Sönmeyen Volkanın Harında Pişmek

Felsefe


Sönmeyen Volkanın Harında Pişmek


Ümit Yaşar Gözüm*

Bu yazı, hangi din ve inançtan, arkaik değer ve gelenekten beslenirse beslensin, çocuğu ve kadını içine çeken çağdışı karanlığa duyduğumuz öfkeyi, akılla beslemeyi önermek için kaleme alınmıştır. Bu insanlık ayıbından ancak toplum aydınlanması ile kurtulabiliriz. Gelin hep birlikte, amasız, yamasız bu karanlığı birlikte aydınlatalım. Yoksa sapkın inançların ve karanlık geleneklerin bataklığında debelenip duracağız.

Herkesin güzeli elde etmenin peşine düştüğü yerde, iyi ve doğru, etiğin bir kuralı olarak sadece yazılı metinlerde kalır. 
Dönüp etrafınıza bakın bunun sayısız örneğini görmekle kalmayacak, hayıflanacaksınız. Sıradan olanın kapıldığı aşağılık, eziklik duygusu güzeli yok etmek için sağlam bir gerekçedir. Elde etme isteği, sahip olamamanın doğurduğu yaftalama, yok etme ve benzeri, hepsi aynı arenada rahatlıkla buluşabiliyor!

‘Ufalanmış umutların kırılgan duruşları vardır ki; onlar yalnızca kendine yaslanmayı bilirler.’ Kadını anlatabileceğim en berrak tanımlarımdan birisi. İçin için kaynayan volkanın bir de ‘şimdi’ si vardır. 

Nuh Tufanı zamanlarıydı sanırım, ergenlik çağlarındaki iki arkadaş ve yetişkin çağlarında bir kadın tanımıştık. Onu her gördüğümüzde, “şimdi/an’ doğanın içinde bizimle birlikte olgunlaşarak, geçmiş olurdu! Sanki teninde çöl ikliminin sıcaklığı vardı, saçlarında baharın kokusu. O salındıkça biz yoldan çıkmış Zerdüşt gibi savrulurduk. 

Zaman yarattığı koşullarla, yeni düşlerin peşine takarak ayrı yerlere savurmuştu bizleri. Ta ki, yıllar sonra bir mezuniyet töreninde karşılaşıp, geçmişi anana değin. 

Büyük bir hoşgörüyle anlatmıştı kendisini hayran hayran seyretmelerimizi. Oysa biz ne saygıda kusur etmiştik, ne de kaçamak bakışlarımız, bütün benliğimizle dinlemelerimizin dışına çıkmıştı. Bunu itiraf ettiğimizde, yeni bir ders daha vermişti bize; ‘her kadın kendisiyle ilgilenildiğini mutlaka hisseder ki, bu bir erkeğin kolaylıkla anlayabileceği bir yeti değildir’ demişti!

Beni tarif ederken; aklın cesaretine nezaket katıyordu, ama hedefine odaklanmış avcıydın, karşı durmak her yüreğin işi değildi, diyerek gururumu okşamayı da ihmal etmemişti!

Yıldızlarla donattığı başarılı  yazılı kâğıdımın, son cümlesini yıllar sonra hatırlatıp ‘Yaşam sönmeyen volkanın harında pişmektir.’ Aforizmamı gülümseyerek söylemişti yüzüme!

Ardından “O yaşlarda böylesi güçlü bir dizeyle karşılaşmak imkânsızdır. Onun için yoğunlaşmıştım, daha çok yazman için.” Diye de eklemişti!

Kendisini hayranlıkla dinleyen çocukluk arkadaşım, can dostum, ibrenin benden yana iyice kaydığını görüp kıskanmıştı biraz. Ne garip bir çelişkidir ki, onu teselli etmek yine bana düşmüştü: 

Ah yeni yetme düşlerimizi hızarla biçen zaman; biz yetişinceye kadar o çoktan başka bir mevsime evirilmişti. Ki, sadece düşlerimizde kaldı, o diri baharlar’, diyerek teselli etmiştim!

Gençliğin insanı uçtan uca götürdüğü yıllardı. Bir bahar günüydü. Coşkun akan nehrin kenarında kızlı erkekli okumalar yapıyorduk. Benimle ilgilendiğinden adım kadar emin olduğum kız arkadaşlardan birisine, böbürlenerek bildik sıradan yanıtları duyacağımı düşündüğüm, içkin bir soru sormuştum:

‘Ayın geceye düşen berraklığı kadar gerçekleri söyle bana; düşlerinde yerim var mı’ diye! 
Gözlerimi eriten bakışlarıyla önce uzunca bakmıştı  gözlerime, ardından ne anlamı vardı bunu orta yerde sormanın der gibi başını öne eğmişti! “Bunu yaratana sormalısın!” diyerek hepimizin yüzüne büyük bir şaşkınlık kondurmuştu. Hiç alışık olmadığım, bu kesin ve keskin yanıt karşısında yeniden ve daha derin düşünmeye başlamıştım. 

