Öz’e Uzak, Varoluşa Yakın Durmak

Felsefe

Öz’e Uzak, Varoluşa Yakın Durmak

Ya da Sanatın Gerçekliğini Öldürmek!

 

Ümit Yaşar Gözüm*

 

Yazı özün karşısında çaresiz kalan insanın, sanatın varoluşunu- gerçekliğini öldürme çabasındaki bakış açılarını irdeleyen bir deneme olacaktır. Kavramsal yorumlama yetisinden hareketle; sanatın bir varoluş, sanatçının da bir varoluşçu olduğu savımı irdeleyeceğim!

Varoluş; tek başına düşünen özne ile ilgilenmeyen; bireyin hisseden, eyleyen ve yaşayan yönlerini ortaya koyduğu şeydir. Bu yönüyle bilinci, sezgisi, düş gücü olan, bilgiye yönelmiş varlığın kendisinin, bilgi nesnesi olmama halidir.

Sanatın bir varoluş sorunu var mıdır? Aslında ‘varoluş; bir şeyin ne'liği, nasıl olduğu veya özüne yönelik sorgulamalardan farklı olarak varlığı ve gerçekliği üzerine izdüşümde bulunmaktır ’yanıtı bu sorunun karşılığıdır. Varoluşu anlamak; bir düşünme, çözümleme işidir!

Küresel doku, insanlık tarihinin bazı dönemlerinde ve bazı toplumlarında sanata karşı duvarlar örerek onun varoluşunu yok saymayı, yok etmeyi denemişlerdir. Değişen dönem ve toplumlarla bu algının zaman zaman kendine yeni ortamlar bulduğu ortada. Ancak bütün bu çabaların birer yapay müdahale olduğunu bilmeliyiz. Bu algının geliştiği toplumlar aklın rehberliğinden uzaklaştıkça, düşüncenin sıradan ve yapay öncüller ortaya koymasına bağımlı kalmaktır. Ki, bir şeyin varlığını ret veya inkâr etmekle, özün kendisini asla yok edilemeyeceği inancının oluşmadığını görüyoruz.

Düşünce ve sanat tarihi bize Sokrates’i sona götüren ilkelerin, bireysel değil, özün korunmasına yönelik genel geçer ilkeler olduğunu hatırlatıyor. Özün tartışılır olması, varoluşunki gibi, bir yüzeysel algılama değildir. Sanatın özü, insan ruhunu besleyen, öznenin kendisinde taşıdığı estetik değerdir.

Özün algılanması, duyu ötesinin algılanmasıdır. Varoluşun algılanması ise duyusal gerçekliğe dayanan algının yorumlanmasıdır. Bu yanıyla kavramlar, özü ve varoluşu anlamamızı sağlayan bir yelpazenin iki yüzü gibidir. Farklı kutupları olan ancak onları bir bütünlük içerisinde görmemizi sağlayan şeydir. Öz; özne olarak bir varlıkta saklı olan şey iken, varoluş öze dayanan, üzerine düşünerek çözümlediğimiz şeydir.

Şimdi sanatın ve sanatçının varoluşuna dönerek, yapısal dönüşümlerin sınırlarını sorgulayalım.  İnsanın önüne hazır olarak konulan inançla, kendi çabasıyla ulaşması gereken bilginin insanlık tarihi boyunca çatışmasının ardında şu derin tezadın yattığını bilmeliyiz: İnanmak bilmekten kolaydır ve emek gerektirmez!

Oysa sanat sadece öze hapsedilebilecek bir değer değildir. Varoluşunun sanatçı üzerinden esere dönüşmesini ister ki; işte bu yüzden sanatçı adeta durmadan kendini patlatan bir yanardağdır!

Hepimiz farklı toplumların satır aralarına kodladığı ‘biz olmayan’ bir zihniyet dünyasına doğuyoruz. Ki, kültür, sanat ve edebiyat da aynası bunun!

İnsanın çıkarları, toplumun kendini kalıcı kılma çabaları doğanın işleyişine ters düşer. Doğa sanat ilişkisi çıkar ilişkisinin üstünde, birlikte varoluş öyküsü yazdıkları ilkeli bir duruştur.

