Felsefede İnsan ve İnsan Hakları

Felsefe

Felsefede İnsan ve İnsan Hakları

Dr. Fahri Atasoy

Modern dönem insanın merkeze alındığı bir dönemdir. Yeni Çağ ile Avrupa’da Orta Çağ’ın tortularından kurtulma mücadelesi başlamıştır. Daha önce Katolik Kilisesi’nin her türlü egemenliği altında özgürlüklerini kaybetmiş olan Avrupalı toplumlar bir arayışa girişmişlerdir. Daha önce insanın esamesi okunmazken, değer verilmezken, önemsenmezken birdenbire köklü değişimler yapılmıştır. İnsan merkez konuma gelmeye başladığında doğal olarak daha çok düşünme konusu olmuştur. Aydınlanma adı verilen dönem aynı zamanda hümanizm çağı olarak da karşılık bulmuştur. Modern devlet insan haklarını yasalarla korumaya alırken, halk egemenliğine büyük önem vermiştir. Yeni devletin meşruiyeti artık Tanrısallık yerine, insanın toplum haline, yani millete dayandırılmıştır. Bu süreçte insan nasıl ele alınmış, yakından görmek lazım.

İnsan hakkında nasıl bir kabul olduğunu ve nasıl değiştiğini Yeni Çağ’ın ilk düşünürlerinde görmek mümkündür. İslam dünyasında insan hakkında nasıl bir düşünce yapısı olduğu hakkında bilgisi olmayan Avrupalı düşünürler, tartışmayı kendi kültür ortamlarında sürdürmüşleridir. İslam dini teorisi ve pratiği bağlamında insanı farklı ele alır. Biz de burada konuyu Batı düşüncesinde yer almış tartışmalar üzerinden takip etmeye çalışacağız. Dolayısıyla önce Orta Çağ skolastisizminin insan algısını ve tasarımını hatırlamak gerekir. Skolastik anlayışa göre merkezde Tanrı vardır. Yeryüzüne oğlu İsa’yı peygamber olarak göndermiştir. Günahkâr insanlar Tanrı’yı ve İsa’yı temsil eden Kilise aracılığıyla yönetilmelidirler. Kilise’nin yetkilerini masum olarak kabul edilen ruhban sınıf yürütür. Ruhbanlar adı üstünde seçilmiş ve Tanrısallaştırılmış ruhani varlıklar olarak kabul edilir. Bu bağlamda siyasal otoritenin, her türlü bilginin ve imtiyazın kaynağı Kilisedir. Bütün dünyevi işlerde yetki Tanrı adına ruhban sınıftadır. Halk buna iman ederek, her şeyi teolojik kader olarak kabullenmek zorundadır. Aykırı davranan veya düşünen aforoz edilir ve bastırılır. Engizisyon mahkemeleri bu işe yarar. Bruno, Kilisenin öğretileri dışında yeni bilgiler bulduğu için ve bu bilgilerin Kilise öğretisini çürüttüğü için Engizisyon tarafından Roma meydanında yakılarak idam edilmiştir. Karl Marks bu dönem için feodalizm kavramını kullanır. Bu dönem merkezde Katolikliğin sunduğu Tanrı ve Din vardır.

Yeni Çağ, Avrupalılar için Orta Çağın egemen anlayışları skolastisizm ve feodalizm ile mücadele dönemi olmuştur. Bu mücadele dönemi son derece zorlu ve çatışmalı sürdürülmüştür. Düşünürler ve bilim adamlarının çalışmaları mücadelenin başarılı olmasında önemli paya sahiptir. İlk yıkıcı darbe gökbilim alanında yeni bilgilere ulaşan, adeta samanyolunun sırrını çözmeye başlayan bilim adamlarından gelmiştir. O zamana kadar Kilisenin ezberlettiği, “dünyanın düz olduğu ve güneşin dünya etrafında döndüğü” bilgisi çürütülmüştür. Bu bilginin çürütülmesi Kiliseyi çok rahatsız eder. Çünkü Kilise Tanrı’nın bu düz dünyanın üstündeki gök kubbenin yukarısında olduğunu ve kendilerinin Tanrı ile iletişim halinde olduklarını, bir sistem olarak kullanmaktadır. Böyle olunca Tanrı’nın yeri problem oluşturmakta ve bütün iddialar çökmektedir. Dolayısıyla bu ilk bilimsel başarıdan Kilise yönetimi çok ürkmüş ve telaşa kapılarak hemen cezalar vermeye başlamıştır. Fakat hakikatin önünde Kilise bile duramayacaktır. Modern dünyayı inşa edecek temel bilgilerden birisi olarak Kopernik sistemi bütün Avrupa’da ve dünyada kabul görecektir.

