Ümit Yaşar Gözüm*
Disiplinler arası bir kavramdır mimari. Sanat üzerine yapılacak her kurgu ve yorumun, iç ve dış mekândan bağımsız ele alınma isteği gerçeklik adına eksikliktir. Mimari ilkel çağın barınma ihtiyacından başlayıp modern zamanların aidiyet duygusuna, günümüzde ise bireyin sahip olma duygusunun doyumsuzluğuna uzanan bir süreçte şekillenmekte.
Nesneyle yüzleşerek biçim veren ilkel çağın insanının cesaretini kutsamak gerek. İnsanın madde üzerindeki ilk hâkimiyeti burada başlamakla birlikte, nesneye ilk biçim verme sanatı olarak mimari, aynı zamanda yaşam için sanattır!
İlkel aklın nesnenin gizemine dokunmasıyla başladı, yeni varoluş: Altemira Mağarasının duvarlarını keşfeden yeti ile on binlerce yıl sonra metropollerin kirli yıkık duvarlarına estetik ahenk kazandırmak isteyen cesaret aynıydı; akıl! Öyle ki, akıl estetik dili yaratmadaki temel argümanı insanın.
Sanat; çağını temsil eder, düşünce ise; zamanın sonsuzluğunu. Onun için sanat, düşüncenin estetik gerçekliğidir. İlkel çağın barınma zorunluluğundan, modernitenin aidiyet serüvenine uzanan çizgiyi irdelediğimizde; yaşamın özelliği ve mahremiyetini geliştiren mimarinin, sanat etiği açısından da bir ilk olduğunu anlıyoruz.
Mimari, bir başka açıdan soyutlama sanatıdır. Bu yönüyle maddenin farklı ve yeni bir biçime sokulması, öz sabit kalmak suretiyle soyutlanması, sanatın tarihsel gelişimi adına önemli bir izdüşümdür.
‘Dünyanın içini sanatla kaplamalı, dışını da düşünceyle’ aforizmamın dayanağı bundandır! Çünkü sanat esere dönüşmek için, biçime bürünmeyi zorunlu kılarken, düşünce ufkunu sınırlayacak maddenin üzerine çıkıp, metafizik alanda gezinmeyi yeğler!
Sanat; sadeliğin gücünü yansıtırken, estetik; insan algısının şaşaalı yanını temsil eder! Sanat-mimari bağıtındaki bu ayrıntı, estetik ahengin mekânla özdeşleşme algısını da doğurur.
Geleneksel mimari ile çağdaş barınaklar arasındaki temel ayrışmada burada başlıyor: Ruhumuzu besleyen ışığın, sanat olduğunu unutuyoruz. Unuttukça insani değerlerden uzaklaşıyor, bir süre sonra raydan çıkan vagonlar gibi savruluyoruz.
Her çağın kendine özgü değerleri olduğunu görüyoruz. Ancak estetik gibi, ad aldığı çağda bırakılmayan kavramların, önceki çağlara uzanan farklı olsa da tanımlandığı bir adı vardır.
Estetik zevkten yoksun dış yüzeyler, iç mekânın boş duvarları ve geniş boşluk hissi uyandıran alanlar; yeni mimari anlayışının, geleneksel mimarinin taşıdığı ilk sanat olma, etik, soyutlama ve yaşam için sanat alanları tanımlamasıyla bağını koparıyor.
Soylu kentleri sanatla taçlandıracak algıya muhtaç toplumlar: Kızıla bürünmüş dallardan düşen yapraklar gibi, suskun bir boş vermişlik akıyor ağızlardan. Oysa insan- mekân ilişkisi; algılayan ruhun estetiğinden süzülmeli kristal sözcüklere, cümleler safir çekiciliğinde albenili olmalı!
Mimari sanatının dilinde biçimlenmiş mekanlar, içlerinde yaşayanlar için de estetik haz doğuracak görsellikle donatılmalı.
