
Üçgenin Köşelerinde Gezinen Birey
Ümit Yaşar Gözüm
Yalnızlık, Yabancılaşma ve Yaratıcılık Eleştirisi!
Üstat yeni güne dingin bir uyanışla başladığında aklına takılan şey, bunun huzur mu yoksa mutluluk mu olduğuydu! Cam kenarına ilişmiş, elini yüzüne dayayıp uzaklara bakan bir aksakal ilişmişti gözüne. Onun da kendisi gibi, huzura mı yoksa acıya mı uyandığını merak etti. Puslu kentin, demir rengi gökyüzünden bugün sanki umut yağıyordu.
Aynı gökyüzü altında yaşayan herkes aynı şeyleri görüp, aynı hislerle yaklaşabiliyor muydu yaşama. Herkesi aynı yazgının birer kahramanı yaparken, mutluluğu da eşit dağıtabiliyor muydu! Şayet öyle olsaydı, bütün bu kargaşayı nasıl izah edebilirdik!
Bütün yaşananları düşünüp, bireyin karşılaştığı çoklu ruh evirilmelerini dikkate alarak sorgulamalı gündelik yaşamı! Mutluluğun, huzurlu bir yaşam içerisinde yakalanan şanslı anlar olduğu kanısı pekişirken üstatta, zafer tanrıçası Tike aklını karıştıracak sorularıyla açmıştı çalışma odasının kapısını:
“Düşüncelerime karabasan gibi çöken, insanı bir üçgenin köşelerine yerleştirme savınızı temellendirerek aydınlatın aklımı üstat!”
Ah Nike, çatı pencerene düşen her damlanın ulaşacağı gizli bir mabedi olduğunu unutma. Ki, düşüncelerin yorumlanacağı mabette akıldır. Aklını karıştıran benim savımdı, bana doğrulttuğun ise kendi silahım. Her soruşunda, uçuşan bulutları seyre dalıyor ve en büyük savaşların gökyüzünde yaşandığına tanıklık ediyorum! İşte öylesine akıl melekeme dokunuyorsun varlığınla!
Dinle Tike, sana insanı kuşatan üçgeni ve açıları arasında yaşadığı gelgitleri anlatacağım. Biraz kendisinden ama daha çok kendi dışındaki toplumsal yatay ilişkilerden kaynaklanıyor gibi görünüyor. İnsan daha çok kendine ait olumlu her şeyin barındığı üçgenin dik açısına yerleşik yaratıcılık özelliğinin eseri. Yatay açılara doğru yaşadığı şey yalnızlıktır ki, kaçınılmaz sonucu ise yabancılaşma!
Üstat konuşmaya başladığında bütün perdeleri açılırdı düşünenlerin. Yüreğine ağır gelen ne varsa dökülürdü dilinden. İşte sanatsal dil bu derdi herkes. Tike, içinde bulunduğu ruh halini anlama çabasında üstadın aklını ele geçirdiğini düşünmeye başlamıştı:
“Aklımın bir yarım küresi yüreğinin öbür yanına daha yakın duruyor. Kusursuz kararlar almamı buna borçluyum. Bunu sormayı düşündüğümde aklımdan geçen: Evrenin bütün önerilerine açık bir ruh dilemek ya da gelenekle öğrenmek; insanın handikabı bu! Sanatın herkesin kendi darağacını kurduğu bir oyun olduğunu anlamamızı sağlayan şey eserdir. Ki, ya ipten alır boynunu eserinle ya da kendi ipini çektirir zaman! Sen de öylesine bir sanat eserine eviriyorsun düşünceyi. Kim bilir sanatçının hangi duygularla cebelleşirken, kendinden taştığını! İşte öylesine bir taşma yaşatıyorsun kavramlarla.”
Hatırlatmalıyım ki, her düşünce doğduğu aklın imgelerinin eseridir, Tike. Koca bir tarihi toprağa gömerken hatırlıyorsun zamanın sonu gelmeyecek kıskacında olduğumuzu. Yitik zamanların kusursuzluğunu hafifletmek yine düşünceye yüklediğimiz bir görev.
Bana bireyi kendinden yoksun bırakan kitleleri mi soruyorsun: Her sokağın başında kendi sağanağından kaçanlara rastlamak bir şanssızlıktı. Ne yüzlerine gülümsemenin izi düşmüştü ne de gözlerine zekânın parıltısı. Özgüvenini kaybetmiş insanların yüzüne çarpacak birkaç kapı bulunur evrende. Kimileri için arada sırada, ama kimileri için hep duvar gibi kapalı bir kapı: Toplum!