Kilise’nin öne sürdüğü bilgiler artık güvenilirliğini kaybetmiştir. Bu durumda yeni ve doğru bilgilere ulaşmanın yolunu aramak önem arz etmektedir. Fransız filozof Rene Descartes, şüphe yöntemini kullanarak doğruluğundan emin olunacak, kesinliği açık-seçik bilgi arayışına girmiştir. Yeni felsefe için temel olabilecek sağlam bir bilgiye ihtiyaç vardır. Mevcut bilgilerin hepsine şüphe ile bakmaya başlar. Her şeyden şüphe edince geriye şüphe edilemeyecek tek gerçeğin “şüphe ediyor olma hali” olduğu sonucuna varır. Şüphe etmek bir düşünme eylemidir ve bunu yapan ise düşünen bendir. O halde kendisinden-gerçekliğinden şüphe edemeyeceğimiz ilk varlık “düşünen ben” olan insandır. Böylece felsefenin hareket noktası ilk defa birey olarak insana dayandırılmış olur. Modernliğin de başlangıcı burası kabul edilir. Bundan sonra insan merkezde rol alacaktır. Batı modernleşmesinin yarattığı yeni gerçeklik alanı akıl sahibi insan olacaktır. İnsan bazen tekil olarak bazen tür olarak, bazen toplum olarak öne çıkacaktır.

Modernleşme sürecinde düşünen, bilgiye ulaşabilen, problem çözebilen, icat yapabilen, gücünün farkına varan insan önem kazanmıştır. İnsanın merkeze alınması Avrupa’da hümanizm akımının gelişmesine yol açmıştır. Aydınlanma ile hümanizm birbirini tamamlayan ve destekleyen anlayışlar olarak Batı modernleşmesinin simgeleri olmuştur. Hümanizm bazen bizim kültürümüzdeki insan sevgisi ve hoşgörü ile karıştırılsa da burada felsefi bir temellendirme söz konusudur. Descartes ile başlayan “düşünen ben” kavramının merkeze alınmaya başlaması, giderek kudret sahibi bene dönüşmesine yol açmıştır. Aklıyla doğanın sırlarını çözmeye başlaması, evrenin evrensel yasalarını keşfetmesi, bu bilgilere dayalı aletler geliştirmesi bu gücün göstergesi gibidir. Özellikle Newton’un şahsında simgeleşen doğa – özel olarak fizik – bilimlerindeki başarılara bağlı olarak geliştirilen makineler büyüleyici bir hava yaratmıştır. Bu makinalar sanayi devrimini ortaya çıkartmıştır. Makineleşme ve sanayi devrimi, dünyada insanın kendi aklı ve becerisiyle neler yapabileceğinin göstergesi olmuştur. Francis Bacon’un 16. YY’da iddia ettiği gibi, insanın doğaya egemen olmasını sağlamıştır. 19. YY’da Avrupalılara yeni kazanç yolları açmış ve dünyayı sömürme iştahlarını kabartmıştır. Böylece Avrupalı devletler karşısında kimsenin duramayacağı bir güç zehirlenmesi meydana çıkmıştır. Kapitalizm, kolonyalizm, emperyalizm gibi kavramlar bu güç zehirlenmesinin yansımalarıdır.

İnsanın ve aklın merkeze yerleşmesi Avrupa modernleşmesinin sırrı gibidir. Sanayi Devrimi sonrası ortaya çıkan sosyoloji, dönüşen toplumsal yapıyı analiz etmeye çalışır. İlk sosyologlar eski toplum ile yeni toplum arasında muazzam bir fark olduğunu görürler ve ortaya çıkan modern toplumun sırrını çözmeye çalışırlar. Örneğin Durkheim bu yeni toplumda uzmanlaşmaya dayalı karmaşık bir dayanışma görür ve bunu birbirini tamamlayan uzuvlara benzetir. Fonksiyonalist bir yaklaşımla modern toplumun organik dayanışma gösterdiğini tespit eder. Benzeri şekilde Weber, yeni toplumsal yapıda karşımıza çıkan bürokrasi kurumlarının akılcılığın sonucu yaratılan sistemler olduğunu iddia eder. İnsan ve aklın merkeze alınmasıyla yaratılan Avrupa medeniyeti dünyadaki diğer toplumları da etkilemiştir. Bunların başında Osmanlı devleti gelir. Osmanlı aydınları ve yöneticileri Avrupa’da olup bitenleri yakından takip etmekte ve ülkelerine kazandırmak istemektedirler. İmparatorluğun son yüzyılı bu tartışmalar ve hamleler ile geçmiştir. Bu süreçler Türkiye’nin toplumsal yapısını köklü olarak etkilemiştir.