Bu noktada sorulması gereken; toplumsal etik mi baskın çıkarak sanata yön vermeli, yoksa estetik kaygılar mı? Bu tartışmanın, sanat-toplum ilişkisinden farklı bir cephede durarak, öz ile varoluş karşısındaki konuma yöneldiğini söylemeliyim.

Öze tutunup, sanatın gerçekliğini yok saymak ya da varoluşu öldürmek, sanatın içinden ve sanata uzak anlayışlardan kaynaklanan iki farklı tavırdır.

Birileri sanatın özünü kemirirken, ötekisi sanatın varlığını en büyük tehlikelerden birisi olarak görüyor. Sanki kitleler yaşama ve doğaya karşı, mükemmel eylerler sergilerken, sanat onların yoldan çıkmasına aracı oluyormuş gibi bir algı yayma çabasındadırlar.

Biliyoruz ki, yılgın kentlerin kayıtsız insanlarıydı, dünyayı çekilmez kılan. Sanatı baştan çıkarıcı bulanlara seslenmişti bilge: O yokken zaten yoldan çıkmıştınız! Söyleyin şimdi, nereye uçtu denizkızlarının kıyılarımıza vuracağı zamanlar. Sayenizde payımıza tamtamların beynimizdeki izi kaldı! Oysa sanatın yaptığı davet, yeniden insanlığınıza dönün çağrısıydı!

Düşüncenin araçsallaştığı yerde, sanat yeni bir tanıma mahkûmdur: Sanat; sözsüz itirafların karşı kıyıda yankılanan melodilerini hissetmemizi sağlayan, içine yaşam dediğimiz iksiri doldurduğumuz ruhtur!

Yalnızca bu açıdan yaklaştığımızda bile sanatı, yaşamın organik parçası saymak durumunda olduğumuzu görürüz.

Sanata Apolloniyen yaklaşım, doğadan yana, ilkeli davranmayı ve daha sağduyulu olmayı önerir. Bu yanıyla etik değerlerin öncüllerinden hareket eden bir yaklaşım sergiler. Diyonizyen yaklaşım ise, düzene ve kurallara karşı duygusal bir eylem biçimi önerir. Bir noktada gelenekle yeniliğin çatışması da diyebiliriz buna!

Plüralist/çoklukçu yaklaşım günümüz sanatı için biçilmiş kaftanlardan biridir. Çünkü güncel sanatta her şey bir denemeye dönüşür ve varlık sanatın malzemesi olarak kullanmaya uygundur! Oysa romantik ruhun bireyselliği bir isyanı ateşlemeye yeteceği gibi, sürekli sorgulayan şüpheci bir öznelliği temsil eder.

Tam da bu noktada sanatçının eserle olan bağı varlığını hissettirir. Sanatçı renklerini cesaretten örer ki, ‘eser’ ülkeler gibi fethedilemesin. Bu idealist üretme mantığının, esere sağladığı koruma kalkanıdır!

Görsel sanatlarda eserin varlığından çok, biçimi konuşulur ki, bu bir algılama sorunudur. Sanatın özü ile varoluş öyküsünden uzaklaşan bir bakış açısıdır. Oysa biçimi şekillendiren kurgudur!

Kültür ve sanatın endüstrileşmesi sürecini hızlandıran kültür endüstrisinin geride bıraktığımız yüzyılın ortalarından itibaren kurumsallaşma çabaları birçok sorunu da peşine getirdi.

Kültürün özelleştirilmesi, öze dokunma çabalarının tek başına bir anlam ifade etmediği hesaplandığından ağırlıklı olarak büyük dönüşümü varoluş üzerinden gerçekleştirmeye yöneldiler. Farklı kültürel özler kültür endüstrisinin araçlarıyla ya çağın dışına itilmeye zorlanmakta ya da üst yapısı varoluş gerçekliği olarak görülüp yeniden biçimlendirilmekte.

Çağımız sanatlarının kardeşlerinin; teknoloji ve inşaat, hesap, matematik ve bilinç olduğu gerçeğini dikkate alırsak, endüstriyel hegemonyanın sanat üzerinde nasıl güçlü bir asalağa dönüştüğünü de görebiliriz.

