Basiret Fukaralığı Üzerine Bir Derkenar

Felsefe

Basiret Fukaralığı Üzerine Bir Derkenar

Nicedir bir batılılaşma sevdasıyla hemhâl olduğumuz kamu âlem malum. Batılılaşma ile bayrağın son zamanlarda daha çok Doğulu olarak tavsif edilen Türkün elinden düşmesiyle peşine düştüğümüz uygar[1] Batı’ya uyum sağlamayı kastediyorum. Doğulular olarak Batı’ya ne kadar uyum sağlayıp sağlayamadığımız tartışmalı bir mevzudur. Biz meselenin bu tarafına yönelmeyeceğiz. Daha çok Türk siyasetini epeydir yöneten İslamcı yaklaşımın Türklük hususundaki ikircikli tutumunun doğurduğu sorunları aşma yolunda ilerlemeye çalışacağız.

Son iki asırdan beridir Batı, Batılı olmayı fazlaca yüceltti. Lakin yirmibirinci yüzyılın ilk çeyreğini selamladığımız şu günlerde ise, iflasın eşiğinde debelenen bir Batı var. Elbet girdaba doğru hızla çekilen, sadece Batı dünyası değil. Batı, attığı yanlış adımlarla Doğu’yu da peşinden sürüklüyor. Ne demek istiyoruz?

Büyük filozof E. M. Cioran, “Burukluk” başlığı altında Türkçeye çevrilen kitabında Batı’yı şöyle tanımlıyor: “Batı mı, yarını olmayan bir mümkün.” Batı, niçin yarını olmayan bir mümkün? Sualin cevabını yine Cioran’ın okumalarında bulabiliriz. Batı, ‘bilgi, şerefsizlik ve uyuşuklukla dolup taşmıştır.’ Dahası ‘çiçekler ve feragat üzerine eğilen doğunun karşısına makinaları, çabayı ve melankoliyi çıkarmıştır.[2]

Çiçekler ve feragat üzerine eğilen Doğu” artık yok. Daha da vahimi, her ne kadar istenilen düzeyde olmasa da gereğince ‘bilgi’ ve Batı’yı bastırır düzeyde ‘şerefsizlik ve uyuşukluk’ Doğu’ya da hâkim. Bu durumda batılılaşma yolunda yeterince ilerlediğimizi ifade etmemiz gerekir! Gülsek de acınacak hâllerimize, maalesef, Doğu, ölüm yolculuğundadır.

Kaybolan Doğu’dur. Doğrudur. Ancak kaybettiği nedir?

Bir önceki yazımızda (Haziran 2016) ‘İslamcı’ olarak maruf olan günümüz Türkiye siyasetinin Türklükle olan sorununa dokunmuştuk. Ehline İslam ile Türklük arasında bir karşıtlığın olmadığını, olmaması gerektiğini kararınca anlatmaya çalıştık. Tekrarda bir beis görmüyoruz ve üzülerek yine ifade ediyoruz ki, İslamcı siyaset, Doğu’ya sahip çıkar görünerek Doğu’nun kalbi olan Türklüğe karşı açtığı savaşla Türklüğü Türk’e boğdurmanın peşine düşmüş görünmektedir. Aymazlık, çıkarcılık, dilim varmasa da ihanet hat safhadadır. Yaşanan apaçık bir basiret fukaralığıdır. İslamcılar, Türklükle İslam’ın bir olduğunu; birini kaybedince ötekinin de kaybedileceğini idrak edememektedir. Sonuç şudur: Türk’e ve Türklüğe karşı açılan savaş, batılılaşma serüveninde sona gelindiğine işaret etmektedir. Çünkü Batı, Türk olduğun müddetçe kapıları sıkıca kapatacaktır. Kapılar açıldığında ise, Türklük ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti etkisizleştirilmiş demektir.

Türkiye nicedir bir dizi ciddi sorunla karşı karşıyadır. İçten ve dıştan kuşatılmış durumdadır. Hareket kabiliyetini ve bölgesel etkisini gittikçe kaybetmektedir. Öteden beri varolan bazı dâhili ve harici sıkıntılarımız kangrenleşme yolundadır. Lakin başta Türk siyaseti ve siyasetin güdümünde hareket eden birçok özel veya tüzel kurum ve kuruluş, acil çözüm bekleyen sorunlara yönelmek yerine izahı zor bir gafletle Türkiye’ye ne getireceği kendinden menkul faaliyetlere kalkışmaktadır.[3]

Basiret fukaralığı, aklıselimi kısa menzilli çıkara dayalı çalışan Batı aklına (rasyonel yeti/logos) bağlamakla beliren bir sâkilliktir. Oysa olması gereken aklıselimin kalbiselime (gönül/nous) bağlanmasıdır. Türkiye’yi göreli olarak uzunca bir zamandır idare eden İslamcı siyaset, Türk’ün alametifarikası ‘gönlü’ kaybetmiştir. Gönül, Türklük demektir. Gönül Türkçedir. Gönlü kaybeden Türklüğü kaybeder. Türklüğü kaybeden de İslâm’ı. İslâmcı görünen siyasî yapının en büyük engeli böylesi bir karşıtlığın içine düşmüş olmasıdır.

