Aşk, Estetik ve Sanat Üçgeni

Felsefe

 Aşk, Estetik ve Sanat Üçgeni

Ümit Yaşar Gözüm*

zorbatv

Deniz Çekilince, Martılara Gün Doğar/Mı? 
Çağın sorusu ‘kendisiyle yüzleşemeyen insanın, geleceğin kitlesel gerçekleriyle yüzleşmesi’nin mümkün olup olmayacağı! Kendine yakınlaşamayan, özüne yabancılaşır ki; bu yanıyla dijital çağ, kurgunun başat değeridir. 

Kimimiz aşkı kutsadık, kimimiz sanatı, kimimiz ise estetikten yoksun olamayacağını bunların. Daha çok emek verenler anladılar, bir üçgenin köşeleri arasındaki kopmaz bağı. Aşka ya da sanata mesafe koyarak bir algı yaratmak, eğreti durduğumuz zamanlarda ortaya çıkıyor. Oysa bu iki kavramı, değer bağlamında ele almak, sağlam zeminde yürümek demektir.
Metafor zamanları bir kenara itersek, aşk ve sanatı birbirine ilintileyen bağı; ‘estetik’i görürüz. Her iki kavramın içini dolduracağımız estetik; sanat ve yaşam özelinde en çok istediğimiz ya da şikâyet ettiğimiz şeydir. 

Ne estetikten yoksun sanattan bahsedebiliriz, ne de estetiğin konu edinmediği bir aşk estetiğinden! 

Her insan genlerinin bir dışavurumudur fiziki olarak. Ancak yeti de ruh gibi işlenmeye muhtaçtır. Bunu ister sanatsal olarak eğiterek, isterse kendi yetisinin farkına varan bireyin onu eğitmesiyle gelişir, evrilir. Kitleler ise bu yetiyi, dönüştüğü nesne veya eser üzerinden algılar. Hiç kimse annenin korunaklı barınağından alınıp, gerçeklerin dünyasına bir sanatçı olarak bırakılmaz, bırakılamaz. 
Sanatçı doğmak sadece kut yüklenen bir deyimdir, ama sanatçı olmak sanatın emek kuralına uygun ve daha saygın olandır! 
Sanatçı; yatağını şaşırmış ırmak gibi, içindeki sırrı keşfedip, yüreğinden gerçeğe akar! Bu aşk karşısında insan; yersiz yurtsuz imgelem gibi, donakalmış bir suskunluktur. Ki, ancak sevgili çözebilir dilini! 

Sanatçının eser verme sancısı, içindeki aşkın konusudur; başarı ya da sahip olduklarının değil. Umut verir her şartta, hatta en büyük mutsuzluklarında bile, sıradan olmayan bir amaca yönelmiş aklı buluruz. 
Doğa karşısında dinginleşen duyuları, eser verme çabasında coşkunun kaynağı duygularının yaratma çabasına döner. Kimi zamanlarda emin olduğu ruh halinin yarattığı geçici bıkkınlık karşısında; içsel bir kaçış yaşar ki; orada öğrenir aşkla işleri karıştırmamayı. Bazı üretme çabalarının sonuçsuz kalmasının nedeni, sanatçının esere dönüştüremeyeceğini anladığı eylemleri için

‘bırak öyle kişiliksiz kalsınlar’ diye kendine seslendiği, zamana bıraktığı haklı isyanıdır!
Bu evreleri sanatçının yeni bir dönüşüm çabasını destekler ve içsel bir evirilmeye yol alır. Her nehir neden bir denize muhtaç, her yürek bir aşka tutsaktır diye sorar! Sanatçı, herkeste var olan ama eğitilmeyen yorum gücüne başvurarak kurtulur bu çıkmaz sokaktan. Bu sadece bir doğa algısının yorumu değil, içsel algının da yorumlanmasının esere dönüşme halidir. 