Değer yaratmak ayrı bir dertti toplum için, yaşatmak ve geliştirmek ise daha farklıydı. Onlar hala kendileriyle didişirken, şimdi gerçek dışı algının görünmeyen yüzünde ışıklar sönüyordu bir daha yanmamacasına!
Buna tanık olan bilgenin isyanıydı "Ötekine ansızın saldıran arsızlık; kendisini gözden geçirsin aklın rehberliğinde" diye yankılanan!
Üstat olduğu yerde keskin bakışlarını Tike ’ye yönelterek; bana yalnızlığı mı soruyorsun! Hangisini anlatmamı istersin!
Yalnızlık; bilinçli bir seçim olarak yaşanıyorsa, bireyin ihtiyaç duyduğu düşünme, kendinde kalma ve dinginliğe ulaşma halidir. Değilse şayet; kitlenin içinde, kalabalık mekânlarda, hınca hınç sokaklarda ya da kendi içinde bir yalnızlık duygusu yaşıyorsa, bu önce kendinden, çevresinden ve umutlarından kopuşun yansımasıdır.
Sanatta olduğu gibi yaşamda da anlamsızlığın yeri yoktur; ancak anlam yüklenememiş nesne ve anlamdan uzaklaşmış kişilikler vardır! Yaşamla sanat arasında bağ kuramayan insanın, başka bir anlatışla ruhunu estetik değerle beslemekten uzaklaşan bireyin sorunudur yalnızlık. Bundan dolayıdır ki, ruhumun uzak uçlarını getiren bir ulaktır sanat benim için!
Toplum sanata sırtını döndükçe, her şey yozlaşır. Öyle ki, batık düşüncelerin peşinden koşan tüccarlar türer olmayan sanatın peşinde! Birey de bu yozlaşmadan payına düşeni fazlasıyla almak durumunda bırakılır.
İçine düştüğü, koca bir boşluktur ki, bunun bir başlangıcı ve sonu yoktur. Yalnız bırakılmış olmanın doğurduğu kırılganlık, onda telafisi imkânsız bir terk edilmişlik hissi doğurmakla kalmaz, özgüven kaybından her şeye karşı septik bir şüphe ve güvensizlik duymaya başlar.
Umut, Kaf Dağı'nın ardında bile olsa, varlığını düşünüp mutluluk duyduğumuz, bize ulaşması için çabaladığımız ya da beklediğimiz şeydir. Umudunu yitiren insanı bekleyen son, anlamsızlıktır.
En derin olanı da anlamsızlık, her şeyin anlamını yitirdiği, kişinin anlam yükleyemediği bir yaşam aslında sadece arafta mümkündür. Orada da zaten yaşamdan iz yoktur! Ki, böyle bir yerin varlığı da tartışmalıdır. Mekânı muğlaklaştıran algısal yaklaşımdır ki; sanatçı kişilikler için, mekân asla sıradan bir boşluk değildir. Sırf bu yüzden mekânı yok sayamaz, çünkü onu ilgilendiren yaşanmışlıklardır.
Günlük yaşamda gözlemleyebileceğimiz gibi, birisini yıkmak istediğimizde ilk başvurduğumuz yöntem onu değersizleştirmektir. Bir insanı derinden yaralayan ve yaşamı boyunca unutamayacağı kalıcı izlerden birisi olarak her dokunulduğunda hatırlayacağı bir karabasan olarak kalır. Ki, insanın bu tür yaklaşımlarla çocukluğuyla başlayıp, kendisini önemsediği ergenlik çağlarında ve birey olarak katıldığı toplumda bunu yaşamak zorunda bırakılması; terk edilmişlik ve yalnızlık olarak karşılık bulur!
Tike, sorusunun yanıtını ruhunda hissettiğinde, toplum karşısında bireyin durumu merakla sorgulamak istiyordu. Ancak tam o sırada üstadın ‘anlamsız cümlenin, sentaksı bozuktur ’aforizmasını anımsadı. Hakikat ilişkilerden kopmuş ve yaratıcı bireyi terk etmişti sanki. Oysa sanat eseri emeğin yumuşak dili değil midir?