Aristoteles’in “Nikomakhos’a Etik” adı verilen bir ahlak kitabı var. Kitapta bir dizi erdemden söz edilir. Karakter ve düşünce erdemleri olarak sınıflanan erdemlerden en dikkat çekicisi ‘phronesis’ erdemidir. ‘Basiret, sağduyu, aklıbaşındalık, ihtiyat, tedbir’ gibi karşılıklar verilen ‘phronesis’, bir düşünce erdemidir. Aristoteles, eserinde ‘phronesis’ yoksunluğunun muhtemel sonuçlarını zihinde kalıcı benzetmelerle açıklığa kavuşturur.[4] ‘Phronesis yoksunluğu’, bizim ‘basiret fukaralığı’ dediğimiz hâldir. Dolayısıyla verilen misal, Türkiye’nin içine düştüğü durumu da gözler önüne sermektedir. Aristoteles’in verdiği örneği, biz Türkiye’ye uyarlayarak, malum gidişat tersyüz edilmezse, varılacak sona dikkat çekmek istiyoruz.

Varsayalım ki, Türkiye uçsuz bucaksız, ıssız bir okyanusun üzerinde yol alan bir gemi olsun. 80 milyona yakın yolcusu olan tam teçhizatlı dev bir gemi. Derin sularda sakin sakin yol alırken kaptana bir bilgi ulaşır: ‘Ciddi bir sorunla karşı karşıyayız: Gemi su almakta.’

Böyle bir bilgi sonunda içine düşülen durumdan kurtulmak için aklıbaşında olan bir kaptanın yapması gereken işlemler bellidir. Öncelikle eldeki imkânlar harekete geçirilerek hasarın giderilmesi ve geminin su almasının önüne geçilmesi aklın gösterdiği ilk yoldur. Bütün imkânlar seferber edilir. Geminin su alması engellenmeye çalışılır. Yapılması gereken yapılmıştır. Lakin hasar bütün çabalara rağmen tam olarak giderilemez. Az ve yavaşta olsa gemi su almaya devam etmektedir. Sonuç itibariyle sorun tam olarak çözülememiştir. Akıl yine devreye girmelidir. Görünen şudur ki, içteki imkânlar sorunu aşmaya yetmemiştir. Gemiyi batmaktan kurtarabilmek için dışardan yardım alınması kaçınılmaz hâle gelmiştir.

Hedef açıktır: Kaptan gemiyi batırmamalıdır. Öte yandan elde yeterince filika da yoktur. Allah korusun, şayet gemi batacak olursa, gemiden olmayı bir yana bıraksak bile, birçoğu boğulmaktan kurtulamayacaktır. Akıl ikinci yolu önerir: ‘Acil çağrısı yap!’

Hemen acil çağrısı yapılır. Dışarı ile irtibata geçilir. Şükür, yardım edileceği bilgisi gelmiştir. Fakat yardımın gelme süresi endişe vermektedir. İletilen bilgi şudur: ‘Size ulaşabilmemiz, on saatten önce mümkün değil.’

Kaptanın işi oldukça zorlaşmıştır. Ne yapıp edip, gemiyi batırmadan on saat su üstünde tutmanın bir yolu bulunmalıdır. Kamera içi çözüm önerileri, konuşmalar, tartışmalar ciddi bir sonuç vermez. Akıl yine yetişir: ‘Tek bir yol kaldı’ der: ‘Yolculara durum izah edilmeli ve onların da sorunun aşılmasına yardımcı olmaları istenmeli.’

Yapılması gereken bellidir: Gemideki her türlü özel ve tüzel yükten kurtulmak; çünkü yapılan hesaplara göre gemideki insanın dışındaki maddi ağırlıklar denize atılırsa geminin on saat su yüzünde kalma ihtimali vardır. Çaresiz anons yapılır. Durum izah edilir. Değerli değersiz her türlü eşyanın okyanusa atılması istenir yolculardan.

