Söyleşi: Rıdvan Hatun

Edebiyat

 

 

Rıdvan Hatun’un ilk öykü kitabı Billur Örüntüler, sade dili ve ritmik anlatımıyla okuru hızla içine çeken bu içe çekişin sonunda da bazen rahatsız eden, düşündüren, hatta ürküten sahnelerle karşılaştıran bir eser. Can Yayınları tarafından yayınlanan kitapta toplam on üç öykü bulunuyor. Kısa sürede ikinci baskısını yapan eserde yazarın ustalıkla inşa ettiği öykülerdeki atmosferler, okuru bir sonuca değil, sürece; ani dehşetten çok, yavaşça biriken tedirginliğe götürüyor.

 

  1. Billur Örüntüler’ öyküsünde birinci ve ikinci tekil şahısların iç içe geçmesi, kimi zaman şiirsel, kimi zaman da parçalı bir anlatımla birleşiyor. Bu anlatı biçimini tercih ederken okurda nasıl bir duygulanım yaratmayı hedeflediniz? Anlatıcının iç sesiyle girdiği bu diyalog, bir ‘ben’ arayışı mı, yoksa bir yabancılaşma biçimi mi sizce?”   

 

Biçimi belirleyen öykünün kendisi. Karakter sesini buldukça kurgu şekilleniyor. Bu sayede ben de yönümü buluyorum. Okurda uyandıracağı duygu üzerine düşünerek yazmak zor olur gibime geliyor. Kimin ne hissedeceğini bilmiyorum. Bahsettiğiniz öyküdeki karakterin kendisiyle girdiği bu diyaloğu bir zorunluluk gibi gördüm.  Dengede kalabilmek için geliştirdiği bir var olma biçimi gibi. Söylediğinizden yola çıkarak biraz da ben’i ararken yabancılaşma hali.

                                                                    

  1. Bir söyleşinizde öykülerinizde kötülüğü belirli kişilere indirgemek yerine, onun doğasını ve etkilerini anlatmayı tercih ettiğinizi söylüyorsunuz. Özellikle ‘Pencere’ öyküsü bu konuda bir örnek olarak önümüze çıkıyor. Okurken muğlaklık ve tedirginlik sürekli bizimle ve bir okuyucu olarak bunu çok sevdiğimi de söylemek istiyorum. Bu yaklaşım yazarlık sürecinizi nasıl şekillendiriyor? Duygusal yoğunluğu taşımakla metni objektif tutmak arasında nasıl bir denge kuruyorsunuz? 

 

Duygusal yoğunluğun dengesini önemsiyorum. Karakterleri benden bağımsız kişiler olarak görmeye çalışıyorum. Duyguları sömürmekten korkuyorum. Anlatılan duygunun yoğunluğuna kapılma, onun bir haz aracına dönüşmesi anlamına gelebilir bazen… Okurla aynı düzlemde olduğumuza inanarak yazıyorum. Bu yüzden gerekli bütün detayları vererekduyguları anlatmaya/açıklamaya çok da girişmeden yazıp çıkacak anlamı okura bırakmaya çalışıyorum. Bunu ilk taslaklarda beceremiyorsam o pasajların soğumasını bekliyorum. Araya giren zaman mesafe almama yardımcı oluyor.

 

 

  1. Billur Örüntüler’i yazarken, hikâyenin önüne geçebilecek duygusal bölümleri zamana yayarak soğutmayı ve onlara mesafeyle yaklaşmayı tercih ettiğinizi söylediniz. Hanya Yanagihara’nın Değersiz Bir Hayat (A Little Life) adlı romanı gibi çok okunan birçok roman ise bunun tersine, yoğun duygusuyla neredeyse hikâyeyi bastıracak bir anlatım kuruyor. Acılara farklı bakmak edebiyatın kendi seçenekleri olsa da sizce edebiyatta bu kadar yoğun duygu anlatımı, okurla bağ kurmayı nasıl etkiler? Yoksa bir noktadan sonra anlatının önüne mi geçer? 

 

Bu yöntemlerden biri öbüründen daha doğrudur diyemem. Bugün benim aradığım dengeye hitap eden şey eksilterek yazmak. Göstermek, anlamı okuyana bırakmak. Okurun bulunduğu yerden, öyküye yaklaştığı farklı açılara göre çıkacak yeni anlamlardan korkmamak, metnin yazarın anlatmak istediğinden bağımsız da çoğalmasının önünü açmak…İki yöntem de yerine göre iyi ya da kötü olabilir. Önemli olan metin, nasıl yazıldığı, bizlerde hangi duyguları uyandırdığı bence.

