor, yanakları kıpkırmızı, yeni evli gelin gibi acemice sahanda kızarttığı yumurtalara veriyordu bütün dikkatini.
---‘’Yani Nebile, seni gören de yumurtayı ilk kez yapıyorsun sanacak ha! Ne bu ciddiyet, altı üstü yumurta. Senin elin değdi mi zaten güzel olur ki!’’ dedi Muhsin Bey yanaklarını sıkarak.
Nebile Hanım tam cevap verecekken kızlarının içeri girmesiyle susmuştu ama daha da kızararak.
Büyük kızları Nazire, ‘’Ay Annee, ne kadar güzelsin sen bu sabah öyle! Yüzün parlıyor, sanki olduğundan daha gençmişsin gibi’’ derken Muhsin Bey’in,
---‘’Babanızı özlemiş de görünce gençleşiverdi böyle. Onun ilâcı benim.’’ demesiyle Nebile Hanım’ın kocasını dirseklemesi, kızların da birbirlerine şaşkınlıkla bakması bir olmuştu.
Öyle ya, alışkın değildi hiçbiri başka evlerde olağan, kendi evlerinde ise olağandışı kabul edilen bu tarz konuşmalara.
Bahçede yaptıkları kahvaltı hepsi için bugüne kadar yaptıklarından çok farklıydı. Muhsin Bey masaya bir radyo getirmiş ve; ‘’Cumartesi sabahını, kahvaltı masamızı şöyle güzel şarkılarla şenlendirmeyelim mi?’’ diyerek radyoyu açmış ve kısık sesle çaldıkları müzikleri dinlerken bugüne kadar konuşmadıklarının acısını çıkarırcasına sohbet etmişlerdi.
Yaylanın serinleten duru havası, eşi ve çocuklarıyla bol yemeli içmeli, yayla evinin bahçesinde meyve ağaçlarıyla, çiçekleriyle uğraşarak geçirilen keyifli, yoğun, keşif dolu iki günün ardından tekrar şehir evine döndüğünde yorgun bir şekilde direk yatağa atmıştı kendini. En çok da dönüşteki trafik yoruyordu kendisini. Sabah uyandığında alelacele üstünü giyinip ‘ofiste yerim bir şeyler’ diyerek çıktı evinden. Akşam eve geldiğinde bir banyo yapıp, karısının hazırlayıp gönderdiklerinden bir tabak hazırlayıp balkona çıktığında her zaman yaptığını yapıp gençlerin balkonuna baktı yüzünde kocaman bir gülümsemeyle. Ama hiç ışık yoktu evlerinde. ‘Tuh ya, nasıl da özlemiştim sizleri keratalar. Evde olmayacağınız mı tuttu bu akşam! Halbûki teşekkür edecektim size; beni ailemle, yaşamla tanıştırdığınız için’ diye söylendi kendi kendine. Canı bugün bir şey içmek de istemiyordu. Yayla dönüşü ilk gün biraz sıkıntılı geçerdi hep, tuhaf hissederdi. Televizyon da izlemeden yatağa erken gitmeye karar verdi. ‘Hasta mı olacağım ne diye’ diye düşündü yatağa girdiğinde üstündeki kırgınlığa bir anlam veremeden. Nitekim ertesi gün ofiste de kırgınlığı devam edince, nadir yaptığı bir şeyi yapıp işten erken çıkmak için izin istedi şefinden. Eve dönerken ‘şimdi kendime balkonda güzel bir masa hazırladım mı, bir de gençlerin kahkahalarını, müziklerini dinledim mi hiçbir şeyciğim kalmaz’ diye telkinde bulunuyordu. ‘Gündüz vakti eve dönmek de ayrı bir keyif ha’ diyerek keyfini katlamaya çalışıyordu içinde anlamlandıramadığı huzursuzlukla.
Önce duş yapıp, sonra yiyecek bir şeyler hazırladıktan sonra tam ilâç içip uzanacaktı ki balkona çıkıp gündüz gözüyle gençlerin evine göz atmaya karar verdi. Balkona çıktığında ilk yanlış eve baktığını düşündü. Ev bomboştu çünkü. ‘’Yok canım, ne alâka’’ dedi kendi kendine. Ama doğru evdi baktığı. 3 gün önce kahkahaların, gitar sesinin, şarkıların geldiği ev hiç yaşanmamış gibi boştu. Bulunduğu yerde açık açık gördüğü mutfakta her zaman oturdukları, kâğıt oynadıkları masa, tezgâhta olan bulaşıklar, bira şişeleri de yoktu. Salona baktı bir umut. Yok orda da uzandıkları derme çatma çekyat, duvardaki televizyon ve bir çalışma masasının üstünde hep açık olan laptop da yoktu. Sadece mutfak tezgâhının üstündeki bulaşık deterjanını görüyordu. Bütün anıları, yaşanmışlıkları temizlemek için kullanılmış da orada öylece bırakılmış ve ‘Burada bir zamanlar birileri yaşadı’ diyordu.
