Başlarken

Felsefe

Başlarken


Süleyman Dönmez*

suelocan@googlemail.com


Zorba TV + Dergi, “derdi insan ve toplum olanın yükü hep ağırdır” tespitiyle yola çıkmış. Beni de bu ağır yükü yüklenebilecekler arasında görmüş. Teveccüh etmişler.
Yük, bilenler için ağırdır. Umudum, belimizi çatırdatan, omuzlarımızı ezen, ayaklarımızı titreten yükün altında kalmadan yükümlülüğünü bilerek yolda kalabilmek. Yolda olmak. Yol olmak...

Derdimiz insan elbette. Öncelikle insan. Sonrasında millet. Ardından devlet, ülke, dünya ve âlem… Niçin başta derdimiz insan? Çünkü insan, “varlıkların gözbebeği, âlemin özü.”  Eskiler, böyle öğretmiştir insanı. Cennet mekân Şeyh Gâlib, ne kadar da güzel bir üslupla şiirleştirir bu hakikati: “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” (Kendine dikkatlice bir bak; sen âlemin özüsün / Sen varlıkların gözbebeği olan insansın.)


Evren, evrenin genişliği içinde önemsiz gibi duran dünya ve dünyaya göre daha da küçülen insanlar, diğer varlıklar... Ve evrensel nizam… Evrenin bir parçası olan dünya… İnsanın yurt tuttuğu, hayat kurduğu yer. Yaşam alanı… Devletler milletler, topluluklar, kavimler, gruplar… Düzenler, düzenlemeler ve düzensizlikler…
Esasen bir bilgi nesnesi olarak beliren âlem bir bütün; ama insan bu sonsuz gibi gelen oluş ve bozuluşta farklı nitelik ve yetenekleriyle ayrışmış görünen bir varlık.
Ne demek istiyoruz?

Şeyh Gâlib ile başladık. Yine onun güzel bir şiirinden hatırlatmalarla ne demek istediğimizi belirginleştirelim. “Ey dil, ey dil niye bu rütbede pür gamsın sen / Gerçi vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen / Secde-fermâ-yı melek zât-ı mükerremsin sen / Bildiğin gibi değil cümleden akvamsın sen / Rûhsun nefha-i Cibrîl ile tev’emsin sen / Sırr-ı Hak’sın mesel-i Îsî-i Meryemsin sen.” (Ey gönül, ey gönül, neden bu kadar gamla dolusun? Yıkıksın, kırık dökük bir haldesin hâlbuki sen tılsımlı bir hazinesin. Meleklerin secde etmeleri emredilen kadri yüceltilmiş bir varlıksın. Bildiğin gibi değil, her varlıktan daha olgun, daha ilerisin. Ruhsun, Cebrail’in üfürmesiyle ikizsin. Sen Allah’ın sırrısın, Meryem’in oğlu İsa gibisin).
İnsan eskilerin deyişiyle “eşref-i mahlûk”
; yaratılmışların en şereflisi olarak görülmüştür. Ancak öyle dönemlerden geçtik ve şimdiye geldik. Ki, insana yüklenen anlam tamamen değişmiş… Değişen sadece anlam olmadı, insan da değişti.

Felsefece bir yolculuk yaparsak; geleneksel anlam modern olarak isimlendirilen bir dönemle parçalandı. Ardından modern sonrası (postmodern) denen bir süreçle karşılaştık. Artık benim ‘modern sonrasının sonrası’ (post-postmodern) dediğim bir “belirsizlik” dönemi başladı. İnsan çok farklı bir dünyayla tanıştı. Bazı mahfillerde bu “yeni” çağa “post truth” (hakikat sonrası) adı verildi.

