Kayıp Cennetin Melekleri…

Felsefe

Kayıp Cennetin Melekleri…

Ümit Yaşar Gözüm*
    
Bir aşk kurgusuyla Romantik Gerçeklik ve Tesadüf kavramlarına izdüşüm

Bilgiye karşı durmak kimin haddine ulurdu!
Üstat yeni güne  dibe çökmüş tortular gibi akşamdan beynine oturan, insanlığın yaşadığı hezeyanlar, felaketler ve bitip tükenmeyen anlamsızlıklar yumağı ile uyanmıştı. Öyle ki, sabah haberlerinde büyük düşleri olduğunu ima eden siluetlerin orta yerde dolaştığını gördüğünde: ‘şişkin egolu şahsiyetler, kendi düşleri ile baş başa kalıp sadece onlarla uğraşsalardı keşke, o zaman dünya daha yaşanılır bir yer olurdu.’ Demekten alamamıştı kendini. 
Farkına vardığı şeyler üstatta ‘aynı dilin yolcuları ‘anlam’ karşısında sağır ve dilsiz kaldıklarında ötekileşiyorlar!’ duygusunu uyandırıyordu, epey zamandır. Bir kasılma hissediyordu bütün uzuvlarında. Zamanı geri sarma isteği sanki, umutsuz düşler gördüğünü söylüyordu.
Kendine konuşmaları bırakıp iç sesini dinlemediğini anımsadığında derin bir sorgulamaya başlamıştı: İtiraf etmeliyim ki, en masum yalanlarımın orada kaldığını gördükçe çocukluğumu daha çok seviyorum! İnsanlar hiçbir hallerinde, geçmişlerinden daha özgür değiller. Oysa tüm yaşadıklarına rağmen, çağa tutunamayan bireyin yoldan savrulmalarını, özgürlük olarak algılıyor kitleler!
Otorite, bilgeyi ezmeye niyetlendiğinde, ilgisiz ve bilgisizlerin kendisiyle yürüyeceğinden emindir. Yoksa bilgiye karşı durmak kimin haddine olurdu!
Toplum kendinden uzaklaşmış gibi duruyor. Algımda yanılmıyorsam, kendi ‘ben’inden uzaklaşanların özellikle yaşamda ve sanatta gerçekliği yeniden tanımlaması kaçınılmaz! Şayet bunu başaramazlarsa, başkalarının düşlerinde yürümekle baş başa kalacaklar. 
Bir yanımız kendi özgünlüğünün peşinde koşarken, öbür yanımız başkalarının düşlerinin peşine takılı kalıyor. 
İnsanlık için biçilmiş hüzün verici bir rol; kayıp cennetin melekleri olmak! 
İlginç bir cümle değil mi sizce de insan kardeşlerim, kayıp cennetin melekleri! Nereden aklıma gelir, nasıl kurgularım böylesi vurgulu cümleleri… Dil kurucu yazarlardan birisi olarak sanırım evrene gönderiliş görevim bu… Acaba öyle mi? Diye sorarak yine uzaklaşmıştı kendisinden üstat. 
Bu düşüncelerle boğuşurken, sokakta her yöne akan anlamsız kalabalığın içerisinde bulmuştu kendini. Bir kafenin önünden geçerken, yükselen kahkahalara yaklaştıkça, içlerinden birisinin tanıdık tınısı tırmalamıştı belleğini. 
Uzun zamandır, görüşmediği genç kadının oturduğu yerden ani bir refleksle kalkışı masadakilerin dikkatinden kaçmamıştı. Yaşanmamış tutkulu beklentilerine odaklanmış avcı gibi göstermişti kendini üstada. 
O anlarda beyin bilgisayarı, kadim sahil kasabasındaki lise sıralarına götürmüştü üstadı. Azınlık kültürünün yansıdığı taş tonozlar arasında, duvarların insan ruhunu üşüten bir yanı olduğunu düşündüğü o çağlarına döndüğünde hatırlamıştı, o zeytin mavisi gözleri!
Kucaklaşırken sıkıca sokulmakla kalmayıp, derin felsefi hesaplaşmanın da fitilini ateşlemişti adını zafer tanrıçasından alan Nike!
Karanlık çağın asılsız öykülerinin içinden çekip almıştı üstadı bir sanat eseri gibi. Hepsini ama söyleyemedikleri hepsini düşüncenin gücüyle düşürmüştü önlerine yıllar sonra. 
 Nike “Biliyor musun şimdi yaşadığım coşkumun kaynağı yıllar önce; öfkeme yenildiğimi anladığımda büyük yarışın kazananı olacağımı söylemişti, yüreğim! Sadece düşünmem ve beklememin yeteceğini söyleseydi birisi, nasıl inanırdım. Kimi şarkıları aşk yazdırır, kimilerini sahip olduğu güç heykele dönüştürür. Görmek bir eylemdir, işitmek ise hissetmek, ben hep hissettim aradaki bağı.” diye fısıldamıştı!
Kısa bir soluklanmanın ardından, yıllar öncesine gidip üstadın hapsolduğunu düşündüğü taş duvarlara seslenişini onun mimikleriyle haykırdı masadakilere: ‘Cehalete yaslanmanın, karanlıkla yaşamak gibi ağır bir bedeli vardır. Ötekinden çalınmış mahremin, sahibini arayan bir devrimdi aydınlanma çağı! Bedenim bu Ortaçağ zindanında günden güne sefilleşirken, ergenliği okşayan metinlerin arasında insanı arıyorum!’
Hepsi üstadı hayranlıkla selamlayarak yer verme yarışına girişmişlerdi ki, üstat nezaketle kadınların bu zarif teklifini onları onore edercesine bir sandalyenin kendisine getirilmesini sağlamıştı bile. Masadakilerin meraklı bakışlarından bir açıklama beklediklerini anlamıştı: 