“Üstat bireyin toplum ve kendisiyle olan bağını, sanatçı ve sanat eseri ilişkisine benzetiyorum. Birbirine sokulmuş taşlar gibi iç içedir sanatçısıyla! Sanatla duvarların arkasını görürsünüz, estetikle nesnelerin. Böyle bir aydınlanma yaşanması gerekirken, toplumun yaratıcı akılla bağını koparmasının mizahi bir yanı olmalı diye düşünmekten alamıyorum kendimi! Öyle ki, mizahın dili her on yılda bir değişirken, sanatınki kadim bir dil olarak gösteriyor kendini!
Kimileri sanatın gözüyle bakar yaşama, kimileri ise gidenin ardından ağıtlar yakar demiştiniz. Sanırım estetik ahengi yakalayan insanın yaşam karşısındaki hoşgörülü tavrını, sanatçının görünmezliğindeki tevazu ile aynılaştırabiliriz. Çünkü o, eseri üzerinden konuşulmak ister! Yaratıcılık yetisinden uzaklaştırılan insanın yabancılaşmasının temelinde yatan nedenlerden birisi de bu. Acı çeken bir hayalperesttir sanatçı; yalnız bir duygu varlığı, sevgiye aç, acıya yakın! Yaratıcı birey de aynı yolda kendi içsel yolculuğunda izlerini düşer topluma.
Nasıl ki, bir ışık çakımıdır nesnenin beynimizde oluşturduğu bağ, işte öylesine bağlıdır birbirine.
Şimdi sormak istiyorum; sanatçı kendini anlamak için nereye dönebilir ki yüzünü; içinden başka! Kurgunun yüzeyselliği izleyiciyi eserin büyüsünden uzaklaştırır. Oysa sanat eseri izleyenin kapıldığı büyüde kendi öyküsünü yazdırmayı hedefler. Böylesi bir ilişkiden mahrum bırakılması mıdır bireyi yabancılaştıran!
Yolumun düştüğü bir müzede gördüğüm görkemli mezar taşları karşısında dilime dolanan 'doğa ki en büyük imzasıdır yaratanın, taşa düşen isminden başka bütün izlerini siliyor insanın' oldu. Öylesine yabancı duruyorlardı müzenin kahkahalarla dolu bahçesinde! Bireyin yaratılarını yok sayan toplum, bunu eylemiyle yaratıcı aklı da ötekileştirerek yok mu ediyor?”
Üstat, Tike'nin derin ironik göndermeler ve karşılaştırmalı yorumundan gurur duyduğunu hissettirerek: Bana toplumu, bireyi ve yabancılaşmayı soruyorsun ya Tike, bak işte yeni ve açıları asla değişmeyen bir üçgen oluşturuyorsun. İşte yabancılaşma, bireyin toplumsal alandaki varlığının sosyal yaşamda eylemleriyle karşılık bulamaması sonucunda mevcut eksenden kaymasıdır.
Burada temel etken toplumun sosyal iletişim dilini kullanmaktan kaçınması yatar ki; toplumsal yaşamda başarının ölçütü, ötekileştirmekten değil, toplumun ilkelerine çekerek aidiyet duygusu yaratmaktan geçmekte. Toplumsal belleğin her ilişkide hatırlaması gereken; ötekileştirilen her bireyin, toplumu kemiren bir sorun olacağıdır.
Topluluklar; ortak değerler oluşturmak, onun etrafında toplanmak ve bireylerde kişisel aidiyet duygusunu pekiştirmek için vardır. Bu aynı zamanda bir dayanışmadır. Bireylerin mutluluklarının, başarılarının veya acılarının ve yoksunluklarının paylaşıldığı adı konulmamış örgütlenmedir.
Eğer birey aidiyet hissettiği bir gruptan, ortamdan, topluluktan ve nihayetinde toplumdan kopma noktasına gelip, daha önce kurduğu yakın diyaloglardan koparak uzaklaşıyorsa, yaşadığı büyük bir kırılmanın sonucunun o noktaya sürüklediğini söyleyebiliriz. Artık bireyin varacağı nokta o aşamada kalmayıp, benliği ile kendisi arasına mesafe koymaya kadar uzanacaktır. İnsanın özünden koparak, kendini bir nesne olarak algılaması hem psişik, sosyal ve düşünsel bir kopuş, hem de değer kavramından uzaklaşması demektir! Bu aşamada birey artık kendini toplumdan yalıtılmış, güçsüz ve anlamsız bir nesne olarak görmeye başlamıştır ki; ne kültürel anlamda toplumsal değerlerle bağ kurabilmekte ne de yaşamı bir kural bütünü olarak algılayabilmektedir. Topluma yabancılaşan bireyin kendine yabancılaşması ile at başı uzanan bir süreç olarak akıp gidecektir.
