Felsefeyi Sezmek

Felsefe


Felsefeyi Sezmek

Süleyman Dönmez


Felsefeyi idrakte sezgisel bir yön vardır. Felsefeyi sadece akla dayalı bir etkinlik olarak öğrenenler, bu tespiti yadırgayabilirler. Hatta itiraz da edebilirler. Ama gerçekte durum felsefeye sezgiyi yakıştıramayanların düşündüğü gibi değildir. 
Sezginin felsefî düşünüşte hatırı sayılır bir yeri olduğunu anlamanın en kolay yolu felsefe tarihindeki sezgici filozoflara göz atmak olabilir. Mesela Henri Bergson sezgicidir. Büyük Türk filozofu Nurettin Topçu’nun Bergson başlıklı bir kitabı var. Harika bir çalışmadır. Felsefe ile sezgi arasında ilişki kurmakta zorlananlara tavsiye edebilirim. Gazali de sezgicidir, Fruthjof Schuon da. Daha bir dizi sezgici filozof var.
İmdi sezgi ve felsefe ilişkisine biraz dalalım.
“Filozofların derdi (amacı) neydi” diye bir sorudan yola çıksak; bu suale verilen en yaygın yanıtın ‘varlığın hakikatine erebilmek’ olduğunu anımsatalım. Varlığın hakikatinden maksat, “niçin yok değiliz de varız”, sorununa tutarlı bir çözüm bulabilme uğraşısıdır. Zikredilen sorun genelleştirilmeye müsaittir. Öyle ki, varlığın hakikatine ermek istemek, “evren niçin yok değildir de vardır” sualine genel –geçer ve bütüncül bir cevap verebilmektir. Verilen cevabın varlığın hakikatini vereceğine inanılır. Lâkin hakikati vereceğine inanılan yanıta hangi yolla gidilmelidir?
Varlığın hakikatine nasıl ya da hangi yolla erilebileceği karmaşık bir husustur. Filozoflar felsefî düşünüşle bu hedefe ulaşabileceklerine inandılar. Felsefece yürüyüşlerinde de bir dizi alternatif yoldan giderek hedefe varmayı denediler. İşte sezgisel duyuş da o yollar arasında yerini aldı.
Günümüzde filozofların varlığın hakikatine erme çabalarının gerçekleşmesi pek olası olmayan bir ülkü (ideal) olduğuna inananlar çoğalmış görünmektedir. Dahası hakikatin hamhayal olduğunu düşünenler var artık…
Hakikat varsa bile onu bilmenin bir yolu olmadığını düşünenlerin sesleri gittikçe daha da yükselir oldu. Teizmden ateizme ateizmden agnostisizme savuran bir fırtınaya tutulmuş sanki zamanın çocukları…
Demek ki, varlığın hakikatine erme mücadelesinde bugünün zihinlerinin ekserini ne sezgicilik ne rasyonellik ne de deneycilik ikna edememiş.
Yoksa durum tam aksi mi? Kapıldığımız rüzgârın nerden estiğinin farkında olmadan öylesine bir savruluş mu yaşadıklarımız… Sezgiye varmadan rasyonelliği kavramadan deneyciliğin içine girmeden sanılarla örülü bir algılayış mı bizi savuran?
Felsefenin vardığı durak, varlığın hakikatinin olmadığıysa, felsefe tükenmiş demektir. Belki de bu yüzden felsefenin sonunun geldiği yazılıp çiziliyor…
Görünürlükten söz ettik, önceki yazılarımızda; felsefenin görünürlüğünden. Arayışların yanısıra savruluşlar, felsefî ara yüzlerdir. Felsefenin görünürlüğüdür. Lakin bunların hiç biri felsefenin “kendisi” değildir. “Kendilik” görünürlükten ayrıdır. Elbet görünürlük asıldan kopuk olmaz. Ama aslın yerini de tutmaz. Bu nedenle ardına da baksan önüne de geçsen “felsefenin ne olduğunu idrak” görünenin, görünürlüğün ötesine geçmeden mümkün olmaz. 
Felsefî görünürlükleri aşarak felsefeye yükselmek, ilk etapta kavraması zor da olsa, “sezgiye dayalı ilkesel bir idrak” olmaksızın olası değildir. “Sezgiye dayalı ilkesel idrak” felsefe de(apriorik, apodeiktik, aksiyolojik, noetik… gibi) farklı kavramlarla ifade edilen çıkış noktasıdır.