Nike ile lise sıralarına uzanan bir tanışıklığımız var. İtiraf etmeliyim ki, özgüvenli kişiliklerimiz, sadece bizi yormakla kalmayıp, okulu da bize ayak uydurmaya zorlardı.
Herkes bizdeki başarı tutkusunu anlamakta zorlanırken, aramızda bir yarıştan çok, birbirini teşvik eden bir ilişkiler ağı oluşmuştu. Nasıl olduğunu sormayın çünkü ben de bilmiyordum. Ta ki, kendine inanan bu tanrıça, mezuniyet törenin de kürsüden adımı zikredene kadar! 
Bazen yaşadığınıza inanmayıp kanıt aramaya başlarsınız: O anlar bırakılmışlığın dibe vuruşudur ki, aşktır o en güçlü kanıt! Hayran hayran bakışlarını, ideallerimizin peşinde koşuşumuza bağlamıştım. Ya da öyle görünmek istemiştim!
Felsefe derslerindeki tartışma oturumlarından birinde, iki farklı savın savunucuları olma görevini üstlendiğimizde, o romantizmi seçmişti, bana da gerçekçilik kalmıştı. Nasıl aynı noktada buluşacağımız ise koca bir bilmeceydi. 
Hocamız söz önceliğini bana verdiğinde, sınıfın uyuklamadan dinlemesi için etkileyici ve dikkat çekici bir giriş yapmalıydım. Bir an gözlerine bakıp: 
Biliyor musun Nike, geceye kondurulan öpücükler hiç solmaz, güneşi görmedikleri için! 
Su düşer saçlarından bir genç kızın, 
göz değmemiş gamzeleri gizler damlacıkları, 
düşlerinde süzülürken, 
bakir bir yarışa döner zaman
,  
dizeleri dudaklarımdan döküldüğü anlarda sınıf coşmuştu! 
Masadakiler gülüşürken, Nike dayanamayıp girmişti araya: 
Bir an beni en acıyan yerimden yakaladığını düşünmüştüm üstadın. Üstat diyorum, çünkü okuldaki unvanıydı onun. Yarama tuz basmak yerine, sınıfın önünde öylesine sanatsal cümleler kurmuştum ki, hoca bile ne olduğunu anlamakta zorlanmıştı: 
“Ey içimizdeki masumiyeti ayartan güç, ya şimdi söylemelisin gerçeği, ya da sonsuza kadar taşımalısın bu yükü! Ama biliyoruz ki, yalnızlık itici bir güçtür sonsuz gecede! Sabahın doğumuna uyananların hakkıdır, sonsuz günbatımını seyretmek! 
Üretmek; durmaksızın sevgi üreten bir yüreğin, tutkulu gerçekliği olduğunu kabul etmelisiniz! Hüzne merhamet duymak, romantik algının değil, yaşamı romantizme çevirenlerin işidir. Belki de bunu görmemiz gerekiyor, o katı gerçekçilikten ayrılmak için. 
Dinle bak yüreğimi, sonsuz sürgününü yaşayan masumiyet kadar, yalın ve üryanım karşında!” diyerek konuşmamı tamamladığımda, aklıma takılan kaygı o yaşlarda, birilerinin bu derin cümleler için nereden beslendiğimi sormasıydı! Çünkü  her genç kız gibi, itiraf edemezdim Onun bir tutku olduğunu.
Bugün unvanıyla daha da bütünleşmiş üstat da olayların akışına bırakmıştı kendisini. Masadakiler, sanki antik çağdan bir tiyatro sahnesinde, bitmesini istemedikleri bir oyunu izliyormuşçasına sessiz ama hiçbir detayı kaçırmak istemeyecek kadar da dikkatle anlamaya çalışıyorlardı olan biteni. 
Üstat bir an da onların heyecanının üstünü örtmemek adına sözü alıp götürmüştü o tartışmanın orta yerine: 
Nike’in bu şiirsel konuşmasının altında ezilip değil sınıfın, okulun önünde karizmayı çizdirmek vardı. Müthiş etki yaratmıştı, zaten bir tanrıça kadar güzel olduğundan, ergenlerin abartılı destekleri bir anda yön değiştirmişti. 
İşte tam o anlarda, ergen heveslerini kursaklarında bırakacak öyle bir çıkış yapacaktım ki, hocanın bile göz bebekleri yerinden fırlamışçasına hayran hayran bakacaktı:
Ah sevgili Nike; şeytanın gözünde tiran olmamak için, vazgeçtim tüm ihtiraslarımdan…diye fısıldamıştım. 
Derin bir sessizlik oluşmuş, nefesler tutulmuştu. O anın tadını çıkarmak için, uzaklara yoğunlaşmış bakışlarımla bir es vermiştim cümleler arasında. Heyecan doruğa çıkmıştı. Onları daha da kıvrandırmak isteğiyle donanmıştım. Sonra aklıma Nietzsche takılmıştı, Zerdüşt gibi çıkışmak da nereden çıktı demeye fırsat bulamadan haykırmıştım:
Vicdanındaki masumiyeti öldürenlerin, yaşaması gereken keskin utancı unutturuyor bu çağ … ‘Sana günahsızım’ diyen aslında, günahkâr olduğunu da itiraf etmiş olmaz mı? Düşünün bir kez insan kardeşlerim, neden Zerdüşt’ün yoldaşı yılan ve kartaldır… Bir an durun ve sorun kendinize…
Ve asla unutmayın ki, bilincin cehenneminde pişen yalnızca sorulardır, cevaplar değil!