Yine de anlamlandıramadı bu durumu. Bir yanlışlık olmalıydı. Ne olmuştu ki üç günde de evden taşınmışlardı. ‘’Acaba içlerinden birine bir şey mi oldu?’’ diye geçirdi içinden. Ya da ev kirası mı fazla gelmişti acaba? Öyle ya ev kiralarını durdurabilene aşk olsundu. Hele bir de öğrenciyse tutan, ev sahipleri daha da bir acımasız oluyordu sanki. Sanki yarın bir gün kendi çocukları aynı duruma düşmeyecekmiş gibi bindirdikçe bindiriyorlardı. İnsanlar tuhaf varlıklardı. Başlarına gelince ‘haksızlık’, iş talep etmeye gelince ‘hak’ olurdu bu durum. ‘Sana yapılmasını istemediğini sen de başkasına yapma’ sözünü düstur edinseler hayat ne kadar da kolaylaşırdı aslında. Bu tarz durumları hayatının her evresinde o kadar yaşamıştı ki…
Şimdi de iş yerinde yaşıyordu. Şefinin kendisinden bir iş isterkenki üslubunun aynısını müdürleri ona yaptığında bozulur ve arkasından konuşurdu. Müdürün kabalığından girer, okumuş cahilliğinden çıkardı. Ofistekilerin kendisine imalı bakışlarını görmezden gelerek homurdanırdı tüm gün boyunca. Gel gör ki bu durum şefinin üslubunun değişmesine neden olmazdı. Garip varlıktı şu insanoğlu vesselam. Birden apartman görevlisi Saim Efendiyi aramak geldi aklına. Sadece kendi apartmanlarında değil, mahallede de olup biten her şeyi bilen meraklı bir adamdı. İzin verse kendiyle de konuşurken sınırı aşardı ama hiçbir zaman o fırsatı vermez, söylenmesi gerekenleri söyleyip geçip giderdi bir iki günlük hâl hatırdan sonra her zaman. Kendince duvar koyardı insanlarla arasına. Dışardan asosyal gibi algılanmasına aldırmadan kendi seçtiği özgürlüğü kullanırdı bu tutumuyla.
Saim Efendi’yi aradığında öğrendikleri daha da üzmüştü onu. Gençlerin çaldıkları müzikten rahatsız olan her iki apartmanda oturan sakinler hem yöneticiye hem de ev sahibine şikâyet etmişler ve evden çıkmalarını istediklerini söylemişlerdi. Ev sahibinin canına minnetti. Her yeni kiracıdan sonra fiyatı yükseltip ona göre veriyordu evini. ‘’Ne yaptı ki bu gençler acaba?’’ diye geçirdi içinden. ‘Hadi çok fazla eşyaları yoktu ama üç günde nerden ev bulup da taşındılar bunlar?’ dedi kendi kendine üzüntüyle. Bütün keyfi kaçmıştı. İnsanlar neden kendilerine iyi gelen şeyleri reddedip, insanları da kendi sessizliklerine, mutsuzluklarına alet ederlerdi anlayabilmiş değildi. Geçirdiği hafta sonunu düşündü birden. Sadece onları izleyerek, müziklerini dinleyerek ne kadar çok şey sorgulamıştı yaz boyu. Onlardaki mutluluk, enerji kendisine de bulaşmış; o da hafta sonu aynısını karısına, kızlarına bulaştırmıştı. ‘Eğer mutluluk da mutsuzluk gibi bulaşıcıysa neden kahkaha atmayı seçmeyiz?’ dedi sesli bir şekilde.
Sanki bir anda içinden yaşam enerjisi sökülüp alınmış ve ne yapacağını bilmiyormuş gibi hissetmişti. Eski Muhsin Bey gelmişti tekrar. Amaçsız, hayata sadece yapması gerekenleri yapmak için gelen ve ona dayatılan rolü oynayan.
Ne yapacağını bilmez halde yatağa gitti. Hem üzerindeki hem de yüreğindeki kırgınlığı uykunun geçirmesini umut ederek. Ağzı kupkuru, yüreği sıkışmış halde uyandığında hava kararmış, akşam olmuştu. Kendini zorlayarak kalkıp kendine atıştıracak bir şeyler hazırlamaya karar verdi ruhsuz bir şekilde. Buzdolabını açıp karısının gönderdiği yiyeceklerden bir tabağa koyarken durdu birdenbire ve her zamanki gibi balkon masasını hazırlamaya karar verdi. Masasını hazırladığında bir masaya bir de gençlerin karanlık evlerine baktı. Sonra sakince içeri girip radyosunu getirip bir şarkı açtı.
Radyoda çalan keyifli müziğin eşliğinde karşıya bakarak elindeki kadehi kaldırdı.
‘’Siz hep çalın, ben dinlerim sizi’ dedi gülümseyerek.
Yeni yorum ekle