Bilim-Felsefe-Teoloji Eşkenar Üçgeni
Prof. Dr. Şafak Ural
Bir üçgenin kağıt üzerinde tepe noktası A'dır, sağda alttaki köşe B'dir, sola geçince köşe C noktası olarak adlandırılır. Üçgen bulunduğu yerde sağa doğru bir tur arttırılırsa C noktası tepeye gelecektir. Ama bu gösterim bizim alışkanlıklarımıza aykırıdır; değişen hiçbir şey olmasa da hemen üstteki tepe noktasını yine A olarak adlandırırız.
Şimdi bir adım daha atalım ve bu sayfadaki "a" harflerini düşünelim. Hepsi şüphesiz alfabenin ilk harfi olarak diğeriyle özdeştir. Burada "özdeş" kavramının önemi büyüktür; çünkü "özdeşlik" denilince ilk akla gelen "her şey kendisiyle özdeştir" şeklinde bir tanım olacaktır. Bu durumda bu sayfadaki her "a" harfi diğerinden farklı olacaktır. Kaldı ki her "a" harfi, bulunduğu kelimeye göre, farklı konumda bulunmakta be farklı içeriklere olanak vermektedir. Bu durumda, bu sayfadaki "a" harfleri ancak potansiyel (veya Platon'un terminolojisi ile söylersek birer idea) olarak birbirleriyle özdeştir. Bu biraz şaşırtıcı olabilir; çünkü herhangi bir sayının nümerik değeri (vaz'i bir sistemde) bulunduğu yere göre değişir. Nitekim, örneğin 3 rakamının tek başına taşıdığı değer ile 34 sayısında taşıdığı değer farklıdır.
Bu bilgiler ışığında, "bir eşkenar üçgenin tepe noktasının A olması ile C olması arasında hem bir fark yoktur hem de vardır" gibi şaşırtıcı bir sonuç karşımıza çıkmaktadır. Eğer üçgenin köşelerine harfler yerine "bilim, felsefe, teoloji" kelimelerini yazarsak, tepe noktasına koyacağımız kavram farklı yoruma olanak verecektir. Üçgen kendini biçimleyen kavramlara ve çağlara göre elbette ikizkenar, dik açılı gibi herhangi bir üçgen ile betimlenebilir; eşkenar olarak varsayılması ilişkilerini idealize edilerek ifade edilmesiyle ilgilidir[1]
Haydi işi biraz daha eğlenceli hale getirelim: benim kâğıt üzerine çizdiğim üçgende tepe noktasına felsefeyi koyarsam, aynı kağıda karşıdan bakan bir kimse onu altta görecektir. Eğer bu üçgenin tüm gözlemciler için geçerli bir yorumunu yapmak istersek, söz konusu kavramların tarihsel süreç içindeki ilişkilerini dikkate almamız yerinde olacaktır.
Bilindiği gibi felsefe Antik Çağ'da doğa üzerine yapılan açıklamalar ile başlamış, bunu insan ve toplum ile ilgili (felsefi) yorumlar izlemiştir. Bu üç alan, felsefenin temel üç sorunsalı olarak varlığını günümüzde de sürdürmektedir. Ortaçağ'da bu üç sorunsala monoteist dinler eklenmiştir. Böylece felsefenin dört temel konusu olmuştur; "teoloji" kavramını bu dördüncü sorunsalı ifade etmek için kullanalım. Bu durumda bir üçgenden değil dörtgenden söz etmek daha yerinde olacaktır; ve hangi köşesine hangi sorunsalı koyacağımız sorunun kendisi olacaktır. Çünkü eğer sol üst köşeye teoloji dersek, sonraya koyacağımız kavram kişisel bakışa göre değişecektir; ve bu değişim, birbiriyle karşıt görüşleri de beraberinde getirmeye adaydır. Bu sorunların üstesinden gelmesek de bir uzlaşım sağlayabilmenin yolu, sürecin tarihsel boyutu açısında ele alınması olabilir.