Şeytanın zehrine karşı, insanın panzehiridir aklı. Ki; hiçbir ruhani bilgiye ihtiyaç duymadığını söyleyen bireye, kendi tanrısını öldürten cesaretidir. Sizi antik çağın karanlığına çeken şey neyse, bireyi kendi tanrısını öldürme noktasına götüren de odur: Umudun tükenişidir. İçinizdeki umudun tükenmesine izin vermeyin, çünkü bireye huzur veren, güzele duyduğu hayranlıktır. Bunun yarattığı estetik haz, doyum ve dinginliğe açılan kapıdır.
Ne zaman öldü içimizdeki insan, ne zaman tükettik güzelle olan bağımızı! 
Unutmayın ki, insan bilincinin sembolleridir kentlere estetik ahenk katan. Mıknatıs gibi çeker içine biçimleri… diyerek konuşmamı noktaladığımda karşımda aklı karışmış bir sürü ergen ve felsefenin temel kavramlarından olan romantizm ve realizme asla bu açıdan yaklaşamamış bir hocanın, neden bunu ben başarmadım diye kendini sorgulayan bakışları kalmıştı. 
İnsan kardeşlerim siz zannetmeyin ki, bu tartışma burada noktalandı:
Devreye Nike, girdi: 
Üstadın anlattığı gibi, bu defa okulun en güzel ve zeki kızı olarak kaybetmiş olma korkusu bütün benliğimi sarmıştı. Ama tek yapmam gereken onun gözlerine bakmaktı. 
Baktığımda bana karşı zafer kazanmış bir kahraman olmaktan çok, beğenip beğenmediğimi sorgulayan bakışlarıyla buluşmuştum. Buna sevinmiştim, duyduğum şey hayranlıktan çok daha fazlasıydı. Onu, hiçbir şey karşısında kaybetmek istemediğimi düşündüğümde yüreğime bir ferahlık çökmüştü. 
O anlarda kendisinin akla verdiği önemi anlatırken sürekli kullandığı adeta keskin bir hükme dönüştürdüğü ‘ışıldayan gecenin karanlığında ölmek, kasvetli bir zekâya sahip olmaktan daha değerlidir!’ aforizmasını anımsadım. Benden beklediği de sanki zekâmı, bilememdi. Zaman kaybetmeden ipin ucunu yeniden yakalamıştım. Sınıfı yok sayan bir bakışla uzaklara odaklanıp:
“Kalabalıklar geçiyordu göz ucumdan. Ne var ki, her şeye yabancıydılar. Bir sel gibi atıldılar ait olmadıkları nehrin yatağına. Yılan kadar soğuktu bakışları, tilki kadar kurnaz! Ama hep başka nehrin bulanık sularında aktılar: Ve hüzün verici ki, onlar da insandılar!
Gerçeğe tutunmaya çabalayan kitleler geçiyor önümüzden, sırtımızı döndüğümüz yerde bekliyorlar oysa bizi. Birisinin ters çevirmesi gerektiğini biliyor ama bekliyorlar, sinsice. Sanki hepsi kendi aynasında gördüğü yüze aşına. Ne zamanki büyük aynaya yansıyan eseri gördüler, o zaman anladılar inancın sonsuzluğunu!
Bin yılların ahı var korkularımızın üzerinde! Herkes kendi öyküsünü anlatırken, aslında bizleri uzaktaki romantik çağa davet ediyor. Farkında mısınız dostlarım, her şeyi henüz ne olduğunu bilen birisi olmayan, öteki tarafa taşıyoruz. Gerçekle hesaplaşamadan, yüzleşemeden yaşamayı yeğliyoruz. 
Oysa romantizm yüreğimizi güçlendiren ve diri tutan yanı insanın. Ama inkar edemeyeceğimiz bir gerçek var. O da uyuyan yaratıkları baştan çıkarıp özüne davet eden yaşama sanatıdır! Onu yeniden yeşertmek gerek ruhumuzda, önce ruhlarımızı öldürmeden… 
Konuşmamı tamamladığında herkes susmuş beklerken, üstat sınıfa yüzünü dönüp, coşkulu alkıştan önce eliyle beni göstererek ‘Bir çocuğun gülüşü kadar canlıydı, mimiklerine yansıttığı düşleri! O artık bir tanrıçadır insan kardeşlerim, düşlerimin peşinden koşacağı zafer tanrıçası…’ Diye selamlayarak onurlandırmıştı… 
Günler ayları kovalamış, mezuniyet günü gelmişti. Sokrates’in öğrencisi edasıyla okul birincisi olarak üstat çıkmıştı sahneye ardından da ikincisi olarak ben, onun seslenişiyle Zafer Tanrıçası Nike… 
Her zaman olduğu gibi mezuniyet töreninin sunuculuğu bana verilmişti.İşte ne olduysa o anlarda gerçekliğe kavuştu. Tam sırasıydı üstadı kürsüye davet ederken, geçmişte bir tartışmada bana söylediği , kendisinde iz bırakacak aforizması ile yaralayacaktım. Öyle de yaptım: 
“Ah insan kardeşlerim bilir misiniz ki; gerçeğin zırhı taştan daha katıdır, kendisi ise bir çocuğun vicdanından daha yumuşak! Yüreğimdeki ağırlık kendime bile itiraf edemediğim aşktır.” aforizmasını haykırmıştım okulun bahçesini dolduran kalabalığa… 
Masanın etrafındakilerin yüzüne bir anda hüzün perdesi inmişti. Ancak bu çok uzun sürmedi. Öyle ki, Nike’in kız arkadaşları neden bu zamana kadar beklediğini şimdi daha iyi anlıyorlardı. Bu tesadüfle yaşananlar; yıllar sonra tutkulu hayranlığın, bir masada itiraf edilmiş romantik gerçekliği idi!


