Bilginin En Saf Hali Felsefe
Fahri ATASOY*
Felsefe, insan türünün içinde kendi varlığının bilincine varan öznelerin, düşünme yöntemini kullanarak içinde bulunduğu evren ile bağ kurma sürecinde doğar. Burada anonim birikimlerin etkisi azalmaya ve öznenin gücü artmaya başlar. Asıl bilgi adlandırması ve tanımlaması burada başlar. Epistemoloji adı verilen bilgi felsefesi ilk dönem filozofların uğraşları sonucunda ortaya çıkar. Felsefe İlk Çağ’da bir bilme ve bilgiye ulaşma tutkusu (sevgisi) olarak ortaya çıkmıştır. İnsanoğlunun kendi çabasıyla kendisinin de içinde yaşadığı doğayı varlık alanı olarak bilmeye çalışması, bilgi kavramı için yeni bir başlangıç oluşturur. İlk sistematik bilgi faaliyeti bu dönemde ortaya çıkar ve felsefe adını alır. Eski Yunan ve İyonya şehir devletlerinde MÖ 8. yüzyılda başlayan felsefe bir bilgi disiplini olarak insanlık tarihindeki yerini almıştır. Doğa filozofları adı verilen o dönemin bilgeleri, doğanın sırlarını çözebilmek için bilme ve anlama çabası içine girmişlerdir. Bunu yaparken önce duyuma dayalı gözlemde bulunmuşlar ve elde ettikleri verileri düşünme yoluyla anlamlandırmaya çalışmışlardır. Her filozof doğada olup biteni sorgulamış, bir takım düşünceler (bilgiler-önermeler) üretmiş ve iddialarını ortaya koymuştur. Her ortaya konan iddia bir önerme sistemi ortaya çıkartır ve adına bilgi denilir. Bu bilgilerin gerçekliğe uygun olup olmadığını tekrar sorgulayan ve eleştiren filozoflar bir anlamda felsefenin olmazsa olmaz özelliğini ortaya çıkarmışlardır. Böylece felsefi bilgi düşünmeye dayalı sorgulama, eleştirme ve sistematik tutarlılığa dayalı önermeler sistemi olarak ortaya çıkar. İnsan türünün bugüne kadar geliştirdiği en önemli ayrıcalıklarından birisi olan ve medeniyetler kurmanın yolunu oluşturan felsefe bilgisi hayatımıza girer.
Felsefenin ilk adımı insan türünü temsilen bir öznenin, kendisinin de içinde yer aldığı varlık alanı ile irtibat kurmaktır. Varlıkla ilgili filozofların ilgilendiği ilk problem Doğa Felsefesi zamanında “arkhe nedir” sorusuna cevap aramaktır. Sonrasında varlıkla ilgili yeni problemler felsefenin gündemine girer ve düşünce (akıl yürütme) yöntemiyle bilgi üretimi devam eder. Böylece felsefi bilgi insanoğlunun diğer canlılardan (hayvanlardan) farklılığını sağlayan özelliklerinden birisi haline gelir. Düşünen insan felsefe ile arama, sorgulama, eleştirme, bilme ve anlama gibi yeteneklerini sistematik hale getirir. Felsefe ile üretilen düşünceler insanlık tarihi içinde ayrı bir başlık ve birikim oluşturur. Felsefe veya düşünce tarihi içinde yer alan yüzlerce filozofun eserleri ve sistemleri insan türünün ayrıcalıklarından birisi haline gelir. Beden yapısının hayatını sürdürmesi, yani canlı organizmasının yaşayabilmesi için gerekli ihtiyaçların üstünde yer alan, düşünce sistematiği ile üretilen bilgiler ayrı bir önem kazanır. Felsefi ile insanoğlu bilginin de bilgisini öğrenmeye ve sorgulamaya başlar ki, daha sonraki yüzyıllarda J. F. Ferrier (19. Yüzyıl) “epistemoloji” (bilgi teorisi) adını verir. Epistemoloji disiplini bilgi üzerine düşünmek ve tartışmak anlamında felsefenin temel alanlarından birisi olarak kabul edilir.