Endüstriyel hegemonya, kültür ve sanatın bütün alanlarını dijital çağın mühendislik baskısıyla öylesine güçlü kuşatmaktadır ki, özün bir varoluş öyküsü oluşturması neredeyse imkânsız hale gelmektedir. Mühendis estetiğinin, makine estetiği ile birleşerek yarattığı algı, çağın bilincinde özün öne çıkmasına ve algılanmasına gerek olmadığını pompalamaktadır.

Öylesi kültür endüstrisinin en büyük silahlarından birisine dönüşen tasarımın saltanatı, güncel sanatın en küçük zerresine bile dokunma becerisine sahip olunabileceğini açıkça göstermektedir.

Ticari bir nesneyi estetize etmek, güncel yaşamda bireyin ihtiyaçlarını karşılarken estetik bilincini besleyen argümanlardan birisi olarak yerinde görülebilir, görülmelidir.

Bu çabada tasarımın işlevselliğini sağlayacak olan mühendisler, erken çizimciler, grafikçiler vs. sanattan beslenerek günlük yaşam için estetize ürünlerin ortaya çıkmasını sağlamaya yönelik çalışırlar. Bu kendilerinden beklenilen becerilerini aletler üzerinden çoğulcu anlayışla çoğaltmaktır.

Ancak sanatta meta ve nesnenin fetişleştirilmesinin-doğaüstü güçlerle bütünleştirilmesinin yeri yoktur. Hatta böyle bir algı, bir varoluşçu olarak sanatçının yok sayılması anlamını taşır.

Kültür endüstrisinin kurmaya çalıştığı, tasarımın saltanatı ve mühendis estetiğinin sanatı etkilemesi sanatın özünü yok sayarak yeni bir varoluş denemesi yapan kinetik yaklaşımın eseridir.

Sanat eserini bir cisim olarak görüp, ona hareketinden doğan bir işlev yükleyerek yeni bir algı yaratmak, dijital çağın mühendislik ve tasarım estetiği açısından hiç zor değildir. Ancak esere bir nesne olarak yaklaşmak ve onun yarattığı hareketten doğan gücünü özle aynı saymak doğru bir yaklaşım değildir. Bu yaşamın var olup olmadığını sadece harekete bağlamakla eşdeğer ki, varoluşun diğer unsurlarını yok saymaktır.

Sanat daha çok minimalist sadelik ve sanatçıdan bağımsız eserin nesnelliği üzerinden okunan bir özü vaat etmektedir. Tıpkı biri olmadan ötekinin olamayacağı ışık ve gölgenin birlikte yarattığı ahenkte kendini gösteren aynı zamandan bağımsız öğeler olarak bir öze sahip olmaları gibi.

Kültür endüstrisinin yok saydığı önemli şeylerden birisi de, görselliğin başladığı yerde çizgilere tutunan makine estetiğine sığınmasıdır. Oysa sanatta düşüncenin ete kemiğe bir biçime büründüğü yer görselliğin başladığı yerdir ki; bu da eserdir. Eserin varoluşuyla birlikte hem sanatçı hem izleyici çizgilerin sınırından kurtulmak zorundadır.

Kültür endüstrisinin, tasarım, mühendis ve makine estetiğine dayanarak ortaya çıkardığı şey, çoğulcu amaçla üretilen estetize edilmiş nesnelerdir. Varoluş özü yok edemediği gibi, ondan bağımsız sayabileceğimiz bir şey de değildir.

Sanatın varoluşuna yönelik saldırılar yalnızca yukarıda sıraladığımız yeniden biçimlendirilen tasarım, mühendislik ve makine estetiğinin ötesinde, kitlesel algıların yönlendirilmesinde yoğunlaştığını gözlemliyoruz.

Sanatı, eşini kaybeden divaneye çevirme çabasıdır yazıdan uzaklaştırıp kamusal alana sıkıştırmak. Kültür endüstrisinin piyasa anlayışı sanatçıyı buna zorluyor. Kitleler güzelin biçimlerini algılayıp anlamak yerine yeni hapishanelerin gönüllü mahkûmuna dönüyor.

