Anadolu’da Kadın

Deneme

İnsan denen canlı kültürel bir varlık olarak çıktığı doğada avcılık ve toplayıcılıkla zorlu bir yaşam mücadelesine başlamıştı. Varlığının devamı noktasında sürekli hareket halinde olan insan çoğu zaman başka bir canlıyı yok edip kendi yaşam mücadelesini veriyordu. Bu olaylar gerçekleşirken alet, barınma ve ateş büyük ölçüde önem arz ediyordu.

Gün geçtikçe doğayı keşfeden ve uyumlanan insan, zekâsını geliştirerek icatlar gerçekleştiriyor ve standardını yükseltiyordu. İcatlar yaparken bir yandan da doğum ve ölümün kaçınılmaz olduğunu algılıyor, varoluşu sorgulamaya başlıyordu. Sorgularken fark etti ki; ‘Kadın’ı yani neslini yaratanı kutsallaştırdı. Kadın -ana, var eden dişi- can verip zorlu yaşam şartlarında topladığı besinlerle çocuğuna besin üretiyor, besliyor ve büyütmeye çabalıyordu. Belli dönemlerde bedenen büyüyüp küçülen kadın, içinden yeni bir beden yaratıyordu ve bu bir mucizeydi. Kadın hem erkekle doğaya koşuyor hem de doğurduklarını büyütüyordu.
Bunun için insanlığı yaratanın “ana” yani doğuran kadın olarak görülmesi kadar doğal ne olabilirdi ki?
Böylece “Ana Tanrıça” kültüyle ilgili ilk inanç sistemi ortaya çıkmış oldu. Doğada erkek genelde avcılık yaparken kadın toplayıcılık kısmıyla ilgilenmiş, doğurduğu çocuğunu bırakıp gidememiş aynı zamanda onun bakımını da üstlenmişti. Bunun yanında tarımsal üretimi başlatanların da kadınlar olduğu düşünüldüğünde bolluk ve bereket kültü inanç sistemine etki etmiştir. Çünkü kadın bedeni bitkiler gibi doğurur, soyunu yaratır, sürekli kendi kendini yeniler.

Kadının doğurması, doyurması ve bereketi sağlamasından dolayı büyük bir saygınlığı vardı. Anadolu’da Neolitik dönemde ‘kadın heykelcik’ üretiminin fazla olması bize bunu kanıtlar niteliktedir. Çatalhöyük’te bulunan Ana Tanrıça heykelcikleri pişmiş topraktan yapılmıştır. Çatalhöyük yanında Hacılar, Göbekli Tepe, Nevali Çori, Hallan Cemi ve Çayönü gibi arkeolojik yerleşim yerlerinde de örneklere bolca rastlanmaktadır. Kadın, toprak gibi kendi içinden yarattıklarıyla onları beslediği için kutsallaştırılmıştır. Besleyen, koruyan ve her şeye hâkim rolündeki heykelcikler ve kadın biçimli kaplar “Ana Tanrıça” ile ilişkilendirilmektedir. Bafa Gölü yakınlarındaki Latmos Dağı’nda bulunan mağaralarda rastlanan kadın temalı resimlerde “Ana Tanrıça” izleri oldukça dikkate değerdir
Neolitik ve Kalkolitik dönemdeki heykelcikler şişman bedenleriyle otoriter, doğurgan ve üreticiliği ön plana çıkarırlar. Tunç Çağı merkezlerinde ele geçen kadına dair veriler ağırlıklı olarak idol ve figürinlerdir. Önceki dönemlerde olduğu gibi betimlemelerde göğüs, göbek ve cinsel organ belirgindir. Figürinler genelde ellerini dizlerinin üstüne koymuş oturuyor ya da ayakta ellerini yukarıya doğru kaldırmış olan kadınlar olduğu görülmektedir. Bu çağdaki Anadolu’da ilk devleti kuran Hititlerde ise “Toprak Ana” kültü Arinna (Güneş Tanrıçası) daha sonra Hepat ve Kubaba olarak devamlılığını sürdürmüştür. Aynı zamanda III. Hattuşilinin eşi Tavananna Puduhepa’nın ilk yazılı antlaşma olan Kadeş Antlaşması’nda mührünün olması kadının egemen gücünü göstermek açısından muazzam bir kanıttır.

Demir Çağı uygarlıklarından kayayı sanata dönüştüren uygarlık Friglerde ise bu kült Kybele/ Matar olarak ortaya çıkmaktadır. Diğer temsiliyetlerinin yanına “Dağların Koruyucusu” unvanı da eklenmiştir. Genel olarak aslan ile tasvir edilen Kybele güç, hâkimiyet ve koruyucu konumunu güçlendirmiş bunun yanında kudret, irade ve adaletin de temsilcisi olmuştur. Lidyalılarda Kybele kültü etkisini devam ettirmiştir.

Urartularda ise fazlaca tanrı ve tanrıça bulunmaktadır. Tanrıça kültü “Huba” olarak gücünü korumuş etkisini devam ettirmiştir. Likyalılarda Artemis ve Leto ismiyle hükümranlığını sürdürmüştür. Güneşin ve medeniyetin doğduğu topraklarda yaşayan İyonyalılar da ise Artemis’e tapınma aralıksız sürmüştür. Roma döneminde de bozulmamış, dokunulmamış anlamına gelen Artemis olarak yerini korumuştur. Doğaya hâkim ve koruyucu niteliği devam ederken av ve doğa tanrıçası olarak tapınım şekli sürmüştür. Romanın son dönemleriyle birlikte devletin resmi dini Hristiyanlık kabul görmüştür.