Uzakları işaret eder gözleri sanatçının, bir gözetleyici gibi! Farkına varır, cesaretin çaresizliklerin toplandığı dehlizlerden fışkırdığının. Sır gibi sakladığı erdeme sığınan insanın, öze dönüş öyküsüdür! Bu yorumlama günlük sıradan dilde ifade edilen; var olanın üzerine yapılan eleştirel bir duruş değildir. Aksine, eser verme aşkının, estetik kaygıyla beslenmiş varoluşun özgün yorumudur.
Sanatçı sıradan insandan farklı olarak; kendine az, ötekine çok uzak bir boşluktur! Biçeme yönelmiş yalnız sanatsal ruhun, amacına yönelmiş anlatma biçimidir. 

Sanatçı ile sanatla uğraşanların çabalarını iç içe geçirmek, sanatı özünden koparmakla eşanlamlı. Öylesine kopardık ki, akıl ve yürek bağını, artık çok daha uzağız gerçeğin görüntüsüne demekten alamıyor düşünen akıl kendini!

Estetik algıdan yoksun aydının karanlığı, cehaletinki ile atbaşı gidiyor. Kimin kazanacağını tahmin etmek hiç de zor değil günümüze bakınca! Sanatçının düş gücünü, düşüncenin gücünden bağımsız sananlara sesleniyor içimdeki Şaman: 
‘Unutmayın insan kardeşlerim, akıl bedenimizdeki orman, yürek onu besleyen coşkun nehirdir. Koparabilir misiniz bu bağı, kesip atabilir misiniz ‘bana göre safsatalarıyla’. Aşk vaatlere açtır, sanat taze düşlere!’ 

Sanata en uygun dil; bireysel üslup ve kitlesel tematik algıdır. Çünkü sezgi yüzeysel olan bir nitelik değildir! Aksine sanatçının içine doğduğu kültürel ve doğal coğrafyanın yarattığı algının üstünde yürüme yetisidir. 
Sanatçı içine doğduğu toplumun bir bireyidir, ama aynası değildir. Sanatın diliyle toplumun dili benzemez birbirine. Öyle olsaydı şayet, her sanatçının özgünlük kaygısını, özgürlüğünü nereye oturturduk. Birisi üstün estetik seçkilerin dilidir, ötekisi sıradanlaşan kitlelerin derdini anlattığı günlük iletişim dilidir! 

Anlaşılması gereken gerçek, sanatçının kendi kültür çevrenine karşı duygusal bir sorumluluğu olduğudur. Bu da köken kültürden hareketle evrensel değer verme aşkıdır. 
Bilmeliyiz ki, aklı ve aşkı sildiğimizde hayatımızdan, gecenin sonunu gören yetenekli yolcuları olamayız yaşamın! Bunun için, sanatın bütün dallarında yetenek ön şarttır; ancak eğitilerek geliştirilememiş bir yetenek, kendini tekrar eden sarmaldan başka bir şey değildir! 
Bunun için yeteneği tek başına kutsal bir güç sanmak, aklı ve bilimi yok saymak demektir ki; sanat akılla yüreği birleştiren düşüncenin, sanatçının düşlerinde esere dönüşen gerçeklik halidir! Sanatın toplumların hatta insanlığın gelişmesinde ve yeniliği kuşanmasındaki en büyük yol göstericisi olduğu ilkesini görmezden gelerek, yeteneği tek başına sanatçı olmak için yeterli sayamayız.
O halde sanat eserini ‘yüreğin doğurduğu içsel aşk, duyuların kesinleştirdiği estetik kaygı ve düşün gücünün sanatçının özelinde yarattığı dildir’ diye tanımlayabiliriz! 

Bedenin sanatsallığı algısı, sanat eserinin yarattığı algıyla aynı değildir. İnsan bedeninin değişen görselliği ile bir sanat eserinin değişmeyen görselliği bu farkı anlamamızı sağlayan bir uyarandır. 