Popülizmi/sözde halkçılığı kışkırtan küresel medya adeta bireyin yaratma yetisini yok etmeyi planlıyor. Zaman, AVM’ lerde tutuklu, bireyin o mekâna bağlı romantik muammanın bir parçası olduğu gerçeği yeni yeni dillendirilmeye başlansa bile, planlanmış bir hedefti.

Küresel kâhinlerin kitleleri oyalayarak kendine tabi edeceği özünden koparılmış yeni bir varoluşa ihtiyaç duyduğu ortadaydı.Esen küresel hegemonyaydı kitleler üzerinde, yağdırdıkları ise sükûttu kitlenin payına düşen.

 

 

Özü inkâr edilen sanat şöyle sesleniyordu kitleye; sen susuyorken ben hatırlıyorum her şeyi. Özü hatırlayınca daha çok anlayacaksın varoluşu! Onun için vazgeçme varoluşundan!

Dijital çağın popülizmine/halk yardakçılığına hapsedilmiş kimlik arayışındaki bireyin; doğmalarıyla da mutlu olmayı başaracağını düşünmesi bu hapsolmuşluğun yarattığı çaresizlik değilse nedir! Dogmalarıyla mutlu olmayı düşünmek, bir onaylama ve onaylanma arzusudur!

Kitleye yüklenmiş roller, çizilmiş sınırlar, bireyin kültür endüstrisinin çarklarının dışında üretme ve eser ortaya koyma özgüveninin yaralanması, aslında çokçuluk içinde seçimsiz bırakılmasıyla aynı kapıya çıkıyor. Düaliteli /ikili kutuplarda büyümenin zorluğunu en iyi, keskin seçimler yapmak zorunda bırakılmış olanlar bilir ki; özün değişmediği ama varoluşu sağlamanın çok da kolay olmadığının tanığıdırlar.

Bilginin ulaşılabilirliği ya da herkesin kendi çağının tanığı olması! Varoluş adına sanatçının sorgulaması gerekenlerden birisi. Bilgiye ulaşmada kaynağın el değiştirmesi ya da yönlendirilme sorunu: Her şeyi hazır başvuru kaynağına dönüştüren, romantik şeytanlar dolaşıyor ortalarda. Neyin doğru veya yanlış, nesnel veya öznel birbirine karıştığı küresel endüstri çağının sosyal medya şeytanı karşısında, bireyin ve sanatın konumu ayrı bir başlık olarak incelenmeye değer olarak duruyor karşımızda!

Kültür endüstrisinin yeni iletişim dili olarak sunduğu, sözcüklere ihtiyaç duymadan yaptığımız sohbet. Daha doğrusu özden gelen iletişim dilinin yerine oturtulmaya çalışılan varoluşsal dile tutunan kitlenin yaşadığı yanılsama! Ki, işte post gerçeklik budur!

Bunun bir sonraki aşaması Post-Turuth Çağı, olarak adlandırılan dünyayı bir sirke dönüştürülmesi.  Kendi evreninde özgürlük-eşitlik ve özgünlük hakkı gönüllü olarak elinden alınırken hiçbir şeyin farkında olamamak! Sanırım, büyük yalanların gerçeklermiş gibi algılanmasının ardında böylesine bir sihirli güç var olmalı!

Kitleler hakikat sonrası çağın gönüllü üyeleri olarak, her gün biraz daha benzeşiyorlar dünyanın farklı kutuplarında. Sanat modernist beklentilerin gölgesinde yeni bir çağı daha kapatıyor! Her varoluş aynı kalıbın eserine dönüşürken, öz kendi yalnızlığıyla yeniden hatırlanacağı kendi çağını bekliyor!

 

*İletişim:

Felsefeci, Yazar, Sanat Eleştirmeni

ZorbaTVdergi Genel Yönetmeni

Sanatım Dergisi Genel Yayın Yönetmeni

Sosyeteart  Blog: Düş ve Gerçek Köşesi

instagram: @zorbeyümityaşargözüm

Facebook: Ümit Yaşar Gözüm

  e-posta: uygozum@gmail.com  

Entelektüel Tartışma Platformları

Toplumsal Buluşmalar Platformu

Türkütopya Sanat Platformu

Ankara (Kalesi)İzdüşümleri

Bodrum Aspat Düşleri  Platformu

Kurucu Başkanı

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.