Teoloji, felsefenin asli bir konusu olarak kabul edilmek istenilmeyebilir; fakat bu, felsefenin sorgulamacı doğasına aykırı olacak, onu kısıtlamak anlamına gelecektir. Tam tersine bir de teolojinin felsefi bir sorgulamaya ihtiyacı olmadığı ve aralarında bir ilişkinin bulunmadığı veya bulunamayacağı ileri sürülebilir. Bu görüş tarihsel olgularla bağdaşmadığı gibi sorunun en can alıcı tarafının görmemezlikten gelinmesini gerektirir.
Tarihsel süreç içinde Ortaçağ Hıristiyan dünyası felsefeyi teolojinin hizmetkârı olarak (philosophia ancilla theologia) görmüştür; ve bunda haklı oldukları da ileri sürülebilir. Çünkü Hıristiyanlık anlama üzerine değil inanma üzerine kurulmuştur. Nitekim teslis, çok temel bir ilke olarak anlaşılmayı değil önce inanmayı gerektirir.
Ne var ki -hangi sebeple olursa olsun- bir öğretiden felsefenin uzaklaştırılmasın onun kolayca dogmatizme, fanatizme veya katı bir ideolojik yapıya dönüşmesine olanak verdiğini de unutmamak gerekir. XVI. yy’ da cadı avı, XX. yy’ lın başlarında milyonlarca insanın ölümüne sebep olan ideolojiler felsefenin eleştirel özelliğinin ortada görülmediği dönemlerdir.
Felsefenin temel özelliğinin kuşku duymak olduğu ve soru sormanın onu karakterize ettiği söylenir; evet bu geniş ölçüde de doğrudur. Fakat felsefeyi karakterize eden çok daha temel özellik, aynı soru veya sorun karşısında farklı cevaplar verebilmesidir. Tales ile başladığı kabul edilen felsefede arke 'su' olarak; sonraki filozoflarda hava, ateş gibi nesneler kabul edilmiştir. Burada öncelikle önemli olan, soruna farklı yönlerden yaklaşabilmektir; çünkü bu aynı zamanda özel bir zihinsel beceriyi, ayrıca bilgi sahibi olmayı, dikkatli gözlemler yapabilmeyi ve bunlardan sonuç çıkarabilecek donanımda olmayı da gerektirmektedir. Felsefenin yaklaşık 2.500 yıldır varlığını sürdürmesinin, hem de kesin cevaplar vermemesine rağmen bunu başarmasının arkasında bu özelliğini ilk sıraya koymak bence yerinde olacaktır.
Teolojiler, özellikle vahiy dinlerinde, temel ve değişmez ilkeler üzerine kurulurlar. Her şeyi yaratanın tek bir varlık olduğu, Allah'ın her şeye gücünün yettiği vahiy dinlerinin dayandığı ilkelerin başında gelir. Böyle bir durumda elbette felsefeye yer olmayacağı düşünülebilir. Fakat iş göründüğü kadar basit değildir; çünkü örneğin, değişimin hep değişmeden nasıl olup da gerçekleştiği, çoklukta birliğin ve birlikte çokluğun nasıl mümkün olduğu ancak akıl yoluyla anlaşılabilir: işte burada Antikçağ felsefesi tam karşımızda bize bakıyor olacaktır.
İlginçtir Hristiyanlık felsefeyi inanmak için, İslamiyet ise anlamak için davet etmiştir. Görünen o ki bunun etkisiyle Ortaçağ, Hıristiyanlık için gerçekten karanlık bir dönem, İslamiyet için ise aydınlık bir dönem olmuştur. Felsefe, İslam ortaçağında, monoteist bir açıdan kullanılabilmek için bence yeniden yazılmış ve çok parlak bir dönem yaşanmıştır; "Ortaçağ", tarihsel sürece bakıldığında, Hıristiyan dünyasında felsefeye evin önünü süpürme görevinin verildiği bir dönemdir.
