Çağımızda Matmazel Julie “Olmak ya da Olmamak”

Akademik


Çağımızda Matmazel Julie “Olmak ya da Olmamak”

Prof.Dr. Hasan Erkek

zorbatv


Güçlü Bir Yazarın Oynanmakla Tükenmeyen Bir Konu
İsveçli oyun yazarı, August Strindberg’in, ince ve sert işlenişiyle küçük bir şaheser olan ve seyirciyle hep etkili bir biçimde buluşan Matmazel Julie adlı oyununu, Théâtre de la Balance yapımı olarak, Paris’teki Théâtre de la Tempête’de izledik. Oyun Élisabeth Chailloux tarafından Fransızca bir metin haline getirilmiş ve sahnelenmişti. Cazibesiyle bütün yönetmenlere meydan okuyan, kısa ve basitmiş gibi görünen ama gerektirdiği çok yönlü ve derin yaklaşımdan dolayı, sahnelenmesi pek de kolay olmayan bir oyun.
Oyunda yazılmakla ve sahnelenmekle tükenmeyen, ezeli ve ebedi bir konu ele alınıyor. Strindberg de, oyunun önsözünde buna koşut olarak şunları söylemektedir: “Çünkü toplumda, yükselme ve düşme, çıkış ve iniş, daha iyiye ya da kötüye gidiş, kadın ve erkek gibi sorunlar, her zaman ilgi çekici sorunlar olmuştur; olmakta ve olacaktır da…” 
Strindberg, o güne kadar, genellikle, klasik bir yaklaşımla değerlendirilmiş olan bu temayı modern bir bakış açısıyla ele alıyor. Oyunun modern oluşunun önemli bir yanını kişilerinin davranışlarına yön veren etkenlerin çok çeşitli, ele avuca kolay gelmeyen ve iç içe geçmiş olması oluşturuyor. Yazar, modernizmin bu çok yönlü, çok katmanlı bakışıyla hareket ettiğinin farkında. Aynı önsözde Matmazel Julie’yi işleyişiyle ilgili şunları yazıyor: “Benim temaya yaklaşımım, ne sadece fizyolojik ne de sadece psikolojik. Bütün kakabahati, annesinden almış olduğu şeylere bağlamadığım gibi, o sıradaki kendi fiziksel durumuna ya da ahlak dışılığa da bağlamadım.” 
Bilenler bilir, 19.yüzyılda geçen oyunda, imkansız değilse bile, çok ender olabilecek birlikteliklerden biri gerçekleşiyor. Kontun kızı Julie, uşağı Jean’la birlikte oluyor. Kıyamet de buradan kopuyor. 
Strindberg’in, kurmaca da olsa, bu birlikteliği gerçekleştirmek için olağanüstü çaba harcamış olduğu görülüyor. Öylesine ki, Stanislavski’nin daha sonra kuramını ve uygulamasını gerçekleştirmiş olduğu “büyülü eğer” formülüne, Strindberg’in, daha önce yazarlıkta başvurduğu anlaşılıyor. Oyunu okuyunca ya da izleyince, farklı sınıflardan, farklı cinsiyetlerden iki genci bir araya getirmek ve bir kez de olsa birlikte olmalarını sağlamak için, bir laboratuvar ortamı yaratmış olduğu izlenimi uyanıyor.

zorbatvÇarpıcı Karakterler
Yaratmış olduğu karakteristik ortamda, Julie ve Jean’ın birlikte olmalarını inandırıcı kılmak için, her şeyden önce, karakterler üzerinde ayrıntılı çalıştığı, onları, sosyolojik, fizyolojik, psikolojik olarak çok katmanlı olarak çizdiği, özel koşullar altında birlikte olabilme potansiyeliyle donattığı anlaşılıyor.
Iki temel karakterin, onları özgün kılan başka karakteristik yanları da var. Julie, bagajında hiç de kolay taşınamayacak bir çocukluk ve ilk gençlik taşıyor. Her şeyden önce istenmeyen bir çocuk olarak dünyaya geldiğini düşünmekte. Kadın hareketinin etkisi ve özellikle de annesinin yönlendirmesiyle erkek gibi yetiştirilmiş. Bunlar kendi ağzından şöyle dile getiriliyor: “Annemin isteği dışında dünyaya gelmişim, ben öyle sanıyorum; bu yüzden kendi başıma buyruk kaldım, oğlan çocukları ne yapıyorsa benim de onları yapmam gerekiyordu, sırf kadınların erkeklerden daha aşağı kalmadığını kanıtlamak için. Oğlan çocukları gibi giyiniyordum; ata binmeyi öğrendim, buna karşılık süthaneye girmem yasaktı. Giydirip kuşatıp ava yolluyordu annem beni; tarla bile sürdürdüler bana.”  Bu bakımdan kişilği ikilemlerle dolu. Yaralı ve kırılgan ruhu annesi ile babası arasındaki çatışmanın izlerini taşıyor. Şimdi karşı cinse boyun eğmeyen ama kadınlık hormonlarına da söz geçiremeyen bir yaşta. Bu durum sınıfsal konumuyla da birleşince, kendisi açısından bile, başedilmesi kolay olmayan bir kişilik, bir kimlik karmaşası ortaya çıkmış durumda. Öylesine ki köpeği “Diana, kapıcının finosunun peşinden gitti diye”  onu vurdurmaya kalkışmış.
Çocukluğu yoksulluk içinde geçen ve ruhu sınıfsal farklılığın çarkları arasında öğütelen Jean, aristokrat sınıfa karşı bir öfke biriktirmiş, bu öfke gizli bir nefrete dönüşmüş. Farklı yerlerde çalıştığı için deneyim sahibi. Tiyatroya gittiği, başkalarının konuşmalarına kulak kabarttığı için etkili ve güzel konuşuyor. Yine bu ilgi ve deneyimlerle biraz Fransızca öğrenmiş. Zekası sayesinde kendini geliştirmiş. Bununla birlikte, bir çeşit aşağılık kompleksi içinde yetiştiği metinden anlaşılıyor. Julie, yakınlaşma süreci içindeyken, kendisine “Julie de bana” deyince, huzursuzluk içinde şu acı gerçekleri dile getiriyor: “Diyemem. Bu evin içinde olduğunuz sürece engeller var ikimizi ayıran. Geçmişteki günler, Kont, hep şuracıkta… Ona gösterdiğim bağlılığı kimseye göstermedim ben. Eldivenlerini iskemlenin üstünde görsem, yeter benim için, hemen ufalırım. Her zil çalışında bir at gibi ürperirim. Şu anda bile, şurada görkemli bir biçimde duran çizmelerine baktıkça sırtımın iki büklüm olduğunu hissediyorum.” 
İşte, Strindberg, iki karakter üzerine kurmuş oyunun çatısını:Julie ve Jean. Oyunda üçüncü bir kişi olarak Kristin de var ancak yazar ona daha çok teknik işlevler yüklemiş gibi görünüyor. Kristin, sırdaş, dengeleyici bir tip. Her iki karekterin daha iyi vurgu almasına katkıda bulunuyor. Çünkü o sınıfının tam donanımlı, şaşmaz bir üyesi. Julie ve Jean’ın sınıflarındaki sapmayı onun sayesinde daha iyi alımlıyoruz. Kristin’in bir işlevi de, adından da anlaşılacağı üzere (Kristin:Hıristiyan) iki temel karakter olan Julie ve Jean’ın toplumun genel geçer dinsel ahlak anlayışına nasıl uymadıklarını göstermeye bulunduğu katkıdır. Strindberg bunu açıkça şu sözlerle belirtiyor: “Ahlak dersi de vermek istemedim; ortada bir rahip olmadığından o işi aşçı kadına bıraktım.” 