Zor bir görev yüklemişti bana, çok anlamlı olduğu kadar, özgüvenli bir yanıt olmuştu. Ne ben vazgeçtim soracağım kaynağı aramaktan, ne de o kendinde saklı soruyu yanıtlamama miskinliğinden vazgeçti. Ne yaratan yağmur gibi akıttığı düşüncelerin hesabını sordu ona, ne de ben düşlerime ihanet ettim. Öylesi bir bağdı bizimkisi. Her savruluşta çıkarsız teslimiyetin dinginliği sarardı benliğimi!

Sevgiyi omuzlayan yüreklerin karşı kıyıları yoktur. Onlar dünyayı düz bir çizgi olarak algıladıklarından asla yorulmazlar. Anlamlandırmakta geç kaldığım sorunun yanıtının "sönmeyen volkanın harında pişmek" olduğunu söylemişti bana. 
O anı her anımsadığımda, insan ilişkilerinin aslında düşüncenin ışığına ihtiyacı olduğunu varsayarım. 

Bazı eylemleri, mimikleri salt zekânın eseri saymak, mantığın süzgecinden geçmeyecek edimlerin ardına sığınmak olduğunu görmekte zorlanırız. Akıl dilinin erişmek istemediği, bir yürek dilinin varlığını unutmasak, işimiz kolaylaşırdı. Yerindelik ilkesini gözetmeden, gerçekte yanıtını hissedebildiğimiz bir sorunun ardına sığınıp, karşımızdakinin sınırlarını zorladığımızı düşündüğümüz anda, gerçeğe dönüşen şey kendi sınırlarına çekilmiş olmaktır!

Erilliğin arsız tarafının anlamakta zorlandığı hatta önemsemediği yoz tavır, etrafında döndüğünü düşündüğü büyük evrenin, aslında ona sürekli şans tanımasıydı. İnsan ona verilen bir fırsat olan şansı, kendisinin meziyeti saymaya başladığında, yanı başında duranın sınırlarını zorladığını görme becerisinden yoksunlaşıyor. 

Kadının görkemli sınırlarını öğrendiğim anda; yenilgi meydanından uzaklaşan mağrur komutan edasıyla, çekilmiştim tasarruf hakkımı kullanabileceğim kendi haylaz alanıma!

Daha o çağlarda öğrenmiştim, iki kişilik sırların ortaya dökülmemesi gerektiğini. İnsanları gözlemleyip, umutsuz olduğumda dünyanın yuvarlaklığını unutup sonsuz bir çizgi sanısına kapılıyordum. 

Bir sohbetimizde: Öylesine umutsuz ki, insan ilişkileri; çizginin iki ucuna bağlanmış, pamuk ipliği kadar uzaklar birbirlerine, dediğimde; yanıtı hazırdı: “Nemli iklimlerde, kapıyı açan anahtar bile pas tutar. Tıpkı sıradanlığa terk edilmiş diyaloglar ve terk edilmiş akıl gibi. İlişkiler sıradanlığa mahkûm, kadın inandığı gibi yaşayamamaya. İstenen sadece hakkımıza saygıydı, bu bir yana, göz ucundan gerçeği süzüp, bakışlarını kaçıranların varlığımızı yok sayan tavırlarıydı bizi asıl yaralayan. Unutma öyle bir dünyadayız ki, kılıcın ucunda yaşayanlarla, arada kaynayanlar aynı kefede tartılıyor.” demişti! Bir kez daha durup düşündüm; haksız mıydı! 

Onu dinlerken, sanki zaman duruyordu, konuştuğunda ise en ufak parçam coşuyordu. Gerçekleri gösterirken, adeta derimi yüzen cellâttı güneş, gözlerime mil çeken hokkabazdı silueti. Fakat her buluşmamızda bir alize gibi kesintisiz eserdi yüzüme. Öyle ki, rüzgâr çanlarının bildiği bütün şarkıları dinlemekten duymaz olurdu kulaklarım. Uykusuz biten geceye kokusu düştüğünde, yüreğimden önce burnum söylemişti onun aşk olduğunu.