İslam dünyasına gelindiğinde felsefe başlangıçta asli görevi olan sorgulamayı eksiksiz olarak yerine getirmiştir: yeniden yazılmış, böylece kavramlar monoteist açıdan inşa edilmiştir[2]. Daha sonra, üzerinde çeşitli yorumların hala yapılageldiği bir dönem başlamıştır. Bu dönemde Gazzali’nin etkisiyle felsefenin değersizleştirilmiş ve önemsizleştirilmiş olduğuna ilişkin yaygın bir inanç karşımıza çıkar. Bence bu tartışmalar kısır bir döngü olmaktan öteye geçememiş, felsefenin teoloji ile ilişkisini koparıldığı gibi günlük yaşamdan, yani onu besleyecek kaynaklardan da mahrum bırakmıştır. Yukarıdaki benzetmeyle, üçgenin üç noktası arasındaki bağ ortadan kaldırılmıştır.
Bu tespitlere dayanarak, teolojinin tarihsel süreç içinde, felsefeyi hem de çok yönlü olarak kullanmış olduğunu söyleyebiliriz.
Çok iyi bilindiği gibi, Aydınlanma denildiğinde, aklın ön plana çıktığı bir dönem düşünülür. Diğer bir ifadeyle bu dönem bir dönüşümün adıdır: bu dönüşüm sürecinde felsefenin, teoloji ile kurmuş olduğu yeni ilişki sonucunda, inanma yerine anlayabilme görevini yerine getirdiği görülür. Dolayısıyla da akıl, giderek bilim ve teknolojinin yapıcı ve kurucu unsuru rolünü üstlenmiştir. Nitekim Rönesans ile birlikte önce felsefenin 'yeniden doğuşu', Aydınlanma dönemiyle birlikte de aklın sahne alışı gerçekleşmiştir. Sonuçta bilim de felsefe-teoloji ilişkisine katılmış ve günümüze kadar sürecek olan üçgen yapı ortaya çıkmıştır.
Tarihsel süreçlerde bazı olaylar birer dönüm noktası olarak alınır ve yeni bir devrin başlangıcı olarak kabul edilirler; bu devrimci bakışın olayların anlaşılma çabasını kolaylaştırdığı açıktır. Bu bakış çerçevesinde tarihsel olaylar, sebep-sonuç ilişkilerinin açıklanmasında apriori ön-dayanaklar olarak kullanılırlar. Olgusal olmaları onlara dayanılmaz bir çekicilik sağlar. Fakat Newton ile birlikte bilim, "olgular arasında kavramlar aracılığıyla bağ kurmak" şeklinde kendini tanımlamıştır. Diğer bir ifadeyle "niçin" sorusu yerini "nasıl" sorusuna bırakmıştır. Bu da çok uzun bir süreç sonunda gerçekleşmiştir.
"Nasıl" sorusu olgusal bakmayı, ama olgular arasındaki sebep-sonuç ilişkisini kurallara (yerine göre yasalara) bağlı olarak kurmayı gerektirir. Bu süreç olguların yeni bir gözle yorumlanmasını da beraberinde getirmektedir: taş düşmektedir, ama "gravitasyon" kavramı bu olguya eşlik ederek ona yeni bir anlam/içerik kazandırmıştır. Benzeri durum tarihsel gelişim için de geçerlidir: bilim-felsefe-teoloji üçlüsü birbirleriyle etkileşim içinde tarihsel gelişim sürecini oluşturmuştur. Bu üç olgu, insanlık tarihini biçimlemiştir; ama birbiriyle ilişki içinde bunu gerçekleştirmiştir. Bu bakış bize olgular arasında tarihsel bağ kurmanın ötesine geçmeyi; yani olguların sadece tarihsel süreç olarak değil, yukarıda adı geçen üçgen çerçevesinde ilişkilendirerek anlamlandırılmasına olanak verecektir. Kısaca felsefenin geleneksel sorunları olan doğa, insan ve topluma, dördüncü boyut olarak teolojinin de eklenmesi gerekmektedir.