 

zorbatv

   Çatışan Karakterler Arasındaki Dengeleme
Sonradan bir trajediye döneşebilmesi için, oyunun başındaki dengenin çok güçlü kurulduğu görülüyor. Julie “efendi” konumunda ama yaş olarak Jean’dan küçük. Julie 25, Jean 30 yaşında. Jean’ın deneyimi yalnız yaşından gelmiyor, hayatla daha içli dışlı. Birçok işte çalışmış, feleğin çemberinden geçmiş. Konumunu yitirme riskine girmeden, zevk ve “çıkar” elde etmede becerikli. Zeki ve zekası kurnazlıkta pek işlek. 
Bununla da yetinilmediği, sosyolojik dengesizliğin, duygusal dengesizlikle dengelendiği görülüyor. Jean’ın iradesi güçlü çizilmiş olmasına rağmen, Juile’nin karakteri kırılgan olarak yapılandırılmış. Julie, istikrarlı bir tutumdan uzak. Özellikle de, olay gecesi. Bu durum, Jean’ın ağzından bir bakıma gerekçelendirilerek, şöyle dile getiriliyor: “Matmazel Julie bir bakıyorsun güçlü kudretli, bir bakıyorsun değil. Tıpkı ölen anası gibi. Kontes hep evde otururdu, mutfakta, kuytu köşelerde… ama gel de kendisine at dayandır!” 
İki farklı sınıfa mensup olmakla birlikte, Julie de, Jean da, sınıflarının tipik temsilcileri değil. Julie aristokrat sınıfının bir üyesi ancak o sınıfın öteki temsilcileri gibi, tepeden bakmıyor “aşağıdaki” sınıflara. “İnsanları o denli aşağı görmüyorum”  diyor. Dahası sınıfının sıkı kurallarından sıkılmış, bunalmış bir halde. Başkalarına karşı merak içinde. Soylu, yüce zevkleri yok. Bunu kendi sözleriyle şöyle dışavuruyor: “Benim basit zevklerim vardır, birayı şaraba yeğlerim.”  Jean ise sınıfında bulunanların tersine, yüce zevkler peşinde. Bira değil de, kontun kilerinden çaldığı Burgonya şarabı içiyor.
Ayrıca Jean’ın gözü hep yükseklerde. Kendi gözündeki değeri fazlasıyla büyük. Üst perdeden konuşuyor: “Eğilmek için yaratılmamışım ben. Aklım var, kişiliğim var; o ilk dala ulaşayım, sonra nasıl tırmanıyormuşum görsünler. Bugün bir uşağım, gelecek yıl ise mülk sahibi….”   Julie ise, sahip olduğu şeylere bile sahip olarak davranmıyor. Yüksek konumundan gönüllü olarak feragat ediyor, oradan inmek istiyor. Bu rüyalarına bile yansıyor. 
Birlikte oldukları akşamın yakınlaşma sürecinde, Julie ve Jean birbirlerine rüyalarını anlatıyorlar. Bu bir anlamda birbirlerine mahremiyetlerini açmaları gibi. Yazar, seyircileri daha fazla bilgi sahibi yapmak için, iki karakteri birbirine sırdaş kılmış. Rüyaları aynı zamanda onların hayattaki temel yönelişlerini de ortaya koyuyor. Önce Jülie anlatıyor rüyasını:  “Her şey dibe, ta dibe çökene kadar su yüzünde sürüklenen bir köpük sadece. Ara sıra gördüğüm bir rüyayı anımsatır bana; bir sütunun tepesindeyimdir, aşağı nasıl ineceğimi bir türlü kestiremem. Aşağı bakınca başım döner. Oysa, inmem gerekir, atlayacak cesareti de gösteremedim. Ne orada durabiliyorum, ne aşağı düşeyim desem de düşebiliyorum. Sonu gelmiyor. Aşağı yere düşmedikçe rahat yüzü yok. Yere insem, bu kez de ta yerin dibine batmak istiyorum.” 
Jean’ın rüyasının hareketi ise tam tersi yönde. O Julie’nin düşüşünün tersine yükselmek istiyor. Şu sözlerle aktarıyor rüyasını: “Gördüğüm rüyada, hep karanlık bir ormanda, büyük bir ağacın altında yatıyorumdur. Yukarılara çıkmak isterim; ağacın ta tepesine kadar çıkıp güneşin aydınlattığı, ışıltılı görünüme ordan bakmak, sonra da tepede duran yuvadaki altın yumurtaları almak. Habire tırmanırım; ağacın gövdesi kalın ve kaygandır, daha ilk dala bile ulaşamam. Ama bir kez ulaşınca, sanki merdivenle çıkmışım gibi ağacın tepesine kolayca varacağımı bilirim. Şimdilik o dala ulaşamadım, ama yakında ulaşacağım, rüyalarımda bile olsa.” 