Bunu somutlaştırmamız gerekirse; örneğin plastik sanatlarda kadının estetik ölçütü, en naif erilinkinden daha yakındır kanonik ölçüye! Sinema sanatından örnek verecek olursak, karakteristik bir yeri olduğu düşünülür, kamera arkasına kadın eli değmiş filmlerin. Öyle ki, eril yaklaşım bedenin yarattığı hazzı pompalarken, kadın aynı bedende; acının, umudun, yarını düşünen kaygının izlerini yakalar! 
Bu da bize sanatta estetik kaygının, gelecek kaygısından çok farklı bir şey olduğunu anlatır. Duyuların sağladıklarından hareketle özden gelen, sıradan olmayan duygusal bir dışa vurum söz konusudur. İnsana ait olan değerlerin, evrensel olanla buluşma çabası ve içselliğine sadık kalma becerisidir. 

Sanatçı, sanata dışarıdan bakan gözün perspektifine odaklanmalıdır. Çünkü kendisini anlaması ötekilerin algısında yatıyor. Şayet toplumun tepkisine karşı-olumlu veya olumsuz- ilkeli bir duruş sergileyemiyorsa sanatçı, kitlelerle ters düşmesi kaçınılmazdır. O zaman da; Torosların zirvelerinde, sırtına yaslanan sedir ağacı kadar dik, yüreğine düşen orman yangını kıvamında öfkeye kapılıyor! 
Oysa sanatçının topluma karşı onu anlamak, dürüst davranmak gibi bir sorumluluğu, kendine ve sanata karşı da inandığı ilkelerle sanat yapma yükümlülüğü var!

Toplum ve sanatçı ilişkisi tartışmasının açıldığı her ortamda kopamadığım düşünce; kâbuslar derinde yürütüyor insanlığı. İnsan insana uzak; uzadıkça keskin kayalıkların tepesine konan kartal kadar, sevgi de insana yabancılaşıyor! Bu sorunlu ilişkilerin bir tanımı. Ancak sanatçı toplum ilişkisi; birey/toplum ilişkileri kadar umutsuz değildir. Toplumun aydınlık yüzleri sanatçılar ile kitlenin içindeki bireyin kaygıları farklıdır. Kitleler sıradan günlük kaygılarıyla var olma çabasıyla cebelleşirken, sanatçı varoluşunun eser verme/yaratma kaygısındadır.

Bunun için sanat, aşk ve estetik üçgeninde eser verme yetisini kullanan sanatçının, toplum karşısında kendini anlatacak dili yaratacağından kuşku duymak, ona inanmamakla aynıdır. Yine sanata karşı duruşu, genelde sanatçıya karşı duruş olarak tanımlamak ve algılamak çözümsüzlüğün de kaynağıdır ki; bazılarını inançları, bazılarını taraf olmaları zorluyor buna. Oysa büyük çoğunluk, kendi dilini toplumla buluşturma ve umutlarını yansıtma eğiliminde! 

Dillere pelesenk edilen ‘sanatçı muhaliftir ama her şeye’ önermesine karşı, sürekli dillendirdiğim şey, kavramların ve deyimlerin içini boşaltmak veya yerinde kullanamamak! 

‘Sanatçının muhalifliği, toplumsal kesimlerin gündelik kaygılarından kaynaklanan her şeye karşı çıkmaya asla benzemez. Birisinde sanatçı-aydının yol gösteren ışığı vardır, ötekinde hakkı olduğunu düşündüğü her hangi bir şeyi elde etme gayreti vardır. 
Sanat insanlığa hitap eder, beklentiler ise, daha küçük toplulukların varoluşuna. Birisinde aşkla yaratma, ilkeli besleme çabası vardır. Ötekinde varoluşunu başkalarına ilintilediği kadar, her türlü yöntemi deneyerek alma, elde etme varlığını ortaya koyma eylemi vardır. 
Bunun için, sanatçının muhalifliği, keskin bir tarafgirlik değil, öze sadık kalma çabasıdır.’

Bir sanat eserini harika kılan şey,  sanatçının ruhunu esere yansıtmasıdır. Bu aynı zamanda sanatı değerli kılan şeydir de! Sanatta değer kavramı; sanatçının esere yüklediği özgün dilin, düş ve gerçek arasındaki paha biçilemez bağda ortaya çıkmasıdır.

