Ah!Ankara!
Çocukluk ülkem,
Ulus,ah!
Çocukluk ülkesine gitmek, unutulmuş anıları hatırlayıp coşturmak, çağrışımları yakalamak demek. Eski Ankara’daki evini, çocukluğunun sokaklarını böyle benim gibi merak edip de giden kesinlikle olmalı. Ya da bu evlerden başka, hangi şehirde hangi ev, böyle oynayan, avludan dışarıya çıkmak için can atan bir çocuğu yıllar sonra geri çağırmakta, kulağına fısıldayarak,
‘Buraya gel, dön gel, geç şu köprüden ’demekte acaba?
Dokuz-on yaşıma kadar çocukluğumun önemli yıllarını yaşadığım Ankara’daki semti, uzun yıllardan sonra ilk kez görüyordum. Belleğimin başlangıç sınırındaki evimiz virandı. Zavallı hali öyle bir dokundu ki içime, yıkılan, yok olan diğer mahalleler, sokaklar gibi bu sokağın da yıkılmış yok olmuş olmasını düşledim bir an. ‘Keşke yıkılmış olsaydı’, bile dedim içimden. Yo, böyle bir şey dilemedim. Kimse dilemez. Henüz yıkılmamış olduğu için sevindim bile. Hem de çok.Ulus’da, Mısak-ı Milli Mahallesi Tayyare sokakta yapayalnızım işte. Pek çok evin kapısı kilitliydi. Çapraz çakılmış tahtalarla kapılardan içeriye giriş daha da zorlaştırılmıştı. Metruk mahallenin kimsesiz evsizlerin, ayyaşların, tinercilerin barınağı olmasından korkuluyor olmalıydı. Ne zaman yıkılacaktı bu evler kimse bilmiyordu. Onarım ya da restorasyon umutlarını çoktan yitirmiş kalın kalın defterlere fişlenmişlerdi besbelli. Kararverilmişti. İçinde yaşanılmazdı. Yıkılma tehlikesi vardı. Yangın da. Oysa bu sokak bir zamanlar bizim koşuşturduğumuz, coşkulu, vefalı, saygılı komşulukların, dostlukların yaşandığı, insanların birbirlerine bey, hanımefendi diye seslendikleri, kabul günlerine, davetlere, insanların şık döpiyesler, işlerine tertemiz ütülü pantolonlar, kol düğmeli, beyaz gömlekli, kravatlı takım elbiseler giyerek gittikleri, kadınların ondüleli saçlarına yüzlerini yarım örten tüllü, tüylü, bakmaya doyamadığım minik şapkalar taktıkları, Bayramların şekerler, reçellerle, Paskalyaların renk renk yumurtalarla, çöreklerle, Ramazanların iftar davetleriyle sarmal, tasasız art niyetsiz, ayrımsız olağanüstü bir sevinçle yaşandığı önemli bir sokaktı. Buradaki benim tanıdığım bütün o insanlar, bir zamanlar aynı yaşamı sürdürmüş, aynı dostlukları paylaşmışlardı. Yan komşularımızın bahçelerinden yaz akşamları ya Celal Amca’nın çaldığı tamburun ya da radyodan yayılan fasılın sesi gelirdi.
Bir sokak öteye gittiğinizde uzaktan Peruz Abla’nın piyanosunun ruhu ele geçiren sesini duyardınız. Ben hep o narin sese yürürdüm. Piyano sesi duygularımı okşardı ama çalmayı, çalabilmeyi hiç hayal etmedim. Piyanoya uzak, ama müziğine çok yakındım.