Strindberg’in, perde arası vermediği yoğun oyunda, seyirciye nefes aldırmak için kullandığı bu kurmaca-düşsel anlatılar, her şeyden önce, oyunun üzerinde yükseldiği ana karakterlerin kişiliğine ışık tutuyor ve onları daha iyi tanımamıza katkıda bulunuyor. Bu rüyalar her ikisinin, söz ve eylemlerini pekiştirip, derinleştiriyor. 
Julie’nin tepesinde bulunduğu sütun sınıfının yüksek konumunu ve sınırlandırılmış hareket alanını sembolize ediyor. O sütundan aşağı inme isteği, sınıfının katı kurallarından sıkılmış ve ondan kurtulmak isteyen Julie’nin “halet-i ruhiye”sinin bir yansıması olsa gerek. 
Sahiden var olup olmadığı kuşkulu olan Jean’ın rüyası ise, kişiliğine ve amaçlarına koşut olarak oluşturulmuş. “Karanlık bir ormanda olması memnun olmadığı konumunu, gövdesi kalın ve kaygan olan ağacın atlamak istediği yeni sınıfı, ağacın dallarında bulunan yuvanın içindeki altın yumurtalarınsa burjuva sınıfının zenginliğini temsil ettiği söylenebilir.”  Çünkü Jean, soylu sınıftan değil ve “mevcut şartlar altında” soylu olabilmesine olanak yok (oyun metninde de belirtildiği üzere, ancak Romanya gibi bir ülkeye giderek, bir ünvan satın alabilecektir). O daha çok yeni yetişmekte olan burjuva sınıfını temsil ediyor. En yakın hedefi bir otel açmak, az çalışıp hasepları tuzluca yapmak , çok kazanmak, böylece kısa sürede zengin olmak. 
Stirndberg Matmazel Julie’yi 1888 yılında yazmış. Henüz Freud’un Rüyaların Yorumları yoktur ortada. Bir yıl sonra, 1899’da bu yapıtını yayımlayacaktır Freud. Bununla birlikte, Strindberg’in, karakterleri için sezgi ve bilgiyle oluşturduğu rüyaların, Freudiyen açıklamalara şaşırtıcı biçimde denk düştüğü, karakterleri açıklamaya katkıda bulunduğu görülüyor. Julie’nin düşündeki sütun Freud’un erkeklik organı simgesi olarak saydığı nesnelerle benzerlik gösteriyor.   Jean’ın ağaca tırmanmasını ise, yine Freud’un kuram ve yorumlarından hareket ederek, cinsel birleşme ya da mastürbasyon olarak yorumlamak, karakterlerin öteki özelliklerini de göz önünde bulundurduğumuzda, akla uygun gibi görünüyor. Çünkü Freud da, rüyalardaki ağaç, direk vb. nesneleri erkeklik organı simgesi olarak nitelemiş, tırmanmaları da cinsel birleşme ya da mastürbasyon olarak değerlendiriyor.   Karakterlerin biyolojik olarak sağlıklı ve cinsel enerjilerinin yüksek bir noktada bulunduğu yaşlarda olduklarını dikkate aldığımızda, Freudiyen bakış açısının iki karakteri açımlamamıza katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz. Her ikisi de, bir bakıma cinsel açlık içinde. Julie, ilişkisinin iyi olmadığı nişanlısından ayrılmış. Metinde, Jean’ın, Kristin’le nişanlı olduğu belirtiliyor ancak cinsel hayatlarının tatmin edici olduğuna dair bir veri yer almıyor. Dahası, aralarındaki iletişim, Kristin’in baskın dinsel kimliği, dönemin tutucu bakış açısı göz önüne alınacak olursa, cinsel hayatlarının olmadığını bile söyleyebiliriz. Bütün bunların, düşlerine bu yönüyle yansıması bir bakıma doğal.