Konunun dağılmasını önlemek için tekrar insanın merkeze alınmasına dönecek olursak, analiz etmemiz gereken bazı önemli noktaları daha paylaşmamız gerekir. Bunlardan birisi 17 ve 18. Yüzyıllara damgasını vuran epistemolojik tartışmalardır. Yeni Çağ ile artık bilgi insan tarafından elde edilebilecek, insana mahsus bir ürün olarak kabul edilmiştir. Özellikle tecrübe ile doğruluğu test edilemeyen bilgilere itibar edilmemesi sağlanmıştır. Bu durumda özne olarak insan bilgiyi doğuştan mı getirmekte, yoksa dış dünyayı gözlemleyerek ve tecrübe ederek mi elde etmektedir tartışması yoğunlaşmıştır. Rasyonalizm mi yoksa ampirizm mi haklıdır tartışmasına, Kant son noktayı koymuş ve insan aklını her yönüyle kritik etmiştir. Kant’ın kritisizm adı verilen felsefesine göre dünyada insan tarafından elde edilebilecek bilginin sınırları vardır. Bunu belirleyen ontolojik ikilemdir. Fenomen alanın bilgisini tecrübe ve akıl yoluyla elde edebiliriz ama numen alanın bilgisi bizim için imkânsız gibidir. Burada insan, evren ve Tanrı karşısında sınırları zorlamakta fakat sonuca ulaşamamaktadır. İnsanın merkeze alınmasıyla elde edilen parlak başarılar vardır ama yine de merak edilen bir alan kalmaktadır. İşte bu metafizik alan hakkında bilgi üretme işini de akla yükleyen Hegel, bu aklın aslında Tanrısal mutlak akılla paralel olduğunu düşünür. Böylece, insan aklını kullanarak hem evreni hem insanı hem Tanrıyı açıklamaya çalışmış olur. Daha önce Descartes ‘de insan aklına dayanarak benzeri bir ontolojik açıklama geliştirmiştir. Bu iki sistemde de metafizik konular olmasına rağmen bir dini dogmaya dayanmadan akılla açıklama girişimi vardır.

İnsanın merkeze alınmasında karşımıza çıkan önemli gelişmelerden birisi de siyasal alandaki dönüşümlerde görülmektedir. Modern hukuk felsefesinin ve modern devletin gelişmesindeki adımlar bu bağlamda önemlidir. Orta Çağ Kilise egemenliğinden çıkmak isteyen düşünürler, seküler bir dünya inşa etmeye çalışırlar. Yeni dünyanın insan tarafından kurulabileceğine olan inanç güçlenir. Önce Ütopya tarzında eserler yazılır. Örneğin bunlardan birisi Francis Bacon’a ait New Atlantis kitabıdır. Bacon insanın yeni bir dünya kurabileceğini göstermeye çalışır. Ona göre bu dünya, doğanın bilgisini çözümleyen yeni bilime ve yeni mantığa dayanarak kurulabilir. İnsan doğru bilgiye ulaştıkça egemen olduğunu görecektir. Doğayı bilirseniz ona egemen olursunuz. İnsan ve doğa arasındaki ilişkiye bir zemin oluşturur. Böylece insanı yeni egemen güç haline getirecek yol açılır. (Bu tür yaklaşımlar zamanla modernleşmenin zaaf noktalarını oluşturacaktır ama insanın güçlenmesini görmek bakımından önemli gelişmelerdir.) İnsan bilim ile doğanın sırlarına vakıf olmayı başardığı kadar, toplumsal hayatında uyması gereken kuralları da koymayı başarır. Orta Çağ’da hukuk kuralları koyma yetkisi Tanrı adına Kilise’nin iken, Yeni Çağ’da bu yetki akıl gücü olan insandadır. Sözleşme teorilerinde bunun ilk temellendirme girişimleri görülür. Özellikle de Thomas Hobbes insanın doğasının bencil, saldırgan, başına buyruk olmasından dolayı acilen kurallar ve otorite ile zapt edilmesi gerektiğini vurgular. Bu kurallar ise yine rasyonalitenin ürünü olacaktır.