Hakikat sonrası ile yüzleşmek zorunda olan bir zaman dilimi içindeyiz artık. Bazı çevreler insanın evrimini ‘bilge insan’ (homo sapiens) vasfından ‘tanrı-insana’ (homo deus) dönüşmek üzere olduğunu iddia etmekte. İnsanın bu dönüşümü algoritmalarla kendini yeniden yaratarak gerçekleştirebileceği iddia edilmekte… Yapay zekâların denetlediği ve gittikçe yapaylaşan ve dijitalleşen bir insan tipinden söz edilmekte…

İnsanın ‘tanrı olmak istemesi’ bilindik bir arzudur. Hakikat sonrası bir belirsizliğin içine sıkışan insan, matematik mantığın sonsuzluk fikrine dayanan bir teknoloji vasıtasıyla ‘tanrılaşabileceğine’ inanmış görünmektedir. Öyle ki, yapay zekâ teknolojisiyle, öncesinde tanrıya atfedilen bazı güçlerin algoritmalar vasıtasıyla matematik bir programa indirgenmesi tanrı ve insan algısını değiştirmekte, insanın derununda yatan bilindik “tanrı olma” arzusunu yeniden depreştirmektedir. Artık bazı çevreler, insanın ‘tanrı-insan olmaya’ çok yakın olduğunu iddia etmektedir.

İnsanın ‘varlıkların gözbebeği, âlemin özü olması’ ile ‘tanrı-insan’ olması arasındaki temel fark nedir? Klasik insan tasavvurunun ‘post-postmodern’ bir sürümü müdür?
Çetin sorulardır bunlar. İşte bu yüzden derdimiz öncelikle insandır. İnsanın yenidünya düzeni içinde yeri nedir? Sonsuzluğun peşinde tanrılığa soyunan insan, elleriyle sonunu mu hazırlamaktadır? Bütün bu olup bitenler içinde Türkiye nerde durmaktadır?

“Zorba TV + Dergi” ismiyle görünür olan sanal ortamında “felsefe” dizini altında dünden bugüne Türkiye olarak millet-devlet ve daha çok da insan odaklı sorunlarımızı teşrih masasına yatırmayı deneyeceğiz. Yaklaşımımız felsefece olacaktır. Bu nedenle kuşatıcı olmanın yollarını arayacağız. Eleştirel bir tavır sergileyeceğiz. Tutarlı olmayı göz ardı etmeyeceğiz. Akıldan vazgeçmeyeceğiz. Ama akla gönlü de katacağız…

Sorunlara felsefece yaklaşmayı deneyeceğimiz için “Başlarken” felsefe üzerine bir iki kelam etmek istiyorum. Çünkü yurdum insanının zihni son zamanlarda oldukça karışmış, karıştırılmış görünmektedir. Kavramlar karışmış, anlamlar ise -öne çıkan çağa muvafık- belirsizleşmeye başlamıştır…

Felsefe kavramı da bu belirsizlikten nasibini almaktadır. Bu durumda “Başlarken” yapılması gereken en temel hamle belirsizi belirginleştirmek olmalıdır. Aksi takdirde iletişim imkânı kalmaz. Mânâ âleminde birlik sağlanamaz. Birlik sağlanamayınca birliktelikler kalıcı olmaz. Parçalanma kaçınılmaz hâle gelir. Hâsılı insanlar karşılaşamazlar. Karşılaşmayı burada ‘bilişme’ anlamında kullanıyorum. Felsefece bir ‘bilişme ortamı’ oluşturabilmek için ‘felsefenin ne olduğunu’ soruyorum.

‘Felsefenin ne olduğu’ sualine tutarlı bir cevap verebilmek için “Başlarken” bir düşünme faaliyeti içinde olduğumuzun fark dilmesi gerekir.

Felsefe bir düşünme edimidir. Demek ki, felsefenin ne olduğunu düşünme, bir bakıma düşünmenin düşünülmesidir.