Anafartalar Caddesindeki Atatürk Birinci İlkokulu benim ilk okulumdu. Cumhuriyet döneminde Ankara’da yapılan ilk, ilkokul binasıydı. Örnek okul, numune yani. Tarihi bir yapınefis mimarisiyle Cumhuriyet sonrası kentleşmeye başlayan Modern Ankara’nın simgelerinden biriydi. Şimdiki okulların yanında bir minyatür güzelliğiyle eski Adliye binasının hemen yanı başında, bakmalara doyamadığım sarı boyalı, yan yana iki binaydı. Restorasyonla-nasıl bir restorasyon ki- geçmişe dair pek çok özelliğini yitirmiş olsa da şükrediyorum, çünkü hiç olmazsa yıkılmamış ayakta. Sınıfımızdaki piyanoyu merak ediyorum.Son derslerimizde Bursa Kız Öğretmen Okulu mezunu öğretmenimiz Bedia Subaşı,ya piyano çalar ya keman çalar hala unutmadığım çocuk şarkıları öğretirdi bize.İlk inşa edildiğinde önünde geniş merdivenler varmış okulun. Öğrenciler, o görkemli merdivenlerden çıkarak girerlermiş okul bahçesine. Yıllar sonra adı tarihten silinmiş erk sahibi birilerinin izniyle o merdivenler yıkılıp yerine dükkanlar yapılmış.
Atatürk Birinci İlkokulunun, yüksek kafes tellerle kaplı yan duvarına, teneffüs zili çaldı mı, merakla koşardık. Çünkü, şimdi Kültür Bakanlığı’na ait olan bu bina bizim zamanımızda adliyeydi ve bizo binanın avlusunu çok merak ederdik. Eski model, o zaman için bize bile külüstür gelen, küçücük pencereli, hem de kafesli cezaevi arabalarıyla getirilen mahkumlar, omuzları tüfekli jandarma eşliğinde indirilir, tıpkı Türk filmlerindeki gibi elleri kelepçeli adliye binasının arka kapısından içeriye sokulurlardı. Jandarmaları, mahkumları, oradaki hareketi koşuşturmaları, ağır demir kapıların açılıp kapanmasını, öfkeli tartışmaları, bağırış çağırışı, ağıtları okulun bahçe duvarlarına yapışır pür dikkat seyrederdik. Ellerin öyle kelepçelenmesinin bir insanın yaşamında ne büyük bir travma olabileceğini bilmeden, olup biteni uzaktan, çocuk gözlerimizle şaşkınlık, acıma biraz da üzüntüyle seyrederdik. Gördüklerimizin ardındaki olay, durum, gerçek, yaşananlar ne olursa olsun, bir insanın ellerinin kelepçelenmesinin, öyle jandarmaların arasında getirilip götürülmesinin,kafes pencereli o sevimsiz arabaya bindirilmesininruhumuzda derin izler bıraktığını düşünüyorum. İbretlik dersler de çıkartmış olmalıyız. Sokak aralarındaki Hırsız –polis oyunlarımızı kurarken, hep polis olmayı istemelerimiz, belki de bu yüzdendi. Hırsız olmaya gönüllü olanımız hiç çıkmazdı. Oyunda bile olsa, er geç yakalandığımızda jandarmaların arasında kelepçeli yürüyebileceğimizi düşünmek ürkütürdü bizi. Hırsız damgası yemek kadar korkunç bir şey yoktu. Ama oyun kurmak için her zaman suç işleyen bir hırsız gerekliydi. O hırsız, mutlaka olacaktı, olmalıydı, hırsız olmazsa polis olmak bir işe yarar mıydı? Sayışırdık bunun için. Kim çıkarsa o, istese de istemese de hırsız olup bir şey çalacak sonra da adaletten yani bizden kaçacaktı. Bütün becerisini, gücünü, zekasını kullanıp biz polislere ip ucu vermeyecek, yakalanmayacaktı.‘Ooooooo! Oomorizon,Kipirizon,mendili ipek,kendisi kö-pek-taş- be- bek! Sen çıktın!Hırsızsın! Çal kaç hadi!
Kaaaaaaççç.!’Kimimiz polis, kimimiz hırsız olmayı, mecburen işte bu oyunlarda öğrendi.