Modern devletin doğuşunda da insanın merkeze alındığı görülür. Burada insanın bireysel varlığının güvence altına alınması için gerekli olan devlet yapılanmasının dayanacağı bir meşru zemin aranır. Bu meşru zemin insanın toplum halidir. Eskiden devletin meşruluk dayanağı Kilise ve Tanrı (teolojik) iken, şimdi bu zemin halk veya ulus adı verilen topluluktur. Modern devlet bu bağlamda ulus devlet olarak yapılanmıştır. Varlığı ve yönetimi millet (ulus) egemenliğine dayandırılmıştır. Artık gücünü Tanrı’dan aldığını iddia eden hanedanlıklar yerine millet olgusuna dayalı demokratik seçimlerle başa gelen hükümetler yönetimi sürdüreceklerdir. Fransız devrimi bunun en somut örneğidir. Bazı ülkeler sembolik olarak krallıklarını sürdürseler de, millet egemenliğine dayalı demokratik sisteme geçmek zorunda kalmışlardır. Bu süreç Osmanlı Devleti’ni de etkilemiştir. Modern milli devlet kurma arzusu Osmanlı egemenliğindeki farklı ulus varlıklarını tahrik etmiştir. Osmanlı bunu önlemek için devletin bütün tebaasını bir millet olarak yorumlamaya çalışmıştır ki bu akıma Osmanlıcılık denmiştir. Osmanlıcılık bir millet olma arzunun dışa vurumudur. Ama başarılı bir proje olamamıştır. Sonuç olarak millet varlığı yeni devletlerin meşruluk zeminini oluşturmuş ve adına modern denilen yeni bir dünya sistemi kurulmuştur.

Görüldüğü gibi modernleşme döneminde insan merkeze konmuştur. Burada insanla ilgili kavramlar insanın farklı boyutlarını gösterir. Birincisi özne olarak insan, türün tekil örneği üzerinden zihin gücü ve akıl ile ifadesini bulan bir varlıktır. İkincisi toplum olarak insan, değer kazanmış ve siyasal yapının temelini oluşturmuştur. Fakat siyasal yapının içinde yönetimi belirleyici olan insan seçimlerde oy kullanabilen ve devlet tarafından kimlik belgesi verilen birey olarak insan, çok zor değer kazanmıştır. İşte bu insan, varlığı ve hakları en üst düzeyde korunmak zorunda olunan tek tek insandır. Çoğu zaman kolektivite olarak adlandırılan kalabalıklar içinde ezilip örselenen çok sayıda insan vardır. Örneğin millet adına hüküm süren devletin açtığı bir savaşta sorgusuz sualsiz çiğnenenler, ezilenler, ölenler bunlardır. Yine devlet ve toplum çıkarı için kolayca harcanan bu insanlardır. Özellikle kapitalizmin ekonomik sistemi içinde en büyük zararı gören insanlar modernleşmenin zayıf noktalarından birisini oluşturur. Hümanizmi bir ideoloji gibi kullananlar bile bireylerin insan haklarını korumayı önemsememişlerdir.

İnsan haklarıyla ilgili ilk ciddi adım Fransız Devrimi esnasında atılmış ve tarihte ilk defa insanı korumak için bazı temel ilkeler kabul edilmiştir. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi yayınlanmış ve Fransız Anayasası'na önsöz olarak eklenmiştir. Bu belgeye göre vatandaşlar, özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı koyma gibi doğal ve devredilemez haklara sahiptir. Her bir insan özellikle hukuk ve kanun önünde eşittir. Bu haklar 17 madde ile ifade edilmiştir. Fakat bu hakların korunması milletler ve devletler arasındaki çatışmalarda korunamamıştır. Örneğin sömürgeci devletler ele geçirdikleri ülkelerdeki insanlara insanca muamele etmemiştir. Osmanlı İmparatorluğu gibi egemen olduğu topraklardan geri çekilmek zorunda kalan bir ülkenin insanlarının yaşadığı mağduriyet insanlık için utanç vericidir. Daha da önemlisi iki dünya savaşı esnasında yaşanan insan kıyımı dünyanın insanı koruma konusundaki karnesini utanç levhası haline getirmiştir. 2. Dünya Savası sonrasında 1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, 10 Aralık 1948 günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nca kabul edilmiştir. Böylece uluslararası bir belge ile insan haklarının korunacağı ilan edilmiştir.