Aksi sanatın ve düşüncenin beslemediği insanın ruhsal yanı, hoyrat ve yabancılaşır kendine, mekana ve topluma! Şiddet dilinin derin uçurumlarından ancak her yüreği estetik dinginliğin büyük uğrak yerine çevirebilmekle çıkabilir insanlık. Aksi doyumsuz ruhun istediği daha çok haz, şiddet, bırakılmışlık ve kaçınılmaz yalnızlıktır!
Bu yanıyla mahremiyet alanı yaratan mekanlar, günümüzde çoğunlukla dijital çağın duvarlarını delip geçtiği, güvensizlik doğuran, yarı mahrem yapılar olarak algılanıyor. Tecrübeyle biliyoruz ki; ‘mekânda şifresiz yankılanan her ıslığın, tende bıraktığı yaraları vardır, ona ait olmayan. Bir yanı yaban, ötekisi gezgin ağıtlar kadar tanıdıktır!’
Hâlbuki mimari; estetik duygunun yarattığı kendine özgü estetik kavramını kuşatan altın oranın oluşturduğu yansımadır.
Küresel sermaye ile ölçüsüz bir dikeyleşmeye yönelen çağdaş mimarinin, maddeci aklın kışkırttığı insan hırsının, kaçınılmaz ranta odaklanmasını yaşıyoruz. Sanatın sermayenin elinde olduğu yerde, estetik kaygıyla eser ortaya koyanları selamlamalı toplum! Ki, onlar yalnızca sanata adanmış ruhlardır!
Bir an durup tarih çağlarını geçirin aklınızdan, göreceksiniz ki, aslında insanlık düşünen aklın yarattığı gelişme ve değişmeye rağmen, sanki bazı alanlarda kendi çağının dilini yaratıp konuşmanın ötesine geçemiyor.
Taş çağı ile maden çağı arasında ilkel aklın her şeye rağmen incelterek; kaba, yontma ve cilalı taş ile bakır, tunç ve demir nesnelliğinde kendi çağının diliyle cevap veriyor:
On binlerce yıl sonra, yine taş evler seçkinci anlayışın bir itibar sembolü gibi dururken, çelik kontrüksüyon gökdelenlerin izdüşümü olarak, adeta demire nazire yapıyor!
Ranttan sağlanan emeksiz gelir ile dolaylı da olsa kendilerine estetik beğeni uyandıran mekânlar planlayanlar, kitlenin istek ve ruhsal yapısını dikkate almadan gökyüzünün direncini kırmaktan asla vazgeçmiyorlar.
Doğa ile sanatın ahenkli uyumunun bozulduğunu gözlemledikçe başlıyor kaygılarım. Benim vazgeçişlerim; aklımı hayret okyanusuna çeken şey, mimari değeri estetik beğeni ile özdeşleşen yapılar karşısında yaşayacağım tutulmada saklı!
Ey biçimi yüceltip, özü ‘hiç’ sayan anlayış: İtiraf etmeliyim ki, hüzünlü sonun başlangıcındasınız. Unutmayınız ki, biçimin anlattığı şey, değişik anlatım biçimlerinden yalnızca her hangi birisidir.
Dolayısıyla hiçbir anlatım biçimi, özü yok edemediği gibi, varlık da kazandıramıyor!
Cehalet bizi tüketiyor insan kardeşlerim; kendi özüne ihanet edebilecek bir başka varlık var mıdır türümüzden başka. Taştan katı, kömürden siyah yürekleri annelerin bu anlamsızlıkta doğurmadığı ortadayken, çözüme direnen hacıyatmazlar nasıl olabiliyor da ur gibi sarıyor toplumu!
Mimari sanattan kopuk başka bir anlayışa evrilirken, insan en temel hakkı olan mekan estetiğinden yoksun bırakılarak ruh renginliği yoksunlaşıyor.
Sözcükler uçuşuyor gökkubbede, görsel bir duvarın-müzenin süsü oluyor, biz yazının sonsuza uzanan gücüne inanıyoruz. Sevgi, sağlık ve sanatla.
*Felsefeci,Yazar-Eleştirmen
**Fotograflar: Şenol Zümrüt
Yeni yorum ekle