Özel Bir Zaman Dilimi
    Aralarındaki sınıfsal farklılığa rağmen, duygusal olarak olmasa da, cinsel olarak birbirlerine yönelmeleri, birlikte olabilmeleri için yeterli değil. Strindberg’in bu birlikteliği, kısa bir süreliğine bile olsa, gerçekleştirmek ve inandırıcı kılmak için koşulları daha da uygun hale getirdiği görülüyor. Bunun için özel bir zaman dilimi ve özel bir uzam yaratmış olduğu anlaşılıyor.
    Her şeyden önce, zamansal olarak, “vak’a gecesi”ni yazdönümü gecesine denk getirmiş. İlkbaharın, doğanın yanı sıra, insan doğasını da uyandırdığı, duyguları coşturduğu, cinsel güdüleri harekete geçirdiği bir zaman dilimi. Bu zaman diliminin her iki genci uyarıp birbirlerine yönelttiği rahatlıkla ileri sürülebilir.
    Metinden de öğrendiğimize göre, yaz dönümü gecesinde, bir balo düzenleniyor, insanlar bir araya gelerek içki içiyor, dans edip eğleniyor. O gece için, sınıf farkı bütünüyle ortadan kalkmasa bile, gözetilmiyor, en azından fazla önemsenmiyor. Nitekim Julie, sözleriyle bu durumu pekiştiriyor: “Bizler bu gece toplanmış, birlikte eğlenen insanlarız. Sınıf farkı diye bir şey yok burada.”  Ancak, Julie’nin Jean’a yönelmesi bu geçici serbestliği aşacak nitelikte. Çağ itibarıyle tutucu sayılabilecek bir toplumda, baloda, aynı eşle iki kez üst üste dans etmek bile dikkat çekiciyken, Julie, daha da ileri giderek, bu dansları uşağıyla yapıyor.
    Birlikteliği sağlayacak bir başka koşul da, günün uygun vaktiyle sağlanıyor. Julie ve Jean’ın yakınlaşması akşam başlıyor, birliktelikleri gece yarısını geçtikten sonra gerçekleşiyor. Çünkü gündüz gerçekçi, gece nispeten romantiktir. Gün ışığı altındaki gerçeklerin, hatta çirkinliklerin üzeri gece çökünce gölgeyle, karanlıkla örtülür. Bir düşsellik egemen olmaya başlar. görünümler yanıltıcıdır. Her zaman ayakları yere sağlam basmayabilir. Geceleyin, nesneler zayıf ışıklar altında biçim değiştirir. Renkleri başkalaşır sanki, gölgeleri uzar. Bu durum duyu organlarımızın yeterince iyi çalışmasını aksatır. Alımlamamızı kesintiye uğratır. Çünkü duyu organları uyuklamaya başlar. Öte yandan, gece yalnızlığımızı daha çok çarpar yüzümüze. Bizi birbirimize iter. Yakınlaştığımız insanları olduğundan daha cana yakın, daha şefkat dolu gösterebilir. Nitekim, Julie de, Jean konusunda “fena halde” yanılır. Yakınlaşma sürecinde, “bence soylu birisin sen”  diyor. Onun üstündeki uşak giysilerini çıkarmasını sağlıyor. Jean’ın hayallerine ortak olmaya, onlara kendini inandırmaya çalışıyor. 
    Öte yandan, her iki karakter de, oyun başlamadan önce, bir miktar alkollü içki içmişlerdir. Oyun sırasında, içmeye devam ediyorlar. Julie bira, Jean şarap içerken, daha sonra, her ikisi şarapla devam ediyor. İçki de, bireyler üzerinde, toplum tarafından kısıtlanmış katı kuralların esnetilmesine katkıda bulunuyor. 
    Strindberg’in hazırlamış olduğu bu koşullarla da yetinmediği görülüyor. Aristokrat sınıfın ortamdaki en büyük temsilcisi olan ve Jean’ın “efendi”si konumunda bulunan Kont o gece evde yoktur, akrabalarını ziyarete gitmiştir. Jean’ın üzerindeki Aristokrat baskı, o ara zamanda, geçici de olsa ortadan kalkmış ya da çok azalmış gibi. Kontun evde bulunmayışı, Julie’de de bir rahatlama sağlıyor sanki. Sınıfının (ve babasıyla aktarılan ataerkil kültürün) baskısını üzerinde daha az hissediyor. Kont babasının hanım hanımcık kızı değil, kısmen de olsa özgürleşen ruhu ve bedeniyle kanlı canlı bir genç kadın.

