Akıl İman İlişkisine Yön verici Bir Girizgah
Prof.Dr. Süleyman Dönmez
Din denilince akla ilk gelmesi gereken kavram, iman olmalıdır. Her din bir iman ile başlar esasen. İman ise sıkça akıl ile kapıştırılır ya da uzlaştırılır. Kadim bir fikrî kapışmadır bu. Aşağıdaki yazı bu kapışmalara girmeden Türkçe düşünmeye çalışarak kaleme alınmıştır. Özde göreli olarak daha hacimli olan bir yazımıza girizgâhıdır.
*
21. yüzyıl düşünce üretmede etkin olacak olan yeni doğumlara gebedir. Gerçekten de son birkaç asırda olup biteni kavrayışta daralan dünyalar, gerek makro gerekse mikro boyutta karşılaşılan çıkmaz sokaklara çıkış yolları bulabilmenin telaşındadır. Kontrolsüz gelişen teknoloji, kirlenen bilgi, daha da vahimi karıştırılan zihinler, son zamanların çözüm bekleyen sıkıntılarından ilk akla geliverenlerdir. Artık ne modern çağın akılcı mekanik çözüm önerileri ne pozitivist deneyci yaklaşımlar ne de modern sonrasının sanal inşacılığı, peydahlanan yeni dertlere deva olabilmektedir.
Bugün düşünce üreten çevrelerin ekserisi, hesaplaşmak zorunda kalınan pek çok sorun karşısında suskundur. Rüzgâra kapılmış görünümündedirler. Elbette “yekpare geniş bir ânın parçalamaz akışında” yol almak yadırganacak bir durum değildir. Ama unutulmamalıdır ki, anlık bir duyuş da olsa, akıntıya kapılanlardan daha ziyade “ne içinde ne de büsbütün dışında” kalabilenler zamanın, çaresizliğe çare olup rüzgâra yön verebilir. Vermelidirler.
Rüzgârın artık batıdan estiği âşikârdır. Bir zamanlar doğunun rüzgârını ardına alan batı, kendi adına ciddi adımlar atarak rüzgârın yönünü değiştirmeyi becermiştir. Takdir edilmelidir. Lâkin nice zamandır batıdan doğuya esen bu sürekli ve soğuk rüzgâr, şimdilerde ciddi anlamda tehditkârdır. Ekilmeyen rüzgârın fırtınası biçilmek üzeredir. Batılının elindedir kement, doğulunsa boynunda. Boğan batıdır, boğulansa doğu. Sorun üreten batıdır aslında hep, garip bir tarzda çözüm öneren de. Doğu yok gibidir ortada. Belki de adı vardır sadece. Ya da batı için vardır doğu. Hedeftir batı, hedeflenense doğu. Vurulan doğudur, vuransa batı.
Batıdan esen fırtına Türk insanını perişan etmektedir. Kim olduğunu unutturmuş, âleme bakışını değiştirmiştir. Kendinin olmayan sorunlarla boğuşmak zorunda kalan Türk aydını, artık etkisizdir. Yabancılaşmıştır. Kendine yabancıdır. Dinine yabancıdır. Diyanetine yabancıdır. Kültürüne yabancıdır. “Cihân-ârâ cihân içre ârâyı bilmez” olmuştur. Oysa Türk düşüncesi dün olduğu kadar bugün de batıdan esen rüzgârı göğüsleyecek kudrete sahiptir. Ancak fark etmek gerekir öncelikle onu. Hemen ardından da dıştan içe şekillendiren bu tek yönlü akıştan kurtulma yolları aranmalı ve bulunmalıdır. Kurtulmalıdır mümkün olduğunca süratle batıran girdaptan.
İşbu gizergâhta bize batıdan intikal eden ve bugün büyük çoğunluğun içselleştirdiği; lakin bize hâlâ ciddi rahatsızlık veren akıl-iman karşıtlığı sorunu tartışmaya açılmak istenmektedir. Sadece mevzu tartışmaya açılmak istenmekte ve meselenin çözümüne dönük istikamet gösterilmektedir. Hedefimiz, nice zamandır zihin ve gönül dünyamızı meşgul eden akıl-iman ilişkisini doğu-batı etkileşimi bağlamında tarihsel olarak doğrusal, fikrî anlamda ise döngüsel bir okumaya tabi tutulması gerektiğine işaret ederek Türk’ün kadim geleneğinde akılla imanın karşıt olmadığını anımsatmaktır. Elbette hesaplaşılması talep ettğimiz sorun, bugün itibariyle gerek doğu gerekse batı adına uzun bir geçmişe sahiptir. Bu nedenle sorun aratonlardan ziyade anarenkler üzerinden iz bırakan birkaç düşünürün fikirlerine atfen tartışılması kargaşayı önleyebilir.