Bu birliktelik, tek tek olguların ötesine geçmeye, zihinsel işleyişimizin de görsellikten kurtulup kavramsal boyuta geçmesine olanak verecektir. Kavramsal bakış, gözlemsel verilere işaret eden kelimelerin sınırlarının aşılması ve olaylar/olgular arası bağıntılar kurulması anlamına gelmektedir. Bu da teori kurmak demektir. Bilindiği gibi teori (nazariye), bakmak, görmek demektir; yani bir şeyi anlamlandırmayı ve ona kavramsal olarak varlık kazandırmayı gerektirmektedir.
Bilimsel teoriler bizim olgular arasında -algı konusu olmayan- ilişkiler kurabilmemize olanak verirler. Bunun diğer adı "bilimsel yasa"dır. "Newton’un kafasına elma düşmüşmüş de çekim yasasını bulmuşmuş" hikayesi de bu duruma işaret etmektedir. Nitekim Newton, farklı olgular arasında (elmanın düşmesiyle gezegenlerin hareketi arasında) "gravitasyon" adını verdiği kuvvet aracılığıyla ilişki kurmuştur. Böylece evrende hareket eden tüm cisimlerin hareketini nesnel/nicel bir dil aracılığıyla açıklayabilmiştir. Çok basit gibi görünebilir; Newton böylece "nasıl" soruna cevap vermiş olmaktadır. Burada ilginç olduğu kadar son derece önemli olan nokta, bu sorunun Aristotelesçi "niçin" sorusunun yerini almasıdır. Bu sıradan gibi duran fakat aslında zihinsel bir dönüşümün, değişimin veya kısaca kavramsal bir devrimin de adıdır. Bizim için belki de en önemlisi, bu değişimin İslam coğrafyasında daha henüz algılanmamış olmasıdır.
"Niçin" sorusu ereksel (teleolojik) ve organist bir evren tasavvuru öngörmektedir; ve Aristotelesçi felsefenin evrene ilişkin bakışını içermektedir. Bu evren tasavvuru, İslam dünyasının Ortaçağdan itibaren yukarıda işaret edilen teolojik bakışın ulaştığı olağanüstü başarılarının da kurucu unsurudur. Fakat Newtoncu bakış bize mekanist ve determinist bir evren tasavvuru sunmaktadır. Bu iki evren tasavvuru arasındaki fark ve sonuçlarının bir birlerine ne kadar aykırı olduğu sanırım son derece belirgindir .
Teolojiyi bir ilahiyatın bir dalı olarak değil de ilahiyat ve felsefenin kesişim noktasında bulunan bir metafizik olarak düşünüyorum. Bu metafiziğin özelliği, Antikçağ felsefesinin kavramlarını ve yöntemlerini kullanarak monoteist dinlerin (öncelikle ve özellikle Hristiyanlık ve İslamiyet’in) yorumlanıp anlaşılmasına olanak vermesidir. Bu sayede söz konusu dinlerin ontolojik ve epistemolojik yorumundan söz etmek mümkün hale gelmiştir.
Bu gerekli midir? Evet! Hem de fazlasıyla!
Tek tanrılı dinler, birer vahiy dinleridir; yani tüm evreni tanrı yaratmıştır. İyi güzel de eğer "niçin?" sorusunu sorarsak üçgenimizin tepe noktasına teolojiyi koymak gerekecektir; ama bu bakış bize ancak Aydınlanma dönemine kadar eşlik edebilir. Bu dönemden sonra "nasıl?" sorusunu sormak ve üçgenin tepe noktasına yeni bir felsefe anlayışını; bilim ve teolojiyi yeni bir sentez olarak sunan bir felsefeyi koymak gerekecektir. Bu durum, Antikçağ felsefesine yeni bir problem alanının eklenmesi anlamına gelmektedir; ve aslında eklenmiştir. Nitekim Hıristiyan dünyasında felsefe teolojinin bir hizmetkarı olarak görülmüş. İslam dünyası ise felsefeyi ve mantığı bir anlama aracı olarak kullanmıştır.