Özel Uzamlar 
    Strindberg, olanaksıza yakın gibi görünen bu birlikteliği gerçekleştirmek için, fiziksel koşulları da hazırlamış gibi görünüyor. Olaylar, Kont’un evinin mutfağında “vuku” buluyor. Mutfağın ait olduğu konak doğanın bağrında yer alıyor. “Camlı kapılardan Cupidolu bir çeşmenin bir bölümü, çiçek açmış leylak dalları ile birkaç lombardiya kavağının uçları”  görünüyor. Mukfak, içinde barındırdığı kokular ve tatlarla, insana yeme içme gibi temel güdüleri anımsatan, insanın bu dürtülerini harekete geçiren bir uzam. Ayrıca, ilkbahar ve yaz dönümü gecesi olması vesilesiyle, mutfak da doğal öğelerle süslenmiş. “Ocak huş ağacı dallarıyla bezenmiş, yerlere ardıç ağaç dalları serpilmiştir. Masanın ucunda içi leylak dolu büyük bir Japon baharat kavanozu vardır”  deniyor, medinde. Alkolün, dansın, müziğin yanı sıra, bütün bunların, iki genci birbirine çeken, bir çeşit afrodizyak etkisi yaratabileceği de söylenebilir.
    İki genci birbirine yaklaştırmanın, yakınlaştırmanın, trajik bir sonla bitebilecek bir birlikteliği yaratmaya yetmeyeceğinin ayırdında olan büyük yazar, başka fiziksel koşullar da hazırlamış ve bu birlikteliği neredeyse kaçınılmaz hale getirmiş sanki. “Mutfağın üç kapısı vardır; küçük olan ikisi Jean ile Kristin’in yatak odalarına, büyük camlı kapı ise avluya açılır.”  Mutfağın başka bir çıkışı yok. Jean ve Julie yakınlaşma sürecinde, Kristin uyumak üzere odasına çekiliyor. Dışarıdaki balo kalabalığı, şarkı söyleyip dans ederek mutfağa yöneldiği zaman iki genç de, içine düştükleri çıkmazı görüyorlar. Julie, bu durum karşısında şöyle diyor: “Kaçmak mı? Nereye? Şimdi ne dışarı çıkabiliriz, ne de Kristin’in odasına girebiliriz. ” Jean, arzusunun gerçekleşmesinin de yolunu açacak çözümü şu sözlerle ifade ediyor: “O zaman doğru benim odama” . Ve öyle yapıyorlar. Kalabalık dans ederek ve şarkı söyleyerek mutfağa giriyor. Bir süre, içki içmeye, şarkı söylemeye ve dans etmeye devam ediyorlar. Uzun bir şenliğin sonunda, aynı biçimde şarkı söyleyip dans ederek, dışarı çıkıyorlar. Sonra “Julie girer. Mutfağın dağılmış haline bakar, ellerini ovuşturduktan sonra pudralarını çıkarıp yüzünü pudralar. Jean girer; çok keyiflidir.” Bile isteye ve/veya zorunlu olarak birlikte oldukları anlaşılıyor.
    Strindberg’in, bu birlikteliği gerçekleştirmek ve onu inandırıcı kılmak için, ilgili koşulları hazırlamanın yanı sıra, süreci de aşamalandırımış olduğu görülüyor. Dansla başlayan süreç, içkiyle yükselişe geçiyor. Duygusal temasla başlayan iletişim derinleşiyor. Birbirlerine, mahrem sayılabilecek rüyalarını, çocukluklarını, sırlarını anlatıyorlar. Bunlarla da yetinmiyorlar, Julie, Jean’a ayağını öptürüyor. Onun gözüne kaçmış olan tozu çıkarmaya çalışıyor. Bu vesileyle ona dokunuyor. Bu yükselen iletişim-ilişki seyri, uzamların sıralanışına da uygun. O akşamın iletişimi-ilişkisi bahçedeki baloda dansla başlıyor, daralan bir uzam olan mutfakta devam ediyor ve dar bir uzam olan Jean’ın odasında birliktelikle nihayete eriyor. 

Ve Bozulan Büyü
Çekim enerjisi açığa çıkmış, arzular, öyle ya da böyle, artık tatmin olmuştur. Vakit ilerliyor, gün ışıyor. Gece romantizmi de peşinden sürükleyerek çekilmeye başlıyor. Güneş sınıfsal farklılıkların yarattığı çatlakların üzerine acımasızca doğuyor. İçkinin etkisi yavaş yavaş geçiyor. Her ikisi de sınıfsal kimliklerini hatırlıyor. Julie güneşin doğduğunu fark edince, Jean “büyü bozuluyor” diyor. Julie onun sözlerini teyid ediyor: “Evet, yaz dönümü gecesinin büyüsü.” 
    Birlikte kurmaya çalıştıkları düşlerin önce sıvası dökülmeye, sonra taşları düşmeye başlıyor. Ne yapsalar çimento, alçı tutmuyor. Shakespeare’in Bir Yaz Dönümü Gecesi Rüyası’daki gibi, olmayacak kişiler birbirine aşık olmuş, oyunun sonunda “aşk” bitmiş ve şaşkınlık içinde kalmışlardır. Her şeye rağmen, başka bir çıkış kalmadığından, birlikte kaçmaya çalışırlarken, flört aşamasında karakterlerinin görünmeyen yanları ortaya çıkıyor. Birbirleri hakkındaki imgeleri acımasız gerçeklerle parçalanıyor. Jean’ın, Julie’nin yanında götürmek istediği ispinozun kafasını satırla acımasızca kesmesi, Julie’in kafasındaki Jean imgesini de satırla kesiyor adeta. Onu öfke “buhran”larına sürüklüyor. 
    Aralarında bir sevgi olmadığı gibi, bir iletişimi-ilişkiyi ayakta tutabilecek saygı ve anlayış da yok. Nitekim Julie’nin dudaklarından şu sözler dökülüyor:  “Ah nasıl utanıyorum. Hem de acı biçimde! Hiç değilse sevseydin beni!”  Aralarında aşk olmadığına dair replikler Jean’ın ağzından da veriliyor: “Bir deliliktir yaptınız, şimdi kendinize bana aşık olduğunuzu inandırmaya çalışarak yaptığınız hatayı kapatmaya çalışıyorsunuz. Beni çekici bulabilirsiniz belki, ama bana aşık değilsiniz; bu, sizin aşkınızın da benimkinden daha yüce olmadığını gösterir.” 
Kadın hareketinin de etkisiyle, annesi tarafından olabildiğince özgür yetiştirilen, soylu sınıfa mensup olan ama sınıfının kısıtlayıcı kurallarından hayli sıkılmış Julie’nin, denize düşerken yılana sarılmış olduğunu anlıyor. İçine düştüğü boşluktan çıkmaya çalışırken daha beter düşüyor. Jean’ın ise, sınıf atlamak isteyen, burjuvalaşma nüvelerini içinde taşıyan biri olduğu sezdiriliyor metinde. Julie ile birlikte olmayı prestij olarak değerlendirmenin yanı sıra, içinde bulunduğu aşağılık kompleksini aşmak ve kendisini ezen sınıftan intikam almak için bir fırsat olarak görüyor. Her iki gençten, biri sınıfından aşağı inme çabası içindeyken öteki çıkma hırsıyla dolup taşıyorlar. Özel bir uzamda ve bir ara zamanda karşılaşırlaşıp birlikte oluyorlar. Ancak farklı amaçlarla birbirlerine yönelen iki gencin bu sevgisiz birlikteliği, o koşullar altında ayakta tutmaya olanak yok.