* Felsefeci, Yazar, Sanat Eleştirmeni

Yorum

Nazan Bekiroglu (doğrulanmamış) Per, 15 Haziran 2023 - 19:57

Üstadımız Romantik gerçeklik ve tesadüf kavramlarına aşk estetiği üzerinden insanı içine çeken bir bakış açmışsıniz.
Etkilendim yüreğinize sağlık.

zorbatv Ct, 17 Haziran 2023 - 09:35

In reply to by Ilgin (doğrulanmamış)

Sevgili Ilgın

Bazen yazmak da yorar insanı, bedenen çalışanlar gibi.  Kurgu ve metnin büyük bölümü hazır, ama ruhum hazır değil, belki bu yaz kendimden uzağa gidip dinlenmeliyim. Sonra yeniden kurmak ve zamanı anlamak gerekir. Sevgiyle ve sağlıkla buluşalım.

zorbatv Ct, 17 Haziran 2023 - 09:32

Sevgili Nazan hanım,

hepimizin en büyük derdi anlaşılamamak. Bildiğiniz üzere yazar aslında kendi için yazar, bazıları da kitle için. Anlaşıldığımı görmek mutluluk verici. Sevgiyle selamlıyorum.

 

Melisa Melisa (doğrulanmamış) Sa, 20 Haziran 2023 - 21:49

Ama üstat o cennetin meleklerinden olmak isterdim. Sürükleyici bir yazı. Çok faydalanıyorum dusuncelerinizden. Sevgilerimle

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.