Zamana Yenilmeyen Düşler-4
Boşluk ve Toplum
Ümit Yaşar Gözüm
O sabah erken uyanmış olmanın sunduğu görsel bir şölen yaşıyordu üstat. Sahile inen uçurumun üzerindeki eyerli kayaya kurulduğunda, önünde sonunu seçmekte zorlandığı bir boşluğun uzandığını fark etmişti.
Boşluğu çoğunlukla duygusuzluk durumu sanırız. Oysa derinlerde oluşmuş duyguların henüz kendine bir yol açamamış olma halidir.
Üstat açık ufukları tarayan gözlerinin yorgunluğunu gidermek için aşağıya baktığında; ölüme geç kalmış bakır kanatlı kartallar konuyordu uçurumun dibine.
Merak, bütün uzuvlarımı sahile inmek için, kışkırtırken, yüreği beklemesini telkin ediyordu.
Herkes adına içimizde olmasını beklediği bir tasa vardı. Kırılırsa bir yürek, hangimiz onaracağız onu, diye derin düşüncelere dalmışken üstat, arkadan yaklaşan ayak seslerinden Thyke/ Tike’nin gününü kutsamak için geldiğini anlamıştı.
Ona doğru döndüğünde, utangaç bir genç kızın yeni yetme cilveleri düşüyordu ufkuna. Ruhunda yanıp duran kandillerin aydınlığı yansıyordu yüzüne. Kendinden geçiyordu, gözlerine baktıkça. Biliyordu ki, sevgililer kendi yıldızlarını düşürürler gökyüzünden gözlerine. Gülümseyerek yanağına kondurduğu öpücük, konuşmalarını gerektirmeyen sessizliğin ortasına düşürmüştü onları.
Oradaydı hem de yükseklerde, bir dağın tepesinden bakıyordu sonsuz maviye, ışıktan gözleriyle Tike.
Üstat onu seyrederken bir anda "hiç kulaç atarken, denizin kabardığına tanıklık etti mi bedenin" diye sorarak kırmıştı hapsoldukları fanusu.
Yaşadığı büyü bozulmuş gibi uzaklara bakarak: Ah çözemediğimiz sırlar... diye mırıldandı Tike. Ardından nesnenin de bir belleği var mıydı acaba! Onun dokunduğu yere dokunsam anlar mıydı tutkumu? Diye geçirdi içinden.
Bazen kendimize karşı öylesine sorgulayıcı davranırız ki, bize karşı duran tek kapının benliğimiz olduğunu göremeyiz bile.
Bir keresinde açıklarda imdat sesi duyduğumda, güneşin altın sarısına çevirdiği kıyıda, bedenimin ruhumla buluşmasına tanıklık ediyordum. Gidenin ardından tüm düşünceler buz kesilip kalır ya, herkesin feveran ettiği o anlarda hiç düşünmeden kutsanmış ışık halelerinden kanatlar takarak kulaç atmaya başlamıştım, boğulmakta olan çocuğa doğru. Birlikte sahile ulaştığımızda muhalif ağızlardan dökülen iltifat cümlelerinin soğukluğunda yapmacık gelen düşüncelerle karşılanmıştık. Yaşanmakta olan insanlık dramına karşı takındıkları tavırdan dolayı, kalın katmanların altında ezilen karıncalar olarak görmeye başlamıştım insanları. Feryat, abartma kendini gösterme, hepsi ortamı kuşatmıştı ama eylem olmayan tek şeydi!
Her öykünün bir ters yansıması vardı ki, o asla anlatanın ya da yazarın baktığı yerden görülmeyendi. Bunu anladığımda topluma dair iyileştirici duygularımın bir kısmını kaybettim.
Fark ettin mi üstat, konuşma yine bizden kopup, topluma kaydı diyerek sessizliğe büründü Tike.
Bir an Tike’nin gidenin ardında buz kesilip kalır ya düşünceler söyleminin peşinde ergenliğine dönmüştü elinde olmayarak üstat.
Uzun bir iç çekişin ardından Tike’ye bakarak: Doğduğum topraklar aklıma düşünce; kır düğünlerini ve bayramlarını hatırlarım memleketimin. Toprağa ve topluma bağlılığımın yeryüzü cennetinde biçimlendiğini geçiririm içimden. Doğduğum yerde, yaşamlar da imecedir. İnsan insanın sesine muhtaçtır uçsuz bucaksız vadilerde. Gök turkuaz, dağlar orman yeşili, vadi renklerin bütün tonlarıyla mest eder gözlerini insanın.
İnsana ilintili durumlarda bağışlayıcı tutumu önemserim, ancak söz konusu toplumsal alan ise asla. Bu temel öğretinin kişisel vicdana yüklediği sorumluluktur. Oysa çağımız kamçılanan bencilliğin gölgesinde etik olan ne varsa dışlıyor.