    Bedensel çekimden Sınıfsal Nefrete
    Böylece, oyunun sonunda herkes kendi sınıfsal kimliğine geri dönmeye başlıyor. Uzlaşma çabası çatışmaya, sevgisizlik yerini öfke ve nefrete bırakıyor. Yaz dönümü gecesinde yatağından taşmış olan sular yatağına dönmüyor eskisi gibi. Herakleitos’un yüzyıllar öncesinden belirttiği gibi, bir nehre iki kez girilemiyor. Jean için bu kolay örtülebilecek bir “çapkınlık macerası” olarak görülse bile, Julie için kabul edilebilir bir durum değil. Tabi olamadığını düşündüğü sınıfsallık onu da belirlemeye başlıyor. Tabiatına dönüp bedenini, arzularını dinleyince Jean’la birlikte olmuş, ona tabiatını hatırlatan içkinin, dansın, müziğin, çiçek kokularının etkisi geçince, yeniden sınıfsal kimliğine dönmeye başlamış, ancak bunu da tam olarak başaramamıştır. (Bu sınıfsal çelişkiyi, çok sonra, Bertolt Brecht, epik biçimde, Bay Puntila ile Uşağı Matti adlı oyununda, iki farklı sınıfa mensup Eva ile Matti iletişimi/ilişkisinde eğlenceli bir dille işleyecektir.) Üzerinde ateş yanan bir eşikte kalakalıyor öyle. Acı içinde şöyle diyor Julie: “Öf, öyle yorgunum ki! Hiçbir şey yapamıyorum. Ne pişmanlık duyabiliyor, ne kaçıp gidebiliyorum; ne kalabiliyor, ne yaşayabiliyor, ne de ölüyorum.”  Kalmayı göze alamıyor artık ama gitmek de bir çıkış yolu değil onun için. Zira “insan ne denli uzaklara giderse gitsin, anılar hep peşinden izleyecektir onu, acılar, suçlar…”  Oyunun sonuna gelindiğinde o kadar çaresiz ki Julie, Jean’dan bile yardım diliyor. Aynı ruh halinin yansıması olan sözlerini yineleyerek şöyle diyor: “Gidemiyorum işte, kalamıyorum da. Öylesine yorgun, öylesine bitkinim ki. Bana emri sen ver, yönet beni… Düşünemiyorum artık, hareket edemiyorum…” 
    O çağdaki erkek egemen toplumun bir üyesi olan Jean da, Julie için bir çıkış kalmadığının farkında. Ama ona destek olmuyor. Kontun evde bulunmadığı bir zaman diliminde, görece daha özgür bir ortamda, arzularının ve hırsının peşinden gitmiş, Kont’un eve gelmesiyle, köleleştirilmiş ruhunu hatırlamış, onu yeniden giyinmiş gibidir. Julie ile evlenmek, bir otel açmak, zengin olmak ve kendine bir ünvan almak şöyle dursun, bulunduğu konumu bile yitirmekten korkmaya başlıyor. Julie’nin hayatta kalması onun için tehlike “arz ediyor”. Genç kızın çıkış bulamayan ruh halini fırsat olarak görüyor. Oyunun sonunda, ona, ustrayı uzatıyor.

    Sahnelemede
    Böylesine çok ayrıntısı olan, hassas dengeler barındarın oyun metninin sahnelemesinin kolay olmayacağı, güçlüklerle karşılacağı açıktır. Bu güçlükler ancak sağlam dramaturjik bilgi ve rejideki ustalıkla aşılabilir. 
Théâtre de la Tempête’de izlediğimiz Sahnelemede, titiz hareket edildiği ve oyun üzerinde ince ince çalışıldığı halde, ayrıntı sayılamayacak, bazı önemli öğelerin gözden kaçtığını gözlemledik. Bu nedenle de, arzu edilen ve metnin hak ettiği başarı, yapımda tam olarak yakalanamıyordu.

