Zamanı Tanrı Yaşar, Mutluluğu İnsan…
Ümit Yaşar Gözüm
Baharın son günleriydi, sabah güneşi koyun yamaçlarının denize düşen gölgesini ağır ağır siliyordu üstadın gözlerinden. Derin gölgeler yerini mavi dalgalara bırakırken üstat tanrıça Tike’nin uyandığını buğulu sesiyle ortama düşürdüğü soruyla fark etmişti.
Söyle üstat “Tanrılar Niçin Ağlamaz?” aklıma takılan deli sorulardan birisi. Gökyüzüne her bakışında umudun, düşünceye dönüştüğünü görüyorum. Yoksa yanılıyor muyum?
Sorusunu tamamlayan Tike, aşkla bağlandığı adamın omuz başından bir öpücük kondurarak yanağına, yakınında olma isteğiyle yanı başındaki sandalyeye oturmuştu.
Üstat her zamanki dingin haliyle tanrıçanın saçlarını okşayarak:
Söyle bana Tike, tanrıça olan sensin! Her kısa ayrılıkta gözlerinin derinlerinin bir çağlayana dönüştüğünü görüyorum. Yanılıyor olamam, değil mi?
Şimdi de ben merak etmeye başladım! Önermenin karşıtı tanrıçalar niçin ağlar sorusunu sormamı kaçınılmaz kıldı. Bu soruların yanıtını ölümlüler evreninde aramak ve bulmak mümkün mü, Tike? Yine de beynimi zorlayacağım:
Ağlayarak günahlarından arındıklarına inanan zavallılar tanıdım. Oysa insanın en saf sevinciydi gözyaşları, ötekilerle paylaştığı, ötekileştiği…
Yoksa kim karşı durabilirdi zorbanın kılıcına. Önderleri dünyanın kaç bucak olduğunu öğrenmek istediğini söylediğinde, bilgeliğe davet ettim onu. Ne var ki, dertleri dünyalıktı ve artık hiçbirimiz masum değildik, doğruda ve yanlışta. Lakin bir kere yüreğimiz kırılmıştı sessiz ve derinden.
Biliyor musun Tike, önce haksızlığa razı etmeli insanı, yoksa kötülüğe kul olmak hangi vicdanın harcıdır? Öteden beri teologların en iyi becerdiği şeyi konuşuyoruz.
İnanç bağını kopardılar insanın tanrıyla, sonra tanrının hiçbir zulme ağlamadığını yayarak, vicdanı boğdular kendi karanlıklarında.
Belleğimiz insanlığımızdı, onu kaybedince kendimizi de kaybettik. Dönüp sokakların şaşaasına bak Tike! Hiç geçmişten ders alındığını gösteren bir iz görebiliyor musun?
Bizi yazgıya götüren şey ötekilerin ölçüsüz yargılarıydı. Sevgisizliğin kepaze ettiği iyilik ve zamanın kahrına katlanan insan…
Üstadın sakin ve ahenkli konuşmasını Tike’nin sesine yansıyan kızgınlıkla sorduğu “Neden ağır aksak işler ilahi kanun, neden yavaştır adaletin asıl sahibini bulması?” sorusu bölmüştü.
Üstat yüzünü kaplayan gülümsemeyle Tike’ye uzun uzun bakıp:
Senin gözlerin benim insanlıkla imzaladığım barış antlaşmasıydı. Sen gem vurulamaz bir çağlayansın, bense hoyrat esen lodos. Sen dört nala nadasa bırakılmış ovalarda koşarken, ben bütün haşmetimle eserdim peşin sıra.
Sana ait anılarımı yazarken pencerelerimi açtığımı fark ettim. Esen rüzgarın odaya doldurduğu melisa kokusunun kaynağı sendin sanki. Anladım ki, seni yazarken, ilkelerimden vazgeçmem gerekiyordu. Öyle yaptım!
Bütün yıldızları saymak için geldiğini düşünüyordum evrene. Hatırlıyor musun en son düğümünü çözdüğümde “adil olan benim olmandı, bunu dilemiştim uzun zaman önce” fısıldamıştın kulağıma …
Savaşlar geçerdi ekranlardan; savaşanların yalın kılıç kirlettikleri bedenlerini toprak bile kabul etmezdi. Hepsinin tanrısı ayrı telden çalıyordu, hepsinin tanrısı aynı bankanın müşterisiydi sanki. Bir nefes ötemizde tanrının kırbacı ki, onu hep yüreğinde hissedenlerdendim. Ta ki, onca adaletsizlik, kan, kin, nefret gözyaşının ondan beslendiğini anlayana dek.
Çirkinler Afrodit’in güzelliğine karşıydı, kıskançlar Kibele’nin doğurganlığına. Ama olsun hepsi aynı hazzın peşinde koşan birer haydut olmakla övünebiliyorlardı. Durmaksızın günahsız bakirelerin onurunu yağmalayarak, bir cehennem kuruyorlardı.
Yağmur zamanının sürgünleriydik biz. Onun için yüreğimizde hep taze sürgünler açıyor hala.