İlk ilke (apriori) ya da ilkeler, aklın kavradığı, en azından karşı çıkmadığı, başlangıç noktalarıdır. Akıl onları anlar, ama açıklamaya çalışmaz; gerek görmez. Bu nedenle akıl, varlığın hakikatini idrak yolunda sezgiyle çatışmaz.
Aklı rasyonelliği kuşatan bir idrak olarak anlıyorum. Rasyonellik deyince de zihne ve dile dayalı göreli bir düşünüşü kastediyorum. Aklın rasyonelliği kuşatması, rasyonelliğin “nisbî” bir kavrayış olduğunu anlamasından ileri gelir. Bu durumda sezgisellik -Bergson’un düşündüğünün aksine- rasyonelliğin ve deneyciliğin alternatifi değildir.
Deneycilik, rasyonellik ve sezgicilik, özellikle batı felsefesindeki görünürlüklerde kapıştırıldıkları gibi karşıt kutuplar değildir. Rasyonellik de deneycilik de sezgicilik de bir bütündür. Daha da önemlisi felsefe rasyonellikle değil, sezgisel bir duyuşla başlar. Sezgisel duyuş rasyonelliğe bağlanır. Bu ikisini ise deneycilik destekler. Burada bir ‘birlik’ olduğunu bize “akıl” söyler.
Felsefe yapmak, eski çağlardan beri en başta üç temel ilkeyi idrakle başlar. Bunlar; “ben, varlık ve birlik” ilkeleridir. Kadim gelenek, bunu “kendini bil” diyerek başlatır. Kendini bilmen, var olduğunu bilmeye gider. Varsındır ve varlığınla teksindir. Senden bir başka ‘sen’; benden bir başka ‘ben’ daha yoktur. Ben, sen olamam; sen de ben olamazsın. Varlığım ve tekliğim kendim (ben) olarak görünür olur. Ancak görünür olan “ben”, gerçekten “ben” miyim” Çokça tartışılmıştır.
Ben, “ben” olsam da olmasan da “ben”, “sen” üzerinden idrak edilmez. Her “ben” kendi benliğini “kendi” bulmak zorundadır. Bu nedenle “ben” ile yol alsam da “ben”, bana beni vermez. İşte bunu anladığım anda daha üst ve kuşatıcı bir ilkeden başlamak zorunda olduğumu idrak ederim. İşte o üst ilke “varlık” ilkesidir. Varlık olmazsa “ben” olmam. Tekliğim de aynı şekilde bana bir başka üst ilkeye sıçramam gerektiğini söyler; varlığın tekliğine... 
Varlığı, birliği ve beni idrak, hakikat yolcusunu (filozof) sezgi ile başlayan rasyonellikle yol alan deneycilikle desteklenen bir bilgiye ulaştırır. Bilgi bir sonuçtur. Çıktıdır. (Belki de çıkıntıdır!) Çıktılar, varlık, birlik ve ben hakkında konuşabilmenin kapısıdır. İnsan o kapıdan girer ya da çıkar. Mantık devre dışı kalmaz, akıllı-uslu yol alınırsa, ilk ilkenin idraki içdünyanızda kesinlik kazanır. Ancak elde edilen “kesinlik” varlığın, birliğin ve benin “kendini” idrake yetmez. 
Bilgi sorunu çetrefildir. Varlığı hakikatini idrak ise, sonuç olarak elde edilen bir bilgiden hareketle mümkün görünmez. Çıktı olan bir bilgi, çıktığı “şeye” ancak işaret eder. Bu nedenle bilgiye, özellikle doğru bilgiye ulaşmak önemlidir. Niçin derseniz? Çünkü “varlık, birlik ve ben” üzerine düşünmek, doğru bilgiyi kullanan düzgün bir akıl yürütmeyle yapılabilir. Düzgün akıl yürütme, mantık bilmeyi gerektirir. Mantık bilgisinden yoksunluk, hatalı düşünüşlere sevk eder. Hatalı düşünüş, kolay fark edilen bir durum değildir. Zira zihin hem doğru hem de yanlış düşünüşlerin temellendiği yerdir. 
Hâsılı, içinizde duyduğunuzu dile dayanan bir mantığın imkânlarıyla dışa içinizde duyduğunuz saflık ile açıklıkta aktarılmaz. İçinizde duyduğunuz sezgisel yöndür. Dışa aktarma biçiminiz ise rasyonel ve deneysel taraf… 
Felsefe, felsefî görünürlükler aşılabilir ve yukardaki anlattıklarım gereğince idrak edilirse sezilebilir.
 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.