Metni Çağımıza Taşımak 
    Her şeyden önce, oyun metninde dile getirilenlere, bu çağdan bakılması, buradan ışık tutulması gerekirken, oyunda olup bitenler bugüne taşınmaya çalışılmıştı. Oyun, her şeyiyle günümüzde geçiyordu. Günümüz kostümleriyle oynanıyordu. Jean, ikisinin de inanmadığı, kaçma planları yaparken, tren seferlerini cep telefonundan kontrol ediyordu. Kontun komutu borudan değil, cep telefonu aracılığıyla geliyordu. Oyunun finali sessize alınmış cep telefonu titreşimiyle yapılmıştı.
Ancak, o çağda olup bitenlerin bu çağda, aynı biçimde yaşanıyormuş gibi yorumlanması, sahnelemede bir sorun olarak ortaya çıkmış gibi görünüyordu. Kuşkusuz kadın-erkek ilişkisi ve sınıfsal çelişkiler bugün de var. Ancak günümüzde bunlar başka biçimlerde ve başka örtülerin altında karşımıza çıkıyor. Hiçbir şey değişmemiş gibi, aynı olayları çağımızın bir uzamında, çağımızın giysileri içinde ve bugünün araç gereçleriyle (cep telefonu vb.) vermek, başka çelişkiler doğuruyor. Bir gecelik ilişkilerin yaygınlaştığı ve “aşk”ların bir cep telefonu mesajıyla sonlanabildiği bir dönemde yaşıyoruz. Günümüzde soylu sınıf olmadığı gibi, kendini soylu sayan genç bir kadın alt sınıftan biriyle birlikte oldu diye, toplum baskısından çekinip intihara kadar gitmiyor. Karşı taraf bunu telkin etse bile, buna kalkışacak kaç entellektüel genç kız var?.. Olayları o çağda geçen bir oyunun olaylarını sergilerken, çağımızda yaşananlar çağrışımlarla verilebilseydi belki çok daha başarılı olunabilirdi.
Kuşkusuz bazı klasikler (bu oyun da klasikleşmiş bir modern oyun) çağdaş bir anlayışla ve günümüz kostümleriyle pekala oynanabilir. Peter Brook’un bakışıyla artık müzelik olmuş  bazı klasikleri (örneğin Racine’in Phèdre’i) olduğu gibi sahneye taşımak seyirciye olduğu kadar o klasiklere de haksızlık olur. O tür klasikler, o halleriyle, ancak tiyatro uzmanları, sanat tarihçileri için önem taşıyabilirler. Ancak, Matmazel Julie gibi, modern klasikler, mevcut halleriyle bile yeni sayılabilirler. Kuşkusuz o günden bugüne birçok şey değişti. Ancak bunlar düşünce biçimindeki değişiklikler daha çok. Bunun tersini düşünmek, yani giyim kuşamda bazı şeylerin değiştiğini ama her şeyin aynı kaldığını düşünmek bu tür metinleri sahnelerken tökezletebilir insanı. Nitekim burada da benzer bir durum ortaya çıkmıştı. 19.yüzyılda geçen öykü sınıfsal çelişkilerden dolayı inandırıcı olurken, günümüze taşınınca inandırıcılığı zayıflamıştı.

    Metin ve Sahe Uyumu-Uyumsuzluğu
    Başka bir sorun, oyundaki yapının sahnede yeterince gözetilmemesiyle ortaya çıkmıştı. Örneğin, oyun metninin neredeyse yarısı yakınlaşma, flört aşamasına ayrılmış durumda. Her iki genç karşı kutuplardaki mıknatıslar gibi birbirini çekiyor. Birliktelik gerçekleştikten sonra ise, mıknatısın aynı kutupları gibi birbirlerini itmeye başlıyorlar. Oyunun kalan bölümü bu nefret dolu çatışmayla geçiyor. Ancak sahnelemede, birçok ayrıntı gözetilirken, bu temel yapı gözden kaçmıştı. İki genç arasında ilk bölümdeki fiziksel ve duygusal mesafe ikinci bölümde pek değişmiyordu. Benzer bir şey iki bölümdeki genel atmosfer için de söylenebilir. Kuşkusuz farklar vardı ama ilk bölümdeki illüzyon ikinci bölümdeki gerçeklerle yeterince kırılmıyordu. Sabah olduğu halde, Julie’nin ortaya çıkan duruma dayanmak ve geceden kalan havayı devam ettirmek için içki içmesi bile, ilk bölümdekiyle benzerlik oluşturuyordu. İletişimleri belli bir kreşendo (yükseliş) taşımıyor, inişli çıkışlı devam ediyordu. Metnin neredeyse yarısına kadar yükselen, sonrasında ise düşen, Antik Yunan oyunlarının yapısına benzeyen (düğüm ve çözüm ) bir yapısı olduğu unutulmamış olsaydı, bu bilgi reji ve oyunculuk açısından daha çok yol gösterici olabilirdi.
Temsilin uzamı, modern sayılabilecek ve pek de kont mutfağına benzemeyen, geniş bir mutfak olarak tasarlanıp gerçekleştirilmişti. Ortasına, sahnenin enine doğru uzun bir masa konmuştu. Oyun başlarda, sahnenin seyirciye göre sol tarafında başlamakla birlikte, daha sonra ağırlıklı olarak sağ tarafında geçti. Bunda masanın yerleşimi de etkili olmuştu sanki. Sahnenin dengesi sağa doğru fazlasıyla kaymıştı. Tiyatroda aşk ilişkileri genellikle sahnenin sağına yerleştirilse de, yukarıda da değindiğimiz gibi, buradakinin gerçek bir aşk olmadığı, dahası çokça nefret taşıdığı göz önüne alınmış olsaydı, başka mizansenler de mümkündü ve mizansenler sahneye dengeli bir estetikle dağıtılabilirdi.
Uzamın temsile verdiği bir zarar da, geniş ve ferah bir uzam olarak yaratılmış olmasından geliyordu. Üst sınıftan (somut olarak üst kattan) düşmüş olan birinin (Julie’nin) trajedisi öyle ferah bir uzamda tam olarak çıkmıyordu. Sonunda intihara gitmesi uzamla pekiştirilmiyordu. Oysa, dar ve basık bir uzam bu düşüşü ve sıkışmışlığı daha iyi ortaya çıkarabilir ve dolayısıyla oyunun sonunda Julie’nin intihara gitmesini daha etkili kılabilirdi. 