 

  1. Kendisi de bir queer olan ve anlatısında otobiyografik ögelere yer veren Camila Sosa Villada’nın Kötü Kızlar’ını okuduktan sonra, uzun süre etkisinden çıkamamıştım. Ötekileştirilenlerin, yok sayılanların, görmezden gelinenlerin yaşadıklarının ne kadar derin bir acı olduğunu, bir trans bireyin gözünden okumak sarsıcıydı. Bu yüzden, kitabınızda ‘Travesti Bileklerimi Enine’ öyküsüyle karşılaştığımda, Villada’nın metninde hissettiğim etkiyi yeniden yaşadım. Aynı kırılganlık, aynı direniş ve aynı içtenlik ve tüm o benzer riyakarlıklar. Bu kez bizim coğrafyamızdan, ama benzer bir yara yerinden ses veriyordu. Rıdvan Bey sizce edebiyat, görmezden gelinen hayatları görünür kılmada nasıl bir alan açıyor? Bu kırılganlıkla kurulan anlatının sınırları nerede başlar, nerede biter?

 

Edebiyatın amacının ne olabileceği üzerine düşünüyorum. Aslında söyleşilerde gelen sorular sayesinde düşünmeye başladığım bir konu. Yazarken bunu hiç düşünmedim. Öykülerdeki meseleler benim amaçlarım için değil kendileri için varlar.Öyküdeki karakter ne kadar kendisi için varsa, gerçekse, öykü de o kadar gerçek ve kendisi için olsun istiyorum.  Bundan gerçek hayatla yarıştığım anlamı çıksın istemem. Bahsettiğim gerçeklik gerçekten yaşanmış şeyleri anlatma arzusu değil.

Hissettiğim sorumluluklar, çizmeye çalıştığım sınırlar var. Bunlar nerede başlar nerede biter ben de bilmiyorum. Bilinçli bir tercihin yanında bir hisle durmam, çıkarmam gereken yeri bulmaya çalışıyorum. Bunu sömürüyor musun, bu duyguyu gerçekten tanıyor musun, içini mi oyuyorsun… böyle şüpheyle, sorularla, fikir alarak, anlamaya çalışarak yazıyorum.

 

  1. Yurt dışına taşındıktan sonra, bu deneyimlerin kitabınızdaki karakterlerin içsel yolculuklarını veya çatışmalarını şekillendiren bir etkisi oldu mu? Özellikle göçün, kişisel kimlik ve aidiyet üzerine yarattığı dönüşüm, anlatılarınızdaki karakterlerin evrimine nasıl yansıdı? Kapan, Marena Evcil Leopar öykülerinizde bunun izlerini gördüğümüzü söyleyebilir miyiz?

 

Kapan bir göç hikayesi. Göçün kendisini değil sonrasını anlatmaya çalıştım. Bu yönüyle bir yol hikayesinden çok bir varamama hikayesi. Ya da hesaplaşma. Ben de taşındım, benzer duygular hissettim.  Öykülerle böylesi doğrudan bağlar kurmak benim için daha zor. Tanıdığım duyguların, hissettiklerimin her öyküye etkisi oluyor tabii ki.

Marena Evcil Leopar’ı Almanya’da tanıştığım bir arkadaşımın tavsiyesiyle izlediğim bir röportaj/belgeselden etkilenerek yazdım. Belgeselin ilk kısmı Sibirya’ya başka ülkelerden getirilen egzotik hayvanlarla apartman dairelerinde yaşamaya kalkan insanlarla, ikinci kısmı ne o iklime ne apartman dairelerinde yaşamaya uygun hayvanların sokağa atıldıktan sonra tıkıldığı kiliseyle ilgiliydi.

 

  1. 2013 yılından beri Almanya’da yaşayan bir yazar olarak, çağdaş yayıncılık anlayışı açısından Alman edebiyatıyla Türk edebiyatını karşılaştırdığınızda, Türkiye’de de benimsenmesini faydalı bulduğunuz yaklaşımlar var mı? Aynı şekilde, okur profili bakımından iki ülke arasında belirgin farklar gözlemliyor musunuz? Sizce bu farkların oluşma nedenleri neler olabilir ve daha iyi bir okur kültürü için neler yapılabiliriz?

 

Bu kısımlarla ilgili cevaplarım doyurucu olacak mı bilmiyorum. Yayıncılık kısmına zatenhâkim değilim. Burada gördüğüm şeyleri sıralayabilirim.