"Orta Çağ" kavramı, "karanlık çağ" kavramı ile özdeşleştirilir. Bu niteleme Hıristiyan dünyası için geçerlidir; İslam dünyası başlangıçta son derece aydınlık bir dönem yaşadı; fakat özellikle XII. yy' dan sonra karanlık bir döneme girildi. Çünkü İslam dünyasında "bilim, felsefe-teoloji" ilişkisi kendini yenileyemedi. İlginçtir, bugün İslam coğrafyasında bu ilişki hala eski haliyle yorumlanmaktadır. Bu çemberin kırılması, söz konusu üçgenin yeniden inşa edilmesi kaçınılmazdır. Bunu yapabilecek ülke, Türkiye'dir. Çünkü Cumhuriyet ile birlikte bu çember kırılmıştır (Bkz. Antalya Felsefe Toplantısına sunulan bildiri). Şimdi yapılması gereken, bu üçgeni olması gerektiği şekilde kurabilmektir. Günümüzde Batı felsefesi, biraz yakından bakılırsa, bu üçgeni nasıl yeniden inşa ettiği görülür. Kant, Hegel, Nietzsche, Heidegger, Husserl başta olmak üzere batılı filozoflar tam da bu çizgiyi sürdürmüşlerdir. Nitekim teoloji sadece ilahiyatın konusu olarak değil, bilim ve felsefenin de konusu olarak ele alınmıştır. İlginçtir bu ilişki Orta Çağ'da İslam dünyasında kurulmuş ama zamanla kendi iç dinamizmini yitirmiş ve kısır bir döngü oluşmuştur. Bu döngüyü kırmak elbette basit değildir. Çünkü asıl hikaye, günümüz İslam teolojisinin kavramlarının yeniden tanımlayabilmekten geçmektedir. Bu süreç kaçınılmaz olarak, bilim ve felsefinin çağdaş yorumlarıyla birlikte teolojinin yeniden inşa edilmesini gerektirmektedir.
İslam dünyası, Antikçağ felsefesinin bir aktarıcısı olarak görülür ve yeni bir katkısının olmadığı ileri sürülür; fakat aslında bu dönemde teoloji, bilim ve felsefe ile ilgi içinde yeniden yazılmıştır. Bu olağanüstü sentez özgün doğuş koşullarını yok sayarak, yani felsefe ile bilimi dışlayarak, günümüzdeki varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Nitekim, Avrupa'da özellikle XV. Asırda başlayıp XVII. Asırda güçlenerek ortaya çıkan bilimsel ve felsefi görüşler İslam dünyasında bir yankı bulamamıştır. Yapılması gereken, felsefenin çağdaş fizikle olan ilişkisi açısından tasavvufa bakışının yeniden inşasıdır; üçgenin yeniden kurgulanmasıdır. Bu üçlü sentezde Aristoteles fiziğinin yerini günümüz fiziğine bırakması, aslında asırlardır gerçekleşememiş ve geç kalmış bir buluşmadır. İslam teolojisi bugün bile Aristotelesçi fizik anlayışının Orta Çağ'da kazandığı özgün formunu korumaktadır. Halbuki Avrupa’daki büyük gelişme, bu üçlünün yeniden inşası sayesinde gerçekleşmiştir. Diğer bir ifadeyle teoloji, ilahiyatın bir dalı olarak değil, bilim ve felsefenin üçlü sentezi aracılığıyla inşa edilmiştir.
Buna karşılık İslam dünyasında Gazali ve İbn Sinacı gelenek halen tartışılmaya devam etmektedir. Bu tartışmaların bütünüyle yararsız olduğu elbette söylenemez; sorun, değişen ve gelişen bilimsel, sosyal, kültürel vb, sorunların yukarıda adı geçen üçgenin dışarına atılmış olması, sadece geleneksel teoloji anlayışı çerçevesinde ele alınmasıdır. Halbuki felsefe, Hegel'in deyişiyle çağın çocuğudur.
Şimdi sıra, cumhuriyet ile birlikte doğmuş olan çocuğun, hangi görüşte olursa olsun, Türk entelektüelleri tarafından adının konulmasıdır. Bu da ancak geçmişi yok sayarak veya onu yücelterek değil, bu süreci bir gelişim çerçevesinde anlamlandırabilecek kavramsal bir yapı inşa etmekle sağlanabilir. Felsefeyi yermek veya övmekle bir yere varılamaz. Buyurun meydan hepimizin!