İnsanın merkeze alınması felsefede yeni akımlara da yol açmıştır.

Yorum

Kader Tuğba (doğrulanmamış) Sa, 15 Ağustos 2023 - 10:54

Fahri hocam kutluyorum. Özellikle de Türklerde insan- insanlık kavramının batıdan yani humanizmden çok önce olduğunu söyleyebiliriz sanırım.
Sevgilerimle

Seda Güler (doğrulanmamış) Sa, 15 Ağustos 2023 - 10:56

Modernizm karşısında insanın sınavı sizce nasıl gelişti. Hak ve insan kavramları sanki iki ayrı dünya.

FAHRİ (doğrulanmamış) Sa, 15 Ağustos 2023 - 16:35

In reply to by Seda Güler (doğrulanmamış)

Seda hanım teşekkür ederim. Orta Çağ karşısında batılılar zorlu bir sınav verdiler. Modernizm ayrı bir zorluk oluşturdu. Yeni bir yazı konusu doğmuş oldu. Kısa zamanda denemeye çalışırım. Sağlıkla ve sevgiyle kalın.

2. Erkan YAZARGAN II (doğrulanmamış) Cu, 18 Ağustos 2023 - 14:40

İDDİALI METİNLERE KARŞILIK VERİLİRKEN MEVCUT YERLİ TOPLUMSAL GERÇEKLİKTEN SIYRILMAK

Kolay bir soru ile başlarsak; uyuşturucu bağımlılarından oluşan bir toplum için hukuk nedir?

Konumuz mevcut genel geçer, kabul gören, uygulanan veya uygulanılmaya çalışılan hukuk/kanun/yasa düzleminin -özellikle bu günlerde zorluğu ve karmaşıklığına çözüm.

Bütün bilinen, yazılan ve yaşanan hukuk uygulamalarına özellikle uluslararası arenada nasıl öncülük edebiliriz? Tabii hukukçuların işidir bu iş ama öncesinde özellikle entellektüel ortamın canlanması için herkese görev düşer. Yazılan bütün, Avrupa özelindeki gelişmelerde kabul edildikten sonra; hazır önümüzde, elimizde, masamızda böyle bir soru/sorun/sorunlar yığını varken elbirliği ile öne çıkıp idealize edilip durulan geleceğin dünyasını kuramasak bile kurulmasına katılabiliriz.

Nasıl, heyecan verici değil mi?

Bu halde, içimizden öyle örnek dava, davacı, davalılar seçip çıkaralım ki yine bizim verdiğimiz kararlar ve sonrası oluşacak evrensel (işlerliği olan, uygulanabilir, ısrarla ve arzuyla uygulanacak olan) doğruları yaratalım.

Hepimize yeni bir iş çıktı :)

Çok basit hatta çocukça duran bu yaklaşımın önünde o kadar çok engel vardır ki yazsak kütüphaneler dolar. En başta mevcut kurumsal ulusal veya uluslararası kanunlar veya kanunların işleyişi engeldir, zorlar. Öyle zorlar ki adeta en işine yararı bulmak için canını çıkarır. Başedemeyeceğini anlayınca ya imha yada saptırma yoluna gider. Şimdiye kadar olan budur. Arzulu insan BU mevcut durumu değiştirmek için -genellikle mahrum olduğundan didinir ama tuhaf olan yenilenmesi gerekenlerin umursamazlıkları değil yazıp çizenlerin durum tespitlerindeki tutarsızlıklardır. İşte tamda burada mutabakat metinleri ortaya çıkar. Çözüm her zaman basittedir. Haketmet için çabalamak zorundasınız. Bu kadar çabadan sonra boş vermek veya çöpe atmak olmaz. Düzeltmeler elbette olacaktır fakat bütün bu işler oldukça detaylı ve ancak bilinçli ekipler tarafından gerçekleştirilir.

Yazılandan bir şey anlamadıysanız zihninizi başka işlerle meşgul etmenizi önerebilir ama "haydi, yapalım" diyorsanız ne duruyorsunuz?

Sevgi ve gülücükle...

Selma Pekşen (doğrulanmamış) Pt, 02 Ekim 2023 - 20:53

Bütün hak ve hukuk çerçevesinde insanı yine insandan korumaya çalışıyor olmamız ne acı değil mi hocam. Saygılarımla

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.