Gel gör ki, ‘şerefsizlik, uyuşukluk’; hâsılı ‘basiret yoksunluğu’ sirayet etmiştir yolcuların bir kısmına. Uyanık görünenlerin ya da umursamazların da sayısı artmıştır gemide. Akıl ise düzgün işlemez olmuştur bu arada…

Aklıselim bozulunca rasyonel akıl da hesabı yanlış yapmaya başlamıştır… Durum gittikçe içinden çıkılmaz bir hâl almaktadır. Kudretli olanlar, şöyle düşünmeye başlamıştır: “Bir yolunu bulur filikaya binerim. Bana ne gemiden. Başka gemi yok değil ya!” Atmaz altınını gümüşünü suya. Zulalar usulünce emin bulduğu bir köşeye. Bir diğeri ise şöyle akıl yürütür. “Ne var ne yoksa attım, ama yarım kilo bile gelmeyecek olan şu küçük eşya, benim için manevi değeri var. Onu atamam. Hem ne olacak ki, bu kadarcık bir ağırlıktan? Zaten herkes atıyor, neyi var neyi yoksa.” Yürütülen aklın yolu daha da tuhaflaşabilir: “Ben 70 kiloyum. Şu karşımdaki adama baksana en az 90 kilo çeker. Benim vazgeçemediğim şu bir kiloluk ağırlığı da benim göbeğin bir parçası saysınlar!

Bozulan akıllar, yanlış hesaplar yapmaya başlamıştır. Tehlike çok açıktır. Bağdat’tan dönen yanlış hesap yolcuların büyük çoğunluğuna sirayet etmişse batmak mukadder olmuştur. Son kertede süreci, apaçık bir basiret fukaralığı yönetmeye başlamıştır. Bu nedenle yapılan hesapların neden tutmadığını ya da tutmayacağını anlamak için aklıselimi kalbiselime bağlamak gerekmektedir. Aksi takdirde herkes yaptığı hesabın doğru olduğuna inanacak, gemiyle beraber kendi de batınca filikanın da kurtarıcı olmadığını anlayacaktır. O zaman da iş işten geçmiş olacaktır.

Türkiye gemisinde ‘kim yolcu, kim tayfa, kaptan kim’ bellidir. Amma velakin yakalandığımız basiret yoksunluğu illeti, bizi perişan etmektedir. Zihin karışmışsa, karışan zihin bir diğer karışık zihin tarafından düzeltilemez. Türk siyaseti, İslâm’ı siyasallaştırmanın faturasıyla yüzleşmektedir.

Din siyasî bir malzeme hâline getirilirse, onulmaz yaralar alır. Çünkü bir yanı beşer olan insan sürekli şaşar. Şaşan insanı düzeltecek olan siyaset değil dindir. Siyaset beşer yakamızdır. Din ise insan tarafımız. İki yaka bir bütündür. Lakin ayrı yakalardır. Biri ötekinin yerine konulmamalıdır.

Beşer yakasıyla adî çıkarın peşine düşen insan, her türlü yanlışa tevessül edebilir. Gözü bağlanabilir. Şimdilik kendisine dokunmadığı için tehlikeyi görmek istemeyebilir. Yapması gerekeni yapmak işine gelmeyebilir. Korkup tırsabilir. Minval ne olursa olsun, unutulmaması gereken; daha güçlü olmak, daha iyi olduğumuz anlamına gelmeyeceğidir.

Beşer yakasıyla insan ibret almaz, aklını doğru kullanmaz bir varlıktır. Başı sıkışana ya da bıçak kemiğe dayanana dek aldırmaz davranabilir. Zaaflarına yenilebilir. Yarının ne getireceğini bilemeyebilir. Ancak biliyormuş gibi, her şeye hâkimmiş gibi yaptığı olur. Oysa gerçekten bir şey bilmiyordur. Çünkü asıl sorun, yarını görememek değil, kişiliksizleşmek ve kimliksizleşmektir. Kişilik ve kimlik kaybının en bariz göstergesi, yapılması gerekenin kestirilememesi ve sürekli yanlış ata oynanmasıdır. Türk siyaseti, son dönemlerde, maalesef böylesi bir açmazın içindedir.

Türkiye’de İslam kullanılarak, bir kişiliksizleştirme ve kimliksizleştirme oyunu oynanmak istenmektedir. Gözümüze çekilen bağ, oyunun baş aktörü olduğumuzu fark etmemizi engeller olmuştur. Oysa yapmamız gereken o kadar belirsiz değildir.

Türkiye’nin elimizdeki son gemi olduğunun farkına varmamız gerekiyor öncelikle. Ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini hatırlamak ve temelleri sarsıcı faaliyetlerden uzak durmak…

Yaşadığımız sorunlar, Türkiye’nin rejimini, adını, kuruluş felsefesini değiştirmekle çözülemeyecektir. Bu bir yanıltmacadır. Basiret fukaralığıdır. İhtiyacımız olan hamle, yapısal değişikliklerle uğraşmak yerine insan olmanın ölçüsü olan temel ilkeleri topluma kazandırmaktır.