Bilgi üzerine tartışma İlk Çağ Doğa Felsefesi sonrasında başlamıştır. Sofistler, kendilerinden önce felsefenin kuruluşunu sağlayan doğa filozoflarının bilgi elde etme çabalarını boşa uğraş olarak görerek bilgi felsefesinde ilk çarpıcı iddiayı ortaya çıkarırlar. Onlara göre arkheyi bulmaya çalışan filozoflar bir türlü kesin-doğru bilgi konusunda anlaşamamışlardır. Her biri arkheyi farklı unsura bağladıklarına ve birbirinin cevaplarını kabul etmediklerine göre kesin sonucu bilmek pek mümkün görünmemektedir. Ya arkhe diye bir gerçeklik yoktur ya da bilgisine ulaşmak mümkün değildir. Dolayısıyla bu tartışmaya girmek bile gerekmez. Onlar için bilgi ihtiyacımızı gördüğü, faydalı olduğu kadarıyla toplumsal hayatımızda kullanılabilir olandır. İnsan yetiştirirken mevcut bilgileri eğitim için kullanırlar. Bunları eleştirmek veya sorgulamak gerekmez. Çünkü bilgi onlar için değişkendir ve ölçüsü insanın kendisidir. Böyle bir kabul ister istemez bir tartışmayı alevlendirir. İçlerinden bir bilge onlara itiraz eder. İnsanların hayatlarını düzenlemek için sağlam, kesin, doğru bilgiye ihtiyaçları olduğunu iddia eder. İddianın sahibi “herkes için geçerli evrensel doğru bilgi”nin ilk önemli savunucusu Sokrates’tir. Felsefi bilginin gücünü artırmasında bu çıkış son derece önemlidir. Varlığın açıklanması, hayatın yorumlanması, insan zihninin yapısı ve ahlakın temel dayanağının bulunması için bir başlangıç oluşturur. Felsefe bir anlamda Sokrates ile yeniden başlar ve onun düşünceleri üstüne inşa edilmeye devam eder.
Bilgi konusu Orta Çağ döneminde Avrupa’da bir tartışma yerine bir teslimiyet içindedir. Kilise kurumu egemenliğindeki Katolik Hıristiyanlığa göre, gök kubbe altında bilinebilecek ve söylenebilecek her şey zaten bildirilmiştir. Dolayısıyla bizim yeni bilgi aramamıza gerek yoktur. İnsana düşen görev Tanrı tarafından tebliğ edilen kutsal bilgiyi anlamak ve açıklamaktan ibarettir. Skolastik adı verilen bu dönemde bilgi üretimi durmuş ve bilgi sadece iman (dogma) haline dönüşmüştür. Bilgi artık aranan değil, bize tebliğ edilendir ve kaynağı ilahidir. Yani bu dönemde dini bilgi diğer bilgi türleri üzerinde egemenlik kurmuş durumdadır. İslam dini de bu dönemde tebliğ olmuş ve yeni bir medeniyete temel oluşturmuştur. Burada da ilahi kaynaklı dini bilgi kutsaldır ve önceliklidir. İslam dini düşünme ve bilme eyleminin bir değer haline gelmesini ilahi emirlerle desteklemiştir. Kuran ayetlerinde “düşünmez misiniz, akletmez misiniz, idrak etmez misiniz” tarzındaki uyarılar insanları çevrelerinde olup bitenlerin hikmetini anlamaya yönlendirmektedir. Bu anlamda hakikat (gerçeklik) alanının başlangıç noktası hakkındaki bilgi vahiye dayalı dini bilgi olmakla birlikte, insanın düşüncesine büyük önem verildiği ve yeni bilgilere araştırma ve düşünme ile ulaşılabileceği vurgulanmaktadır. Bu teşvik ve motivasyon bilgi konusunda yeni bir dönemin kapılarını açmıştır. İslam dini etki alanında yeni bir medeniyet filizlenmeye başlar. Dünyada o zamana kadar üretilen bilgiler bir merkezde toplanmaya ve o dönemin ortak bilim-felsefe dili olarak Arapçaya tercüme edilmeye girişilir. Abbasi Halifeliği’nin merkezi Bağdat’ta kurulan Beytül Hikme adı verilen bu merkez bir akademi gibi çalışır ve bir taraftan doğuda Maveraünnehir, diğer taraftan batıda Endülüs bölgesini besleyerek yeni medeniyetin bilgi birikimini artırmaya hizmet etmiştir. Bu bölgelerde yaklaşık üç asır parlak bir bilgi üretimi yapılmış ve insanlığa katkı sağlayan mükemmel eserler verilmiştir.