Not: Değerli görüş, değerlendirme ve eleştirileri için Prof. Dr. Süleyman Dönmez'e, Prof. Dr. Dr. Talat Çiftçi'ye, Prof. Dr. Ali Osman Gündoğan'a, Doç. Dr. Mustafa Türker'e, Prof. Dr. Zekai Şen'e, Prof. Dr. Dr. Mustafa Bozbuğa'ya teşekkürlerimi sunuyorum.
* İstinye Üniversitesi
[1] Farklı üçgenler aracılığıyla farklı ilişkilerin tasvir edilebileceği konusundaki bu açıklamayı yapmama olanak veren değerli meslektaşım Prof. Dr. Dr. Talat Çiftçi'ye teşekkür ederim.
[2] Bu inşa sürecinde Türk asıllı filozofların önemli bir yer tuttuğu bilinmektedir. Bunun sebebi, bu filozofların anadillerinin Türkçe olmasıyla ilişkili olabilir
Yorum
Sayın Ural Uzun zamandır…
Sayın Ural
Uzun zamandır sizden yazılar okuyamıyordum Zorba Dergi ile felsefe ile yeniden bulunmaktan mutluluk duydum. Herkesin okuması gereken yazılarınız için kutlarım. Saygılarımla
Çok faydalandım,değerli…
Çok faydalandım,değerli Şafak hocam
Sağolun.🙏🏻
SIRALAMA
SIRALAMA HATALARININ BASİT/KOLAY ÇÖZÜMÜ
"akademiye önerilir"
Bu konuya neden dahil olmak istedim?
2006-2007 Sezonunda Uluslararası Online Eğitim Kurslarımı açtığımda "inanç > felsefe - sanat > bilim" iskeleti üzerine bütün yapıyı inşa ettim. En başında ilan ettiğim programı 2017 yılı sonunda 10 yıllık bir süreçte tamamladım. Yüz binden fazla kursiyere bitirme belgesi verdim. Çok basit bir sistem kurdum. Her ay bir kitap ve ay sonunda sınavla ders geçme. On temel 2 seçmeli dersi her sene okuttum. O tarihlerde online eğitim günümüzdeki kadar popüler, kullanılır ve işlevsel değildi. Tam anlaşılamadı ama sonrakilere ciddi ilham verdi. Pekçok değerlendirme kuruluşu tarafından ödüle layık görüldü.
Haliyle, çok fazla detayı ve deneyimi var fakat:
Teoloji, Felsefe, Bilim eşkenar üçgen genelleme yapar veya yapmaya çalışırken insan zihni ve dolayısıyle insanlık tarihi ilerleme çizgisinde SANATI asla dışlayamazsınız. Eğer sanatı bu çizginin dışında tutarsanız ciddi tutarsızlıklar oluşur. Burada dikkat edilmesi gereken mantık çizgisini hangi yöne doğru ve hangi hızla hareket ettirirseniz ettirin o çizginin asıl kendisinin sanat olduğu gerçeğini gözardı etmemenizdir.
İnanarak başlayan insan bir süre sonra düşünerek bilim yapmaya başlar, kendini burada zorunlu hisseder. Mecburdur. Herkes değil ama mutlaka ama mutlaka biri/birileri BU işi yapar. Bu işleyişin tümü sanat duygusu, arzusu, hissiyatı, ilhamı, akımları, çeşit veya dalları olmadan olmaz. Teolog, filozof veya bilim insanı da olsa diğer tüm canlılardan farklı olarak insan beyninin önlobu ile organize edip yönetirken hisleri ile bu hareket/canlılık/üretim yaratım tamamlanır.
Eğitim Programı tecrübelerimiz ile ilgili detaylı bilgi arayan veya isteyen değerli araştırmacı veya akademisyen "Tebder Eğitim Faaliyetleri" ne bakabilir.
Sevgi ve eğitilmiş bir dünya dileğimle...
Yeni yorum ekle