Sadece klasikler değil, çağdaş yazarlar da daha geniş bir çevreye ulaşabiliyor. Yeni yazarlar iyi bir eserle çıkıyorlarsa görülmeleri için çok satmaları ya da dört beş kitap daha yazmaları beklenmiyor. Seslerini duyurabilecekleri alanlar daha fazla. Televizyonda edebiyat programları yapılıyor. Hâlâ nitelikli eleştiri yazıları yazılıyor. Gazetelerin eleştirmenler ve okur anketleriyle belirlediği kitap listeleri önemseniyor. Dünyanın geri kalanında da değer gören pek çok edebiyat ödülü var, sayısı az değil, uzun yıllardır verilmeye devam ediyor. Yazar teşvik bursları var. Yabancı dillerde yazan yazarlara verilen destek ödülleri var. Bazıları en azından bir-iki yıl büyük ekonomik korkular yaşamadan yazarın geçinmesine olanak sağlayan ödüller… Aklıma gelenler bunlar. Yazdıklarımın hiçbiri Türkiye’de yoktur anlamına gelmesin. Oradaki yayıncılık dünyasına da yüzde yüz hâkim değilim. Bunlar biraz da devletin, belediyelerin kültüre, sanata vereceği destekle olabilecek şeyler. Bunun yanında buradaki eksikler de hiç az değildir muhtemelen.

 

 

  1. Almanya’daki edebiyat ödüllerinin hem yazarlar hem de okurlar üzerindeki etkisinin oldukça belirgin olduğunu tahmin ediyorum. Sizce bu ödül mekanizması orada nasıl işliyor ve ne tür bir karşılık buluyor? Türkiye’deki ödül sistemleriyle karşılaştırdığınızda dikkat çekici farklar var mı? Bu farkların, edebi üretimi ve okur yönelimlerini nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?

 

Aslında bir önceki soruda biraz yazdım. Ödüller veriliyor. Ses getiriyor. Gazetelerde, ulusal haber programlarında, sosyal medyada kısacası aklınıza gelebilecek her yerde ama kısa ama uzun verilen ödülden, ödülü alan yazardan bahsediliyor. Türkiye’de neredeyse elli yılıaşkındır verilen ödüller var. Bunları veren kurumların web siteleri dışında-online edebiyat yayıncılığını, sosyal medyayı ayrı tutarsak- anaakımdaduyurularının yapıldığını pek görmedim ben.

Ödül sistemine dair düzgün cevap verebilmek için en bilinenlerden iki edebiyat ödülünün web sitelerine baktım.Georg-Büchner-Preis ve deutscherbuchpreis. Bunlar uzun yıllardır verilen önemli ödüllerden. Yıllara göre hem jüriler hem ödül alan yazarlar web sitelerindeki arşivlerde listelenmiş. Yazarlarla yapılan röportajlar, çıkan yazılar, tören… ödüllere dair hemen her şeye buradan ulaşmak mümkün. Arşivlerden anladığımjürilerin hemen her yıl değiştiği. Zaten deutscherbuchpreis bunu özelikle yaptıklarının altını çizmiş. 2020’ninjürisindeki üyelerden biri 1988 doğumlu, yani o zamanlar 32 yaşında. Hemen her yıl otuzlarında, kırklarında olanları da içeren her yaştan üye var.Her yıl önce kimlerin jüri olacağı belirleniyor. Ekip, planlama, oturmuş bir sistem, bütçe gerektiren şeyler bunlar. Tek, tek görüşmek anlaşmak, her yıl yenilenmek kolay değil. Jürilerde akademisyenler, çevirmenler, yazarlar, yayıncılar, eleştirmenlervar… Bu kadar,sorunuzu cevaplamaya çalışırken neredeyse eş zamanlı gördüğüm web sitesinde okuduklarımı yazdım.

 

  1. Rıdvan Bey, kadın dilini bu kadar başarılı bir şekilde kullanmanız, özellikle Tatlı öyküsünde kendini çok iyi hissettiriyor. Öyküdeki kadın karakterlerin dili, yaşadıkları duygular ve içsel dünyaları çok doğal bir biçimde aktarılmış. Sizce bu başarı, bir erkek yazar için kadın karakterlerin iç sesini anlamak ve aktarmak adına nasıl bir derinlik gerektiriyor? Edebiyatta kadın ve erkek diliayrımı gerçekten var mı?

 

İnsanın kedisi için şunu yapabiliyorum çünkü şunu şunu biliyorum demesi çok zor. Baştan kadın dili erkek dili diye yaklaşmıyorum. Sadeceyazdığım karakteri tanımaya, herkesten önce ona inanmaya çalışıyorum. Gerçekten yapabiliyorsam, okura duygusu geçiyorsa bundaki en büyük etken bu inanç.

 

 

  1. Rıdvan Bey, son olarak sizden çağdaş Türk edebiyatından ve Türkçeye çevrilmiş Alman edebiyatından birkaç örnek isteyebilir miyiz?

 

Çevrilen çağdaş Alman yazarlardan Ralf Rothmann ve Judith Hermann’ı seviyorum. Çağdaş sayılır mı emin değilim ama Jaguar’dan çıkan Avusturyalı yazar Marianne Fritz’in Şeylerin Ağırlığı kitabından da etkilendim.

Yerli çağdaş yazarları da elimden geldiğince takip ediyorum. Pek çok isim var. Ama tek tek saymak çok zor oluyor, mutlaka eksik kalıyor.

 

 

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.