Orta Çağ’ın bilgi ile ilişkisine renk veren metafizik kaynaklı dini bilgi olmuştur. Dini bilgiyi ayrı bir başlık halinde ele almak gerekir. Felsefi bilginin gelişme seyrine devam edecek olursak Yeni Çağ bir dönüm noktasıdır. Orta Çağ’ın dogmatik bilgi anlayışına karşı yeni bir bilgi arayışı başlamıştır. Yeni felsefe sistemleri artık Katolik Kilisesi egemenliğindeki teolojik anlayışın dışında aranacaktır. Bu bağlamda dönemin en önemli felsefe problemi epistemolojik yöntem olarak öne çıkar. Tartışmada ilk dikkat çeken filozof Rene Descartes’dır. Ona göre felsefe kurabilmek için bir temel önermeye ihtiyacımız vardır. Bu önerme tartışmasız bir şekilde doğruluğundan emin olabileceğimiz açık seçik bir önerme olmalıdır. Descartes yola yöntemli şüphe adını verdiği bir sorgulamayla başlar. O zamana kadar doğru kabul edilen bütün bilgilerden şüphe ederek sorgulamaya adım adım devam eder. Bu sorgulamada sıra kendisine gelince şüphe edemeyeceği tek gerçeğin “şüphe ediyor olma hali” olduğunu fark eder. Şüphe etme eylemini ise insanın “düşünen ben” olmasına bağlar. Meşhur “düşünüyorum o halde varım” çıkarımı bu mantık yürütmenin bir sonucudur. Artık kendisinden şüphe edilemeyecek ilk önerme şüphe eden, düşünen insan benidir. İnsanda düşünme eyleminin merkezi ise zihindir, akıldır. O zaman bilgimizin ana kaynağı akıl olarak kabul edilir. Böylece Sokrates’in temellendirdiği epistemolojide rasyonalizm düşüncesi tekrar merkeze alınmış olur. Böylece Yeni Çağ’ın en önemli tartışması insan zihni ve akıl üzerinde yoğunlaşacaktır. John Locke, David Hume, Immanuel Kant bu tartışmanın önde gelen filozofları arasındadır. Bilgi için insan zihninin rolü her yönüyle tartışılmış ve aydınlatılmaya çalışılmıştır. Zihinde, ister rasyonalistlerin iddia ettiği gibi muhtevalı kavramların doğuştan geldiği, isterse ampiristlerin ileri sürdüğü gibi dış dünyadan gelen verilerle boş levhaya kaydediliyor olması kabul edilsin, sonuçta bilgi için zihnin (aklın) önemi vurgulanmaktadır. Bunun kritiğini zaten Kant en üst düzeyde yaparak, epistemolojinin en büyük filozofu olarak anılmayı hak etmiştir.