‘Liseyi bitirip, üniversiteye gidinceye kadar, Misak-ı Milli, Doğan Bey, Hacı Doğan Mahallelerinin taş döşeli pek çok sokağındaoturmuştuk. O yüzden, o sokakları çok iyi bilirim ben. Bu kestirmeler, patika çıkışlar, çıkmazlarla dolu sokaklardaki kira evlerimizde, yeni komşuluklarımızda, pek çok insan tanıdım. Benim için önemli olanları unutmadım ama önemsemediklerim de varmış, şuur altım üstünü örtüp gizlemiş demek. Anılar gözle görülür bir biçimde kaybolup bir pusun ardına gizlendiğinde, şeffaflığı onu ulaşılabilir, daha bize ait, daha gerçek kılarken, aynı zamanda daha mesafeli, daha dokunulmaz, daha kırılgan yapıyor. Anılar harman işte bu ülkede. Tayyare Sokak'tan çıkarken dönüp baktım. Hayaletleri taşıyan hafif esintide, adımlarımı kaçarcasına atarken, anılarım, benden daha bitkin daha üşümüştü. Şimdiki zamanın ötesinden uzanan gölgesiyle, sokağın ucundan görünen Gazi Lisesi parçalanmıştı. Büyük, geniş bahçesinin içinden geçirilen bulvar, öğrencilerin cıvıldaştığı, heyecanlı Futbol, Voleybol maçları yaptıkları gözümdeki o büyük bahçeyi yok etmiş, tarihi okul binasını da köşeye kıstırıp utancını saklamıştı. Evimizin önünden, ellerinde deri okul çantalarıyla, Gazi liseli olmanın gururuyla okula doğru yürüyen erkek öğrencileri düşündüm, yoktular. Annem, sık sık 'hak-ı yeksan' derdi. Şimdi her şey öyle burada. Yerle bir. Tuz-buz darmadağın. Sokağın alt köşesindeki demirciler, ağır balyozlarla, demir de dövmüyorlar artık. O adamları, çalışırken seyretmek, ne güzeldi. İzin verdiklerinde, çatırdamaya başlayan mavi dumanlı ateşi körüklerken ben de onlar gibi demirciydim. Yardım ettiğimi, bir işe yaradığımı sanmamne doyumsuz bir haz ne büyük bir yanılgıydı. ‘Kedinin sidiği, denize faydaydı’, anneannem’ den öğrenmiştim. Dövülerek biçim verilmiş kızgın demirin, su dolu tenekeye batırıldığı o büyülü anı, o sihirli fokurdamayı nasıl da merakla bekler, nasıl da şaşkınlıkla izlerdim demirci amcaları. İnsanın, demiri su ile buluşturmasına ilk kez tanık olup şaşırışım o demirci dükkanındadır. Kor demirin su dolu tenekeye batırılışında, en çok acı çekenin, su mu, yoksa kor haldeki demir mi, ya da insan mı olduğu, önceleri hiç aklıma gelmezdi.
Hangisi daha güçlüydü. Su mu, ateş mi?
Ateş, suyu buharlaştırıp uçururken, su ateşi söndürüyor; o küçük su dolu kovada, birbirine zıt iki güç, insan eliyle buluşup başkalaştırılmış bir güce dönüşüyordu.Kor demirin çeliğe dönüşmesine tanıklığım, çeliğin, demirden daha sağlam, daha esnek, insan zekasının bütün bunların üstünde, daha kıvrak, daha yaratıcı olduğunu öğrenişim de oradadır. Maden devrinde, demir cevherini eritip ondaki gücü ortaya çıkartanın insan olduğunu henüz okulda öğrenmemiştim. Ama sonradan, suyun ateşteki gücünü, kor demirin o güçteki çaresizliğini, çaresizliğin de olumlanarak dönüştürücü olabileceğini, bunu bazı insanların başarabildiğini kavrayışım da hep o demirci dükkanındadır. Alınlarından ter damlarken, örste demir dövüşlerini merak ve hayranlıkla seyrettiğim o demirciler de yok bu sokaklarda, ben de yokum artık.
Ayaklarıma dolanıp yerçekimine inat, yokuş yukarı ağır ağır aktım. Sokakların birinden diğerine sapıp kıvrıldım, sonra da dosdoğru uzaklaştım. Pala, Tan, Altan, Doğan, Taşdöşeme, Kırgız, Çetiner, Çataldağ Sokak’ tan indim, çıktım sokaklar ağında dolandım.