Düşünmeyi düşüncenin konusu hâline getirmeye ‘yansıtma/akis’ (refleksif) adı veriliyor. Yansıtıcı/aksedici düşünüş, dışta var olan bir eylemliliğin zihin yoluyla anlamlandırılıp dillendirilmesidir. Yansıtıcı/aksedici düşünüşte bir düşünme faaliyeti olan felsefenin konu hâline getirilerek nesnelleştirildiğini görüyoruz. Nesnelleştirmekten kasıt, onun zihnin dışında bir gerçekliğe sahip olduğunun idrakidir. Bu yüzden felsefe icrası, öznel ve zihinsel bir aktivite olmasına rağmen, nesnelleşen bir düşünce olması itibariyle icra edildiği öznel zihni aşarak düşünüş bir düşünceye; fikre dönüşür. Her bir düşünce/fikir zihin üzerinden dile aktarılmak suretiyle ifşa edildiği için de nisbîlikten kurtulamaz. Bu nedenle düşünceler/fikirler mutlak değildirler. Mutlak olmayan ise değişime açıktır. Mutlak olmayan bir düşünce ya da fikir de elbette hakikate kılavuzlayabilir. Ama hakikati bir bütün ve kesin bir bilgi olarak vermez. 

Derdimiz öncelikle insansa insanı bilmek ve tanımak gerekir. Felsefe bu işi düşünce yoluyla fikirler üzerinden yapmaya çalışır. Fikir ise içsel yapısından dolayı hakikate sadece işaret edebilir.  Demek ki, insan felsefenin sorunu hâline gelmişse, fikirlerin değerlendirilmesi, fikir alışverişlerinin yapılması elzemdir. “Müsademe-i efkâr” diyor ya Namık Kemal. Yani fikirlerin çarpıştırılması, yolda olmanın dinamiğidir.

Müsademe-i efkârdan “barika-i hakikat” (en yüce hakikat) çıkar mı, şimdilik bilinmez. İnsan en yüce hakikate ulaşsa da ulaşamasa da ona ulaşma gayesinden vazgeçemeyecektir. Felsefe, tam da bu gayretten neşet ediyor. İnsanların ‘tanrı olma’ hevesleri de bir bakıma ‘o en yüce olan hakikati’ ‘yakinî bir bilgi’ ile bilememekten ileri geliyor.

Felsefenin bir görevi, uyarıcı olmaktır. Felsefe, uyararak unutulmak üzere olanı bazı hakikatleri Sokratik bir reflekse anımsatıp bu toprağın insanlarının düşünce biçimlerini düzenleyerek yeniden canlanmasını sağlayabilir.


*Prof.Dr. Akdeniz Ü.Ed.Fak. Öğ.Üyesi

Yorum

Murat Sarı (doğrulanmamış) Ct, 15 Ocak 2022 - 21:02

Hakikat sonrası ile hesaplaşma ve insanın tanrı olma isteği tespitinde müthiş bir örtůşme . Hakikatin ne kadarına dayanabilir insan. Belki de asıl sorun bu.

Metin Boz (doğrulanmamış) Ct, 15 Ocak 2022 - 21:05

İnsan kutsanmış bir varlık sanki akıl sayesinde diğer canlılardan ayırıp kutsamak ne kadar doğru sizce.

Kerem can (doğrulanmamış) Çar, 19 Ocak 2022 - 23:06

Yazının özeti gibi gördüğüm bir cümle kurmayı yeğlerdim. Ancak daha heyecanlı bir sorunun yaratacağı dalgalara kapıldım. Derdimiz birey mi yoksa yozlaşan toplum mu? Kim kimi bozdu hocam. Saygılar sunuyorum

Mehmet adil (doğrulanmamış) Pt, 24 Ocak 2022 - 21:30

Hocam ilginç bir yazı. Alışılmış felsefe klasiklerinden farklı geldi. İnsan ve tanrı konuşurken kendimi alamadığım büyük soru varoluş ile yaratma bağı. Sizce hangisi gerçeğe yakın. Teşekkür ederim

Hüseyin (doğrulanmamış) Pt, 18 Aralık 2023 - 05:13

İnsan tanrı olma isteği yerine, tanrı ile bir bütün olduğunu anlayıp hayatın tüm zorluklarına katlanıp, iyiye ve güzele doğru götürmek için KULLUK etmek ile mükelleftir. O zaman HAKİKATİMİZE-KULLUK BİLİNCİNE- erişiriz.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.