Şimdi düşünüyorum da, o aklıma düştüğünde; gezindiğimiz uçsuz bucaksız buğday tarlalarında gece zift karasıydı, akşam turuncu siyahı. O gizlerini açmıştı geceye, ben de gizlediklerimi dökmüştüm ortaya. Gece bir eriyik gibi uzayarak akmıştı sabaha. Zaman, müttefik kuvvetler komutanı edasıyla sorgulatmıştı yaşadıklarımızı... Ne zaman koştun bir dağ yamacındaki patikalarda sevginin peşinden diye sorduğumda “Şimdi!  demişti. Ardından  Sen elimi tutuyordun, ben papatyaları… Tuttuğu ele asla kış olmayan yüreklerin işidir aşk. Ve rüzgârda uğuldayan kırlangıç sessizliğidir sevgilinin göğsü, bunu hissettiğimde bir kez daha sarıldım aşka!” diye eklemeyi de ihmal etmemişti...

Hayatın sonsuz sıcaklığında susmasını bilmeyenlerin belleğine, tekrarlanmaktan yorulan sözcüklerin yalvardığına tanığım. Hep aynı teranelerdi anlattıkları. Ya onun söylediklerini ben kutsuyordum ya da hep başkalarının teraneleriyle uyutulmuştuk! Sanırım o da söyledikleriyle kutsuyordu benliğimi! Kendi magmasında bir derviş gibi uyanıyordum geceye, bir titreyiş sarıyordu özümü. Epeydir unuttuğum şey, onun zamanın kalın zırhını bakışlarıyla deldiğini hatırlamamdı.

"Hiç vazgeçişlerin oldu mu yaşamda" diye sormuştu bıkkın anlarımdan birinde! Bir an bıkkınlığımın ondan kaynaklandığını düşündüğünü sanıp kükremiştim: Sabrı ve sessizliği en iyi düşünce yoksunları bilir. Birer kâhin gibi bıkmadan beklerler daha aptal birilerinin gelmesini. Vazgeçmek hesaplı kitaplıdır, daha çok aklın işidir. Oysa aşk; dağın ardındaki cenneti keşfeden ölümlü yüreğin, aklı baştan çıkarmasıdır. Söyle şimdi, baştan çıkmış bir aklın vazgeçmesi mümkün müdür? 

Yaşadıkça ne çok şey öğreniyor insani yanımız, ne çok görmek istemediği olaya tanık oluyor duyularımız. Sığınacağı son kalesi yıkılmış insanlar tanıdım. Hepsi başka bedenlere yapışmış ötekilerdi. Onlar için, bir ötekine tutunma yarışıydı yaşam.

Sefilleşmiş ruhları dinlerken; bu baş ile hangi sokağa girsem, sokak üşürdü düşüncelerimle, demek geçerdi içimden! Çünkü onların ki, yanlış bir vazgeçmeydi yaşamdan. Bunu anladığımda inandım aşkın yerinin, kartalın bulutları öptüğü zirveler olduğunu...

O “sonu gelmez ayrılışların, geri dönmeyecek bir gideni vardır” dediğinde, masum emeğin heba edilmesine gönlüm asla razı olmadı. Kaçışın, vazgeçmekten daha onurlu durduğunu hissettim. Birisi anlıktı, hesapsız ve kuralsız... Ötekisi bir öykünün önceden yazılmış son cümlesi kadar kurguydu!

Ne zamanki; yüreğimi aldı birisi, o zaman başka yürekler taşımaya, sönmeyen volkanın harında pişmeye başladım.

* Felsefeci, Yazar, Eleştirmen
Sanatım Dergisi Sanat Yönetmeni
Sosyeteart  Blog: Düş ve Gerçek Köşesi
instagram: @zorbeyümityaşargözüm
Facebook: Ümit Yaşar Gözüm
e-posta: uygozum@gmail.com  

Entelektüel Tartışma Platformları
Toplumsal Buluşmalar Platformu
Türkütopya Sanat Platformu
Ankara (Kalesi)İzdüşümleri
Bodrum Aspat Düşleri  Platformu
Kurucu Başkanı

 

Yorum

Ilgın Derelioglu (doğrulanmamış) Cu, 16 Aralık 2022 - 09:18

Merhaba üstadım
İçimde ışığa açılan pencerelere koşan coşku,aklım karışıklıklar içerisinde iken umut ektiniz yüreğime. Yüreği almak ve teslim olmak ne denebilir ki... Teslim olmuş bir yürekten ancak koca bir eyvallah dökülür evrene. Ne iyiki kaleminizle tanıştım. Esenlik dilerim

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.