Burada baştan itibaren doğu-batı rüzgârı tarzında sembolleştirdiğimiz iki yaklaşımın Hıristiyanlık ve İslam kültürü ile sınırlandırıldığını ifade edelim. Öte yanda akıl-iman ilişkisi olarak özelleştirdiğimiz sorunun çerçeve olarak din-felsefe veya din-bilim ya da teoloji-felsefe-bilim karşıtlığından ya da ilişkisinden vâreste olmadığının altını çizelim.
Nedir sorun? Bugün Hıristiyan bakışı temsil edenler felsefenin ya da bilimin karşısına dini ya da ilahiyatı koyanlardır. İmanın akıldışı yahu akılüstü olduğunu düşünürler. Akıl-iman karşıtlığı gerçekten de Hıristiyan kültürün özel hallerinden peydahlanan bir sorundur. Türk-Müslüman olanların kültürel etkileşimler neticesinde bu tavrı benimsemesi, sorunu sahiplenmemiz için yetersebep olamaz. Zaten söz konusu sorun İslam’ın Hıristiyanlıkla karşılaştığı ilk dönemlerden itibaren zihinleri iğfal etmesine rağmen, Türk düşüncesinde genel kabul gördüğünü söylemek çok zordur. Bu da, yukarıda da işaret edildiği gibi, akıl-iman karşıtlığının yerel değil ithal bir sorun olduğunu gösterir.
Bizce hakikat şudur: Türk’ün inandığı İslam’ın imanı aklın karşısında ya da üstünde değildir. Zaten gerçekten de, özde İslam ve islâmî özün taşıyıcısı olan Türk düşüncesinde akıl ve iman kesinlikle karşıt kutuplar olarak algılanmamıştır. Ancak geçmişte aklı karışan ya da karıştırılan bazı Müslüman-Türkler ya da Türkçü Müslümanlar, Hıristiyanlığın etkisinde aslolanı ârızî olanın yerine koymuşlardır. Günümüzde de bazı araştırmacılar, hem kapıldıkları batılı rüzgârın etkisiyle, geçmişin sapmalarından beslenerek düştükleri körkuyuya Türk-İslam düşüncesi adına taş döşemektedir.
Çokça duyduğumuz aklın imanla alakası olmadığı söylemi, bugün itibariyle, Müslüman Türk’ün zihnini pek de rahatsız etmediği söylenebilir. Aslında batı serumuyla beslenen Türk aydınının kafası gerçekten karışıktır. Öyle ki, onun nazarında din felsefenin karşısındadır; imanın ilimle, bilimle, felsefeyle velhasıl akılla ilişkisi yoktur. Ya iman edersin ya da etmezsin. Uğraşırsın iman edemezsin. Kaypak bir inançtır, aslında iman dediği. Kocakarı inancını imana saymaktadır. Farkında değildir inançla imanın farklı kavramlar olduğunun. Muzdarip kaldığı batılı bakış, inancını iman saydırmaktadır. İman dediği ‘o inancın’ bazen aklı aşan bazen de akla aykırı olduğundan kuşku duymamaktadır. Arasıra ya da zor günlerde açılan kapalı kutudur. Sair zamanda ise, alâka duyulmayan hayatın dışında bir muammadır. Oysa bu değildir iman.
Salt inançla iman kurulamaz. İnançtan beslenir elbet. Ama iman başkadır, inanç başka. Akıl ise, inancı imana taşıyan sağlam bağdır. Akılsız iman, iman etmeyen saf akıl olmaz. Akıl imanda temel şarttır. Karşısında yahut kıyısında ya da altında ve üstünde değildir. İçiçedirler.