Sekerek akan nehrin karşı kıyısında bekleyen aksak Timur gibi hissettiğim de olmuştur elbette. Bu uzun sürmezdi, lakin İnanna seslenirdi Trakya’dan, İştar bir adımlık yoldan getirirdi altın postu. Ötekileştirdiklerimizin tanrılarının bizden esirgediklerinden dolayı, aşktan yoksun, sevgiden habersiz kaldığımızı düşündüğümde olmuştu. Sırf bu yüzden kimimiz dul, kimimiz yetim, kimimiz yerlisiyiz yaşadığımız coğrafyaların, kimimiz sürgünüyüz…
Hiç düşündün mü Tike, niçin kitleler suskun ve örgütsüzdür bu çağda.
Ve niçin başsız sürüye benzerler, bir başla dünyayı tersyüz edecek büyük patlamaya hazırken. Bilmezler yazgılarının kendi ellerinde olduğunu ya da umursamazlar sürünün parçası olmayı.
Her mit insanın içine gömüldüğü karanlığa karşı bir başkaldırıdır. Ruhlarımızın isyankar olmasında bunun payı var sanırım.
İnançlar fokurdayan magmanın karanlık derinliği.
Doğaya ve insana karşı direnmenin toplanma yeri.
İnsanın karşısında bir çakal sürüsü! Elinde tek atımlık kurşunu olan düşünemeyen kütle… İşte öylesine anlamadan saplanılan, çıkanların kalanlardan daha yalnız bırakıldığı büyük bataklık.
İnsanı düşünürüm tek başına, bana daha çok insanca gelir.
Bir yayla evinin bacasından tüten dumandır insan, kimi zaman denize düşenin sarıldığı umuttur. Bir kış gecesinin karanlığında kurt ulumalarına karşı tutunduğumuz silahtır, kimi zaman ışığı kendini zar zor aydınlatan bir sokak lambası.
Kızılağaçların gövdesi güneşe eğiktir Tike, yaprakları yağmura. Pus altında kalmış bir dağ evinin güneşi beklediği gibi bekler ısınma zamanını. Dünyanın bağrı çölleşiyor diye seslenen buz sarkıtlarının dilinden anlayan da insandır.
Her halinden yalnızlığın belini bükmüş olduğu belli olan köylünün, kuru ekmeğini hoşafa doğradığı sofradaki buluşmalardır sosyalleşme. O da ailesiyle iki cümlenin belini kırma telaşındadır. Ama dışardan bakanların gördüğü, ise konuşmayı unutmuş haymatlozdur. Tuhaf gelir bana, toprağı nimet bilip yurt edenlerin vatansız hissetmeleri!
Ah içimdeki karanlığı depreştiren büyülü fırtınalar. En az onlar kadar isyankar esiyor ruhumda yalnızlık bu sabah…
Adını soranlara “yalnızlık” diye karşılık veren kimsesizler tanıdım. Yalnızlığını paylaşmak isteyenlere “ah insan kardeşlerim kendinde olmayan bir şey nasıl paylaşılabilir ki? Olsaydı zaten yalnızlık konmazdı adı…” diyerek bilgelik taslarlardı.
Soylu bir sanat terapisti gibi yorumluyorlardı mevsimleri.: Düşündüklerini söylediğini sanan birer alize rüzgarıydılar ne var ki, farkında olmadan yakıyorlardı bütün ışıklarını kentin.
Mevsimler esiyordu içlerinde; bazıları kış uykusuna yatan boz ayıyı düşünüyorlardı, bazıları yüreğinin yanacağı ilk yazların habercisi göçmen kuşları!
Hissediyor musun Tike, karanlıkta fırtınaya yakalanmış yalnızlığımız üzerine tuz biber eken bir poyraz esiyor. Öfkeyle kalkan toz zerreciklerinin bir bedene neşeyle konmaları gibi artık insanlar. Bir başka fırtınaya kadar konacak bir dal bulmanın havasını pompalıyorlar. Oysa hava bu, asla güven olmaz, ne zaman patlayacağını kestirmek zordur.
Görmediği düşle yatıp kalkan bir dilbazdan bahsediyorum Tike... Ne dersem tekrarlayan dağ yamaçları gibi yankılandırıyor.
Köklerime uzandığım bir yaz gezisinde Tengri Dağlarında gecelemiştim. Sanki yıldızlar ay ışığında kayıyordu başak tarlalarında….
Sabahında uçsuz bucaksız Orta Asya bozkırındaki anıt heykele kadim Türkçeyle nakış gibi işlenmiş “…Zamanı tanrı yaşar, insanoğlu ölmek için yaratılmış…” aforizması ile karşılaştığımda umudum yeşermeye başlamıştı insan için.
Kendimi hükümdar sayıyordum, tutanaklar arasında kalmış çoğul hükümler içinden beni ayıklamaya çabalayan bir sevgi düşlemiştim! Oysa öylesine katı bir bakıştı ki yargıcınki, adil olan ne varsa kendisine henüz uğramamıştı sanırım!
Tanrıların niçin ağlamadığına dair bir aydınlanma yaşamıştım o an. Senin adına ağlayacak birilerinin olduğu bir evrende, sen de zamanı yaşardın Tike, ağlamayı değil…
İnsan önce saplandığı çamurdan kurtarmalı kendini. Çünkü o çamur özünün yoğrulduğu çamura asla benzemiyor!
Özü sağlam tutarsak nehrin coşkusu yetmez tek başına bir barajın yıkılmasına, yeter ki, gövdesinde bir çatlak oluşmasın!
Uçurumların altındaki izleri yüksekten göremeyiz Tike. Ne zamanki aşağı düşersin o zaman anlarsın senden başkalarının da izlerinin kaldığını.
Yeni yorum ekle