Eğer eser alenileştiğinde, kendinden önce sanatçısı kim sorusuna dönüşüyorsa, bu eserin sanata evirilmiş halidir. Hazır nesneleri sanat eseri saydırmayan değerlemenin ardında, kendi düşünü üretemeyenin, başkalarının düşlerine bağımlı olduğunu anlatır bize.
Tasvirden çok temsil çağını vaat eden bir sanat anlayışına evrilme sürecini tamamlamak üzereyiz. Modern çağın şahinleri, yerlerini güncel sanatın işgüzarlığına terk etmekte direnirken; geleneksel algıyı kıracak dijital çağın kâhinleri bireysel çabalarıyla var olma arayışındalar.

Ah ihtiraslarına yakın insanlığına ırak dönüşümün yoldaşları! Nasıl da yoldan çıkarıyorsunuz kavramları. Oysa hala umut var gelecekten yana; yeter ki anlayın her şeye hele insana rağmen değil, başarı! Sanatçı umut verip aşk derlerken hasat zamanında, kitleler yeter ki sadece kentin ışıklarından yansıyan düşleri ters yüz etme cambazlığına soyunmasın!
Sanatçı; toplumuna ve insanlığa karşı sanatın yüklediği bir rolünün olduğu bilinciyle üretmeli; toplum da kitlelerin sanata yönelmesini sağlayacak zemini hazırlamalı! Aksi söylemleri bekleyen gerçek : “Sanatçının kendi fanusuna çekildiği toplumlarda, cehalet kâhin kesilir. Unutmayalım ki; deniz çekilince, martılara gün doğar!”

Fotograf: Özmen Gözüm, Başyurt-İspir, Yazarımızın doğduğu topraklar.

* Felsefeci, Yazar, Sanat Eleştirmeni
ZorbaTVdergi Genel Yönetmeni
Sanatım Dergisi Genel Yayın Yönetmeni
Sosyeteart  Blog: Düş ve Gerçek Köşesi
İnstagram: @zorbeyümityaşargözüm
Facebook: Ümit Yaşar Gözüm
  e-posta: uygozum@gmail.com  
Entelektüel Tartışma Platformları
Toplumsal Buluşmalar Platformu
Türkütopya Sanat Platformu
Ankara (Kalesi)İzdüşümleri
Bodrum Aspat Düşleri  Platformu
Kurucu Başkanı

Yorum

Cesim Çelebi (doğrulanmamış) Pa, 19 Şubat 2023 - 12:42

Üstat bu serinin ilk yazısını okuduğumda aklıma gelen soruyu şimdi sormak isterim.
Sizce sanatçılar yoluma ve insanlığa karşı sorumluluklarını yerine getirmenin neresindeler. Bir çaba göremiyorum.

Sezin S. (doğrulanmamış) Pa, 19 Şubat 2023 - 12:46

Merhaba yeniden yeni yazınızı beklemekten bazen sabrım tükeniyor.
Yine bir üçgenin zirvesinde aşk estetiği içimizi aydınlatıyor.
Bir eseri harika kılan sanatçısının üflediği ruhsa, insanı harika kılan nedir?

Asrın Pekinel (doğrulanmamış) Pa, 19 Şubat 2023 - 12:49

Üstat deniz çekilince martılara gün doğar aforizmanız milletin malı deniz yemeyen domuz ecnebi zihniyetine bir gönderme midir? Saygılar

Sude Kayalar (doğrulanmamış) Sa, 28 Şubat 2023 - 21:47

Deniz ekili topraklarda balığa hasret yorumlar deyiminizi hatırladım. Sonra denizlerde çekilir kendi dipsiz karanlığına cümleniz takıldı aklıma. Anladım ki, kendimden habersiz hayranlık uyandıran bir etki yaratmak buymuş. Bravo diyorum başka söze gerek yok

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.