Günümüz insanı argoyla başlayıp küfürle taçlandırdığı yüksek bir kültürü temsil ediyor artık. Bunun üst kültür olduğuna inanan yığınlar oluşuyor sinsi sinsi. Argo insanla beraber hayatın her alanında vardır, fakat tadında ve yerinde bırakmayı bilmeyi gerektirir. Çözümü zor bir açlığa mahkum ediliyor insan, toplum eliyle. Evlerinin önünden akıp giden koca nehir de, insanların ruhlarındaki kuraklığı gidermeye yetmiyor artık. İnsana anlamadığı kutsal metinlerle, bilinmeyen yaşamlar vaat ediliyor. Adına da kutsal söylev deniyor.
Toplumun hızla işe yarar bir itiraz kültürü oluşturması kaçınılmaz. Kültürün alt yapısı ile biçimlenen birey, toplu hareketlerde de provokasyona kapatıyor kendini. Karşıtı, haklı iken haksız olma durumuna düşmek…
Tike, bir an üstadın düşünce yetisini halının altına süpüren inanışlara karşı hiç de hoşgörüyle bakmadığını gördüğünde, haklı da olsa daha fazla öfkelenmesine fırsat vermeden devreye girerek:
Asıl soru “arınma bireyle mi olur, toplumla mı? ” Bir yerden başlanacaksa, yeni sayfalara leke düşürmeyecek bu seçimle başlanmalı kanaatindeyim.
Evet farkındayım ne yazık ki, genlerimizle getirdiğimiz hoşgörüyü içselleştiremedik, insan doğup, insan kalmayı beceremedik. Akıldan uzaklaşan ve sadece inanca yaslanan toplumların tebaaları, ilkel atalarımız kadar gaddarlaşabilir. Bunu sokağa çıktığımda her yanda görebiliyorum. Ama unutmamamız gereken; toplumun ruhsal travmalarında, buyurgan korkutucularının rolünün büyüklüğü değil midir?
Çok kültürlülük mü yoksa azınlık kuşatması mı? Diye sorduğumda, coğrafyaya göre masaya yatırılmalı der ve susarım! Bu soru her aklıma geldiğinde, otantik kültür ve Ampirizm ele alınacak başlıklardan birisi olarak çıkar karşıma. Biraz ürperirim...
Yine de cehalete karşı tek silahımız bireysel farkındalık. Artık deneyimlerimizden biliyoruz ki, materyalist refahın felsefesi yoktur. Felsefesi olmayan, düşünemeyen yaşamlarda da merhamet yoktur. Yoksa insan durduk yerde kendine ve topluma yabancılaşmaz. Dönüp bakın dinler tarihine göreceksiniz ki, çok dinli ve tanrılı toplumların dini yoktur aslında. Tanrı din üzerinden neler ister bireyden ve neler verir! Araştırılması gereken bir başlık daha çıktı, ama her sohbette olduğu gibi, bakın üstat yine bizden uzaklaşıp ve toplumla dertleniyoruz.
Üstat, Tike’nin her konuşmanın sonunu ilişkilerine bağlamasının farkında olsa da, onunla daha derinlere inmeyi istiyordu. Çünkü o ruhun açlığının sıradan nimetlerle kapatılamayacak kadar büyük olduğunun bilincindeydi.
Tam da Tike’yi kendi düşünceleriyle besleme zamanı geldiğini düşündü üstat. Bakışlarını içine düşecekmişçesine Tike’ye çevirerek: Biliyor musun tanrıçamız, mutluluğun yorgunluğunu yaşayamayanlar, anlamın yüceliğine ulaşamayanlardır. Tam tükendim dediği anda, üretmenin hazzı yakalamıyorsa yüreğinden insanı, önce kendini sonra da eylemlerini sorgulamalı!
Nesneyi üstündeki renklerle parçalara ayırmak; kesilen her kenarda nesnenin özüne dokunmak demektir. Özün paradoksallığı, gerçeğin yanılsamasıdır. Yalancı tapınmaların sebebi budur!
Güzel ile insan arasında diyalektik bir ilişki olduğuna inanıyorum! Seçici olmak, insan ruhunun içine doğduğu gerçeklikle ilintili. Bir tek kendini pazarlayan meta estetiği, herkese kendini pazarlarken eşit davranır. Bu da çağın eşitlik anlayışıdır ki, ötekinin hakkından beslenenlerin işine yarıyor ancak.
Aldatıcı görüntüyle kendini tatmin eden insanın ruhunun gerçekliği karşısındaki konumu kadar yalnız….
En çok kim nefret etti ötekinden? Arkaik bir duygu ki, modern zamanlar bile tüketemedi bu ötekileştirme lanetini. Nankörlük; inancı yaralayan etken sebeptir ki, insanda inanma duygusu bırakmıyor iyiliğe.
İnsanları izleyip, sokağın sesine kulak veriyor musun Tike! Bak parşömen gibi buruşmuş yüzlerinden ihtisas trenleri geçiyor farkında mısın?
Yeni yorum ekle