a) Akıl
Nedir akıl? Akıl, doğuştan gelen bir yetidir. Düşünmeyi, bilgi üretmeyi, kavrayıp anlamayı ve uygulamayı sağlar. İnsanlar genelde pratik sorunları çözümlemeye yaşamı düzenlemeye yetecek düzeyde düşünme becerisine sahiptir. Ayrıca düşünceler de karşılıklı olarak değiştirilmeye çalışılır. Karmaşık tartışmalar yapılır. Matematikle ya da ilmî kuramlarla alakalı karmaşık yapılar çözümlenebilir. Bütün bu işlemler ince ayrımlar içeren karmaşık düşünme yollarıdır. Akla dayanırlar, aklı oluştururlar. O halde akıl, öncelikle düşünce gücüyle inançlara neden bulma yeteneğidir. Elbette farklı akıl yürütmelerden ve farklılaşan akıllardan söz etmek mümkündür. Zaten tarihsel seyir, akıl adına böylesi bir akışın en açık delilidir. Bu nedenle düşünce tarihi farklılaşan akılların çöplüğüne dönmüştür. Temel soru şudur: Bütün bu olup biten karşısında tavır belirlememizi sağlayan “şey” ne? Görünen o ki, duyuş, düşünüş, çevre, kültür; hâsılı dâhili veya harici her türlü etkinin ve etkilenimin üzerinde yön verici olan fıtrî bir güce sahibiz. İşte bu, bizim onto-epistemik kavramıyla nitelediğimiz, her durumda bağlayıcı ve vazgeçilemez olan akıldır. Aklımızdır.
Onto-epistemik kavramını normal şartlarda her insanda doğuştan varolan, daha sonra maruz kalınan etkenler vasıtasıyla bilgi, biliş ve duyuşa evrilen ‘o güce’ nispetle kullanıyoruz. Dikkatlerden kaçmaması gereken, her dâim sahip olunan onto-epistemik akılla, ondan tezahür eden epistemik akılların eşdeğer olmadıklarıdır.
Epistemik akıllar ârızîdir. Zihinseldirler. Onto-epistemik akıl ise, köken olarak ontik, tezahür olarak epistemiktir. Bir başka ifadeyle; düşünüş, duyuş, bilgi ve biliş, aslolan ontik aklın epistemik görünümüdür. Pek çok epistemik tezahür vardır. Farklılık arz edebilirler. Zamanla farklılaşabilirler. Onto-epistemik akıl, hem kendinin hem de bütün bu tezahürlerin farkındadır. Onlar üzerine de düşünür.
Akıl, kuşkuları giderendir. Bazı temel gerçeklerin kuşkuya yer bırakılmaksızın ispatlanabileceği görüşüne ise akılcılık adı verilir. Akılcılığın aklın işlevine sarsılmaz bir inancı vardır. Aklı belirli bir inancın anakaynağı olarak alır. Akılcılık, bir tezahürdür. Epistemik bir görünümdür. Bu nedenle bilime, ahlaka, dine ilişkin akılcılıklardan söz edilebilir. Ancak akıl için, özellikle iman söz konusu ise, sadece kuşkunun giderilmesi yeterli değildir. Onun yanında güvenin de tesis edilmesi gerekir. Onun için akılcılık üzerine de düşünen onto-epistemik akıl, kuşkuları güven tesis ederek bertaraf eder. Bu, aklın imanla buluşmasıdır.
b) İman
İman pek çok anlama gelebilir. Yaygın olan görüş, imanın yaşamın temel yönleri hakkında bir takım özel bilgilere, genellikle akılcı dayanak ve kanıt ile düzeltmeye uzak görünen İlahî vahiyle ilintili bir kaynağa güvenme tavrı olduğudur. Soru şudur: iman bir inanç mıdır? Mesela şu veya bu sebebe dayanmadan doğru ya da gerçek olduğuna inandığım şeye duyulan güven midir iman? İmanın bir güvenme olduğu açıktır. Ama bu, nedensiz bir güvenme midir? Kanıttan daha derin güven temelli bir nedenden söz edilemez mi?
Bize göre, Hıristiyanlığın bağlandığı dayanaksız güven, imana yükselememiş inançtır. İnançlar aklın karşısında olabilir yanında da. Akıl, karşısında bulduğu inancın dayanaklarını araştırır. Onar onu ya da uzak durur ondan. Ama iman, aklın etkin olduğu zeminde oluşan güvene dayanır. İmanın nedeni akılla kurulan güvendir. İşte bu, Türk-İslam düşünüşünde öne çıkan, aklın tetkik ederek kalbin tasdik, dilin de ikrar ettiği imandır. Burada iman, aklın karşısında ya da üstünde değildir. Bir bütündür akıl ve iman. Vesselam…
1 Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında
Yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışında. (A. Hamdi Tanpınar)
2 Cihân ârâ cihân içindedir ârâyı bilmezler
Ol mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler. (Hayalî).
(Dünyayı, evreni süsleyen evrenin içindedir; aramayı bilmezler. Denizin içinde olup da, denizi bilemeyen balıklar gibidirler).
Yeni yorum ekle