İlkeler gayet açıktır. Özellikle Türk’ün medarıiftiharı kutlu Ağustos ayında her birimizde var olması gereken vasıflardır. Asıl ilke, iyilik yapıp iyilik bulmaktır. Son zamanlarda yaşadığımız büyük sapmalardan biri iyinin sulandırılmasıdır. İyinin anlamının kaybolmasıdır. Nedir iyi? Namaz kılmak, oruç tutmak, sadaka vermek mi? Kuşkusuz iyi eylemler bunlar… Gerçekten iyi ne? Şu ya da bu partiye oy vermek mi? Bu, büyük bir yanıltmacadır. Falanca iyi insan! Bizden biridir, onu destekleyelim… İyiye ölçü olan bu ve benzeri çıkarımlar, eğer zihniyetimiz bozulmamışsa, fıtratımız sağlamsa kurtarıcı olabilirler. Aksi takdirde uçuruma sürülen koyun sürüleri doğar.

Sosyal olayları -ki siyaset de sosyal bir vakıadır- tarihi veya güncel din algıları üzerinden çözümlemek oldukça güçtür.  Özellikle vahşi bir çıkar kavgasının yaşandığı günümüzde içine düşülen ahlaksızlığı din üzerinden meşrulaştırmak kadar tehlikeli ve kaypak bir düşünüş biçimi olamaz. Başta Türkiye’nin ardından dünyanın düzelebilmesi için yapılması gereken dilde, fikirde ve işte bir olmanın yollarını aramaktır. Manevi değerlerimizi siyasete meze yaparak, milli varlığımızı ayaklar altına alarak bu birliğin sağlanması ise mümkün değildir. Tarih buna şahittir. Kulak vermek lazım.

Oruç Ayını kutlar, derin uykudan uyanmaya vesile olmasını Rabbimden niyaz ederim.Vesselam…

***

 

 

[1] Uygarlık ile medeniyeti mefhum itibariyle ayırıyoruz. Uygarlıktan teknik ilerlemeyle maruf ancak ahlâkî zaafın hâkim olduğu yerleşik yaşam biçimini anlıyorum. Medeniyet ise tekniğe karşı olmamakla beraber ahlâk olarak görünür. Bir başka ifadeyle medeniyet ahlakla var olur. Uygarlık ise ahlak dışı olabilir. Uygarlıklar ahlak üzerinde medenileşirler. Daha geniş bilgi ve temellendirme için bakınız: Dönmez, Süleyman, “Bir Masal mıdır Medeniyet?”, Medeniyet Tasavvuru: Düşünce ve medeniyet Dergisi, Sayı 4, Mayıs 2016, s. 44-51. Sanal erişim: http://medeniyettasavvuru.org/

[2] Bkz. Cioran, E. M., Burukluk, Çev. Haldun Bayrı, Metis Yayınları, 3.basım, İstanbul 2011, , s. 38-44.

[3] Anayasa tartışmaları, başkanlık sistemi, vs.

[4] Bkz. Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, Çev. Saffet Babür, Dost yayınları, Ankara 2005, 1110b.

Yorum

Dr. Bülent Demirbek (doğrulanmamış) Sa, 25 Mart 2025 - 17:31

Yazınızı okuyunca hissettiklerim:

Kaos fiziğinde "Başlangıç koşullarına hassas bağımlılık" diye bir kavram vardır.

Geminizi inşa edecek 'kurucu felsefe'niz daha başlangıçta bünyeye zarar verici malzemeleri kullanıp, 'başlangıç koşullarını' malul hale getirmiş ise; 'kaptan' ne yapsın?

Kurucu felsefe; "islami olan ne tevarüs etti ise" hepsini yok sayıp üstelik sırtını dönüp bir de kavgaya tutuşmuşsa ve yendiği düşmanına benzemek için; "muasır medeniyet" deyip "batılılaşma" ipine sımsıkı sarılmış ise; şimdiki kaptanın çaresizlikten, ellerini semaya açıp dua edişini, kişiliksizleşme ve kimliksizleşme sayamazsınız.

Aliya İzzetbegoviç'in sözünü de unutmayalım. "Savaşı yenildiğinizde değil, düşmanınıza benzemeye çalıştığınızda kaybedersiniz." demişti rahmetli...

O kadar çok benzemek istediler ki; "Avrupa'dan damızlık erkek" celbini bile müzakere edebildiler... (1)

Anlatabildim mi?

Hakkaniyetli olalım...

1) A. T. Erdoğdu, ""Türk ırkının ıslahı" için Batı'dan damızlık erkek getirecekti," Yeni Aktüel , no.251, pp.18, 2011

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.