Bir magma, erimiş cevher gibi taştım yollardan.
Çerkes sokakta yürürken, birden Suluhan sokağa çıkan o patika kestirmeyi gördüm. O dar, dik yokuş, o toprak patikaya yöneldim. Bomboş sokaktan, ürkütücü yan sokaklara sapmak istemeden çocuk adımlar ata ata sanki bir zamanlar buralarda hiç yürümemişim gibi acemice yürüdüm. Taşların çizgilerine değil de yalnızca ortalarına basa basa ilerledim. Tabanlarımı yere ‘pat pat’ vurdum darbeci askerler gibi. Seksek oynayıp hopladım çocukça. Beni kimse görmedi. Ama ben buralara gelirken sokakları böyle ıssız düşlememiştim. Gördüklerimle gerçeklikten saptım. Etrafımdaki sessizlik ölüm sessizliği, yalnızlıktı. Ulus’taki bu sokaklar ağı, bu mahalle, saklısında hüzün veren, kurgulanmasından korktuğu benim de bildiğim yıllanmış öyküler barındırıyordu. Gerçeğin böyle gündüz gündüz, aydınlıkta olmayıp gecenin, uykunun ve düşlerin derinliğinde olduğunu düşündüm. Yalnızlaşmaktan korkup sokağın ucuna doğru kendimi kovalayıp kaçarken durdum birden. Geçmiş geçmiştir biliyorum. Ama ben bugün, buralarda, bu sokaklarda, çıkmazlarda hep geçmişi, eski Ankara’ya ait toprak olan insanları anımsadım.EskiAnkara’yı yaşamış bütün o yitik insanları andım. Gözüm acıyor. Burnumun direği sızlıyor. Hiçbir yere sığamadan ‘Çocukluk Ülkem’ de yürüdüm. Yürüdüm.‘Siz de çocukluk mahallelerinize sokaklarınıza evlerinize gidip insanın,geçmişin ve geleceğin köprüsü olduğunubenim gibi gözlerinizle görün.
Köprü, zaman değil ‘Çocukluk Ülke’ lerimizde’. İnsan.
Anılarına sarılıp zamana meydan okuyan insan.
Biziz.
Yorum
Ah!Ankara! Çocukluk ülkem,
Ahh!canım İnci!Sevgili arkadaşım,
Yazını okurken yavaş yavaş ben de Çocukluk ülkeme gittim..Benimki Ahh!İstanbul..Samatya..Kocamustafapaşa.öylesine duygulu.zaman zaman gülümseten,acıtan satırların ile dile gelmişti ki çocukluk ülkemiz ben de benimkinde buldum kendimi..
Eline,yüreğine,Kalemine sağlık güzel arkadaşım..Bu sıkıntılı,yüreğimi daraltan günlerde çok iyi geldin bana..
Her okuyanı kendi çocukluk ülkesine götürmesini diliyorum bu yazının.❤️
İnci Gürbüzatik farkı; ben…
İnci Gürbüzatik farkı; ben onun Ah! Ankara' sını iştahla okur, satırları kovalarken, o bizi geçmişin salıncağında bir ileri bir geri sallıyor. O sokaklarda kendisini kovalayıp kaçarken biz de Hansel ve Gretel gibi ekmek kırıntılarını takip ediyoruz, çocukluk evlerimizi, sokaklarımızı bulmak için.
Ah Ankara denemesi üzerine
İnci Hanım,tebrik ediyorum.Kaleminiz,yüreğiniz sağolsun.Ne de güzel betimlemişsiniz çocukluk yıllarınızı,sokakları,mekanları,insanları...
Kutlama
Demirci çok duygulandı...
Ah Ankara
Ne guzel anlatmışsın. Çocukluk evi coktan yikilmis eski bir Ankara'li olarak içim sızladı. Kalemine sağlık .