Felsefe tarihinde bilginin kaynağı konusunda dikkate değer bir anlayış da sezgiciliktir. İnsanlığın metafizik alana ilgisi İlk Çağ dönemine dayalıdır. Aristoteles bu alanı ilk isimlendiren ve bilgisine ulaşmanın zor olduğunu tespit eden bir filozoftur. Metafizik varlık alanı hakkında ne duyum ne de akıl yürütme yeterli bilgi verebilir. İnsanın akılla anlayamadığı metafizik alan hakkında, ancak yeni ortaya çıkan semavi dinler haber vermektedir. Vahiy yoluyla insanlığa ulaşan bilgiler dini bilgi olarak yerini alacaktır. Fakat insan vahiy yoluyla varlığından haberdar olduğu alanı bizzat idrak etmek ister. Devreye kalbe ve sevgiye dayalı bir iç yolculuk girer ki bu tavır mistiklik olarak adlandırılır. Bireysel olarak yaşanan iç yolculukla Tanrı’nın kendisiyle bağ kurma ve bilgisine ulaşma yoluna sezgi denir. Sezgi, duyum ve aklın dışında kalple yaşanan bir kavrayıştır. Bireyin iç dünyasında yaşadığı bir hal ile Tanrının ve Tanrısal olanın alanına girebilmesidir. Felsefe tarihinde sezgiciliğin ilk örneğini Yeni Platonculuk olarak bilinen Plotinus düşüncesinde görüyoruz. İslam dünyasında tasavvuf geleneği sezginin en üst düzeyde kullanıldığı bir alandır. Yeni Çağ Avrupa’sında Spinoza ve Bergson en tanınmış sezgici filozoflardır. Sezgicilere göre hakikatin bilgisi ancak, insanın iç dünyasında yaşadığı ani bir kavrayış ve yakalayış ile elde edilir ki buna sezgi adı verilir. Henri Bergson 20. Yüzyıl filozofu olarak sezgiyi sadece Tanrısal alanla sınırlandırmadı, doğadaki nesnel gerçekliğin bilgisine bile ancak sezgiyle ulaşabileceğimizi iddia etti. Ona göre tecrübe ve akıl bilgi için yeterli değildir. İnsan bilgisinin asıl ve temel kaynağı sezgidir. Sezgi hem felsefenin, hem dinin, hem de bilimin kaynağıdır.
Felsefe, tarihi süreçte birçok filozofun katıldığı hakikati arama ve doğru bilgiye ulaşma tartışmasının sonucunda şekillenmiştir. Felsefi bilgi, insan zihni tarafından üretilebilen veya ulaşılabilen en üst düzey bilgi olarak medeniyetleri şekillendirir. Toplumların medeniyet düzeyine çıkmasının yansıması ahlak, estetik, tasarım, imar, sistem, kurum, eser gibi alanlardaki zirveyi zorlayan başarılarda görülür. Bunların temeli felsefi bilgiden oluşur. Her medeniyetin arka planında sağlam felsefi temeller vardır. Felsefi bilgi insan olmanın, zihni kullanmanın, bilgi ile yakınlaşmanın, ahlaki eylemin, hayatı anlamlandırmanın, estetik yaratışın ve hatta bilim ve siyasetin temel dayanağıdır. Temelleri olmayan hiçbir bina yükselemez ve ayakta kalamaz.
*Kırıkkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü. Öğr. Üyesi
İpek Yolu Tarih Kültür ve Sanat Araştırmaları Derneği Bşk.
Yorum
Görüş
Fahri hocam bilginin en saf hali felsefe derken aklıma o zaman her bilgin'in filozof olduğu sorusu geldi.
Bilgi sorgulamaya muhtaç olduğuna göre sorgulamayı felsefe mi yapacak.
Atasoy
In reply to Görüş by Kemal Mersinli (doğrulanmamış)
Kemal bey ilginize teşekkür ederim. Bilginin doğruluğunu sorgulama işi felsefi bir yöntem. Sadece filozofların işi olmamalı. Filozofların kullandığı yöntemi hepimiz kullanabilmeliyiz. Bilimsel - objektif bakış açısını herkesin kullanması gibi...
Sorularım
Güzel bir yazı bilgilendim teşekkür ederim. Hocam kafama takılan şey düşünme eyleminin her insanın hakkı olmasına rağmen neden düşünen sayısı bu kadar az. Hele doğuya gittikçe bir yük sanki.. Ne dersiniz. Sevgilerimle
Aysima hanım ilginize…
In reply to Sorularım by Aysima Ongun (doğrulanmamış)
Aysima hanım ilginize teşekkür ederim. Düşünme insanın doğal yeteneği aslında. Felsefe ve bilim ile disiplin kazanıyor sadece. Doğu batı ayırımından çok iklim (ortam) meselesi. Katolikliğin egemen olduğu Batı yaklaşık bin yıl düşünmeyi değil dini dogmaları kullandı. O esnada felsefe için uygun ortam İslam dünyasında görüldü ve İbni Sina, Farabi, İbni Rüşt felsefe geleneğini geliştirdi. Bugün yeniden Batı dünyası öncülük kazandı. Yani değişken bir zemin var.
Yeni yorum ekle