Tike yeni bir aydınlanma yaşamış gibi girdi araya:“ Üstat söyleminizden çıkarımım, toplumu hoşgörülü kılacak olan sanat, bireyi aydınlıkta tutacak bağ ise estetik değerler. Bunların olmadığı ortamlarda, ışığını tüketen fikirler gibidir, düşüncenin beslemediği insan ki; hep kendine seslenir. Düşünceleri düşlerindeki şeytana karşı çeker kılıcını! Şayet öyle olmasaydı azat olabilir miydi toplumdan!
İnsanı yaratıcı kılan farklı yollarda yürümesidir. Nasıl ki, edebiyat dil aracılığıyla söylev yaratıyorsa sanatta biçimle yaratır kendi söylevini. Hepsi aynı varlığa, insana seslenen farklı anıtlar gibi duruyorlar. Estetikle donanmış ruhu sahip olduğumuzu anımsamak; fonetiğin, plastikle, görüntünün konuşmayla bütünleşerek yaratığı ahengi anlamaktan geçiyor. Öyle ki, sanatta hatırlamanın pişmanlığı yoktur. Geç kalmış olmaya ilenme vardır. Mutluluğu da, sanatçının yaratıcılığı gibi yaşama estetik değer yükleyen insanın ortaya çıkardığı bir algı olarak yorumlayabilir miyiz?”
Ah Tike, sorgulayan aklını ve vazgeçmeyen ruhunu bir sanat eseri gibi seyrediyorum. Tıpkı bir sanatçı gibi bazı vazgeçişleri, yeni kurgulara eviren bir sihirbaza dönüyorsun! Önce sürü halinde Pegasuslar dolaştırıyorsun düşlerinde, sonra bir gölge hafifliğinde üretme faslına geçiyorsun
Bir ressamın coşkun fırçasının ardındaki güç, düşünceyi esere dönüştüren elin becerisidir. Ancak sanatçı yaratırken düşünür demek tam doğru değildir! Çünkü yaratıcılık; insan ruhunun kendi birikimlerinin eyleme dönüşme halidir diyebiliriz. İnsanın kendi olması, özgünlük kavramının gerçekleştiği haldir. Bu özgünlük hali, bireyi sürekli yeni şeyler ortaya çıkarmaya yöneltir. Her insanın ruhunda yeni ufuklara açılma, yeni yerler keşfetme, yenilenme gibi istekleri vardır. Her şey bu noktadan başlar ve her insanın yaratıcılığı fiziki ve içsel sebeplerle farklı seviyelerdedir.
Denememizin konusu olan sıradan beceriler değil, çoklu üst yetenekler gerektiren özgün eser ortaya koyma niteliğidir. Bu anlamda yaratıcılık henüz biçim bulmamış bir şeyi düşleyerek, yeni düşünceleri yeni yöntemlerle ortaya koyma yetisinin karşılığıdır. Ki, soyut sanat dendiğinde; sanatçının olmayanla ilişki kurma çabası düşer aklıma! Simgesel düzlem, sanatçının imgeleri düelloya davet ettiği arenasıdır. Ancak orada yeteneğini ilk kullanan yarışçıdır kendisi.
Sanatçı metinsel uzama, kapısını asla açamayacağımız mekânlar yükler ki, buna sanatçının mahremi diyebiliriz. Mutluluğun insanın kendi mahreminde yaşadığı yaratma sürecini, ancak topluma kapı aralayarak paylaştığı anlar olarak görebiliriz!
*Felsefeci, Yazar, Eleştirmen
ZorbaTVdergi Kurucu Genel Yönetmeni
Sanatım Dergisi Genel Yayın Yönetmeni
Sosyeteart Blog: Düş ve Gerçek Köşesi
İnstagram: @zorbeyümityaşargözüm
Facebook: Ümit Yaşar Gözüm
e-posta: uygozum@gmail.com
Entelektüel Tartışma Platformları
Toplumsal Buluşmalar Platformu
Türkütopya Sanat Platformu
Ankara (Kalesi)İzdüşümleri
Bodrum AspatDüşleri Platformu
Kurucu Başkanı
Yeni yorum ekle