Bizans döneminde Hristiyanlık endeksli kültür devam ederken bakire ve dokunulmamış olarak bedeninden yeni bir beden yaratan Hz. Meryem “Ana Tanrıça” olarak yerini almıştır. Önemli bir başka örnek ise Azize Teodara’dır. Eşinin ölümünden sonra tahta geçmiş, yönetimde söz sahibi olmuş, hükümranlık sürmüştür. Anadolu Selçuklu Devleti’nde Orta Asya’dan gelen kültürün devamı olarak kadın önemini Türk-İslam senteziyle devam ettirmiştir. Kadın sadece anne, eş, kız kardeş değil politika, yönetim ve sanatta da birey olarak konumunu korumuştur. Kadının yönetici gücüne örnek olarak; Tuğrul Bey (1038-1063), Hamadan önündeki savaşı kaybederek şehre kapanmak zorunda kalmış ve Bağdat’taki siyasi karışıklığa rağmen eşi Altuncan Hatun askerlerini toplayarak Bağdat’tan ayrılıp yardıma gelen ilk kişi olmuştur.

Selçuklu ’da cinsiyet ayrımı gözetilmemiş, kadın ve erkek sanat eserlerinde dahi aynı boyutlarda tasvir edilmiştir. Cinsiyete göre tanımlama olmayıp sevgi ve muhabbet dayanan bir ilişkinin varlığını günümüze ulaşan eserler vesilesiyle görmekteyiz. İbn-i Batuta seyahat notlarında “Bu ülkede gördüğüm ve beni epeyce şaşırtan davranışlar arasında, burada erkeklerin kadınlara gösterdikleri aşırı saygıdır. Bazen kadınlara erkekleri ile beraber rastlarsınız ve o vakit bu adamları, onların hizmetkârları sanırsınız.” diyerek kadının saygınlığını ve özel bir varlık oluşunu bizlere aktarmıştır. Hz. Meryem ile devam eden “Ana Tanrıça” kültü, Türk-İslam kültürüne cennet hanımlarının efendisi olan Hz. Fatıma olarak geçmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ise kadını ‘saray’ ve ‘halk’ olarak iki grupta değerlendirmek daha doğru olacaktır. Başlangıçta Orta Asya’dan gelen kültür devam ederken Fatih Sultan Mehmet Han’a kadar ‘ocak’ kültürü devam etmiş sonrasında yerini ‘hane’ kültürüne bırakmıştır. Maalesef ki erkeğe tanınan haklar kadınlara tanınmamaktaydı. Örnekle gidecek olursak; kadının eşini boşamak gibi bir hakkı yokken erkek karısını ya da karılarından birini kolayca boşamak hakkına sahipti. Kadınların alınıp satılması olan ‘cariyelik’ vardı. Erkek her şeyi yapabiliyorken halk kadını iç mekânlara hapsedilmişti. Halk kadınının görevi sadece doğurmak, büyütmek ve soyu devam ettirmekti. Yani kadın etken olarak değil edilgen olarak konumunu sürdürmekteydi.

Halk kadını böyleyken saray kadını “Valide Sultan” olarak önemli bir güce sahip olup, özgür yaşam sürebilmekteydi. Yeni Türk devletinde ise kadın “İtici Güç” olarak ön plana çıkmıştır. Mustafa Kemal Atatürk kadının, insanlığın var oluşunun merkezinde olduğunu belirtmekteydi ve onun yoksulluğunun insanlığın yoksulluğu demek olduğunu ifade ediyordu. Çünkü onun için insanları doğuran, yetiştiren ve mirasımızı kucağında onlara aktaran kadınlardı. Buradan yola çıkarak toplumun her alanında kendi yerini bulan bir “Cumhuriyet Kadını” kimliği yaratılmıştır. Kadın toplumda hak ettiği konumuna tekrar kavuşmuş, iç mekândan dış mekâna her platformda kendini ispatlar duruma gelmiştir.

Sonuç olarak Anadolu’da kadın “Ana Tanrıça” kültüyle başlayan etkisini Kubaba, Hepat, Kybele, Huba, Meryem, Fatıma vb. gibi farklı isimlere bürünerek devam ettirmektedir. Ne olursa olsun kadın hâkimiyet ve yönlendirici gücünü hiçbir dönemde kaybetmemiş, bireyin ve toplumun ilerlemesinde her daim ışık olmaya devam etmiştir. Kadın, uygarlıkların aydınlatıcı gücü olarak yaşamış ve halen yaşamaya devam etmektedir. Günümüz çağdaş ozanlarından rahmetli Neşet Ertaş’ın sözlerindeki gibi “Onlar insandır biz insanoğlu” diyerek kadınlarımıza sonsuz teşekkür, minnet ve şükranlarımı sunuyorum.

*Kültür-Sosyal İşler Müdürü\Arkeolog
 

Foto Galeri

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.