Sahnelemede Zekice Buluşlar
Oyun boyunca, kontun çizmelerinin orada bulunması, kontu temsil etmesi ve Jean’ın korkularını açıklaması bakımından önemliydi. Yönetmenin ince buluşu ise, Jean’ın kilerden çalmış olduğu şarap şişelerini kontun çizmelerinin içine saklamış olmasıydı. Böylece, bu düşünce somutluk kazanmakla kalmıyor, anlam katmanlarıyla katmanlanıyordu. 
Yeniden yazıldığı belirtilen oyun metninde de çok radikal değişiklikler yoktu. Bununla birlikte Fransız seyircilerin oyunla daha iyi bir bağ kurabilmesi için, öykünün Fransız diline taşındığı ve ayrıntılı çalışıldığı anlaşılıyordu. Öte yandan, Strindberg’le bir hesaplaşma içine girdiğini söyleyen kadın yönetmen Élisabeth Chailloux, oyunun dengesini, Julie’den, daha doğrusu kadınlardan yana değiştirmişti bir nebze. Ancak kadınlardan yana olan bu tutum yerinde olmakla birlikte, oyundaki estetik dengeyi de bir nebze bozmuş gibiydi. 
Metinde Fransızca olan replikler, sahneleme Fransızca olunca, isabetli bir biçimde, İngilizce olarak söyleniyordu. İngilizce konuşma özentisi içinde olan yeni kuşak Fransızlar için bunun bir karşılığı var, kuşkusuz. O bakımdan isabetli bir karardı. Ayrıca karışıklığın önlenmesi için de gerekliydi. 
Oyun metninde, ağırlıklı bir rolü olmayan, Kristin bu sahnelemede öne çıkarılmıştı. Adeta tutkulu bir kadın halinde oynanıyordu. Belki Strindberg tarafından ikinci plana itilmişliği ve karakterden çok tip düzeyine düşürülmüşlüğü yönetmen için esinleyici, daha doğrusu provokatif bir öğe olmuştu. Onun da hakkı teslim edilmeye çalışılıyordu. Kadın erkek ilişkisinin bir başka boyutu olarak değerlendirilmişti. Yalnız horlamakla kalmıyor, uyur gezer olarak dolaşıyordu da. Öte yandan duvarları saydam olan odasının içinde ne yaptığını, ışıklama yardımıyla görebiliyorduk. Metinde Julie ve Jean’ın rüyaları vardı. Ancak, anlaşılan, yönetmen Kristinin de rüyalarını merak etmişti... Jean ve Julie’nin yakınlaşmasının doruğunda, yazdönümü gecesi için dışarıda dans eden kalabalık mutfağa gelmiyordu somut olarak. Onların yerine uyur gezer Kristin geliyordu. Jean ve Julie içeride birlikte olurken, rejinin bir parçası olarak, Kristin’in üzerine elma ağacı yapraklarına benzeyen ince parlak yapraklar dökülüyordu... Ancak, o yaprakların düş ürünü mü, gerçek mi olduğu belli olmuyordu. Çünkü oyunun sonuna kadar sahnede kalıyordu. (Jean ve Julie de basabiliyordu örneğin.)

Oyunculuk
Karakter boyutunda çizilmiş olan Julie ve Jean iyi işlenmişti. Her iki oyuncu, zaman zaman bazı bölümleri içlerine sinmemiş gibi oynasalar da, ellerinden geleni yapıyordu. 
Bununla birlikte, Jean’ın oynayan oyuncu Yannik Landrein biraz kibar kalıyordu. Bu tabii Fransız toplumunun kibarlığıya da açıklanabilir. Fiziksel olarak da daha güçlü biri olabilmesi belki bu imgeyi daha iyi doldurabilirdi. 
Julie’yi oynayan oyuncu Pauline Huruguen, doğal bir oyunculuk sergiledi temsil boyunca. Sınıfının kızı olmak istemeyen Julie’nin, herhangi soylu bir kıza göre, dah doğal olması anlaşılabilir. Özellikle de içkiliyken. Ama insanın kendi sınıfından yakasını kurtarması tam olarak isteğe bağlı değildir. Soylu sınıfın üzerine yapışıp kalmış olan bazı davranışlarını görmekten mahrum kaldık. Oysa buna uygun replikler var metinde. Oralarda sınıfının kızı olma fırsatını kaçırmasaydı, punduna getirip onları da sergilemiş olsaydı, oyunculuğu daha başarılı bir düzeye çıkmış olacaktı.
Kristin’i oynayan Anne Cressent, muhtemelen reji tarafından kendisine biçilen, gizemli ve güçlü kadın kompozisyonuyla göz dolduruyordu. Ancak, metinde Kristin’e verilen kısıtlı malzeme, yorumdaki geniş bakışa rağmen oyuncuyu da kısıtlıyordu. 
Oyunda müzik, efekt ve ışık başarılı kullanılmıştı. Oyunun atmosferi teknik ve estetik etmenler sayesinde olabildiğince ortaya çıkıyordu. Yönetmeni ve bu alandaki sanatçıları, teknik elemanları kutlamak gerekir. 

Sonuç Olarak
Bazı zaaflarına rağmen, başarılı bir yapım. Üzerinde çok çalışılmış, oyun metni gibi reji de ince işlenmiş. Oyun metni ile reji arasında zaman zaman ortaya çıkan çelişkiler bu tür tartışmaların gündeme getirilmesine ve hakkında böyle uzun yazılar yazılmasına neden olduğu için bile başarılı sayılabilir. Seyircileri düşündürmeye, değerlendirme yapmaya “sevk etmesi” de önemli bir gösterge. Yolunuz düşerse görmenizi öneririm.

Foto Galeri

Yorum

Konuk (doğrulanmamış) Pt, 21 Kasım 2022 - 20:48

Hocam yazı uzun diye başlamak istemedim. Ancak bir tren yolculuğunda tamamlayabilir. Teşekkürler

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.