Makalenin duyumsattıkşarı
İNCİ GÜRBÜZATİK … gerçek bir edebiyatçı. Ufku,Dili, Duyguları, Donanımı ve Kalemi ile okuru hayran bırakıyor. Bence ANKARA için yazışmış en güzel Metin.. Bu vesile ile tüm okurlara bir de “MİSLET ROMANINI OKUYUN İNCİ HOCANIN
nasıl döktürmüş o satırları Ankara rüzgarı gibi” derim Kendisine övgü az kalemine sağlık diyorum💌
Küçükceylan
Sevgili İnci Gürbüzatik,
Evlerle, sokaklarla, caddelerle, okuduğumuz okullarla anılarımız, çocukluğumuz, gençliğimiz görünürleşiyor,
yitip gitmiyor.
Yaşadığımız yerlerin hızla değişmesi, hızla betonlaşması anılarımızı da bizden koparıyor.
Çocukluğunuzun, gençliğinizin biçimlenip geçtiği yerleri, harabe de olsalar, görebilmenin heyecanına, mutluluğuna yazınızla ben de katıldım.
Gönlünüze, kaleminize sağlık...
Ah! Ankara!
Yazar İnci Gürbüzatik' i içtenlikle kutluyorum.Muhteşem romanı Misket' i de okumuş kişi olarak birkez daha hayran oldum kalemine.Tebrikler...👏
Ah Ankara
Emeğinize sağlık İnci hn. Ben de bir zamanlar İstanbul’da doğup büyüdüğüm evin sokağını aradığımda büyük bir hayal kırıklığı yaşamış ve keşke o eve gitmeseymişim demiştim. Ev yerinde duruyordu fakat güzelim bahçesine yapılan iş hanı eve ve hayallerime ulaşmamı engellemişti. Kırılma yüksekti…
Tekrar emeklerinize sağlık İnci Hn.
Yazınızda Anafartalar…
Yazınızda Anafartalar caddesi, Kale ve çevresini okurken beni de çocukluk yıllarıma götürdünüz Ankaranın çocukluğumdaki o güzelliği kalmadı Meyve bahçeleri içinde tek katlı evlerin olduğu benim çocukluğumun da geçtiği o şirin semt
Bahçelievlerin bahçeleri gitti evleri kaldı. Ankaranın eski bağları, mahalle ve komşuluk
İlişkileri de pekçok yerde silindi. Başkentin hızlı değişmesi, değişirken betonla çirkinleşmesi ne zaman son bulur?
Mükemmel bir metin…
Mükemmel bir metin. Başlığını "Çocukluk Ülkem" koydum. Tabii ben MİSKET adlı kitabınızı da okuyan çok şanslı bir okurunuzum. O da unutulmaz metinlerden biridir.
Anlattıklarınız gözümde…
Anlattıklarınız gözümde canlandı İnci GÜRBÜZATİK. Çocukluk ülkenize gittim. Mihmandarım sizdiniz. Sizinle çalışıp çırağınız olmak varmış usta! Yine de tanışmış olmamız bile benim için kazanım diye düşünüyorum. Kaleminiz hiç kurumasın usta. Sular seller gibi hep aksın aksın aksın... Saygılarımla.
Anlattıklarınız gözümde…
Anlattıklarınız gözümde canlandı İnci GÜRBÜZATİK. Çocukluk ülkenize gittim. Mihmandarım sizdiniz. Sizinle çalışıp çırağınız olmak varmış usta! Yine de tanışmış olmamız bile benim için kazanım diye düşünüyorum. Kaleminiz hiç kurumasın usta. Sular seller gibi hep aksın aksın aksın... Saygılarımla.
Çocukluğum orada geçmese de…
Çocukluğum orada geçmese de yazını okurken seninle birlikte gezindim o ihmal edilmiş, gözden uzak mahalleleri. Misket'i okurken de yaşamıştım bu duyguları.
Bir iki hafta önce, Eşimin ZETİNA marka makinesinin ayarı bozulunca, Anafartalar caddesinde aldık soluğu. Yürüdük biraz oralarda. Atatürk Birinci Okulu dediğin okulun bahçesinde çok büyük bir levha üstünde "Atatürk İmam Hatip Lisesi" yazısını görünce kendimizi çok kötü hissettiğimizi söylemeliyim. Ağız dolusu küfrettik. Atatürk'ü imamla, hatiple yan yana görmek ne büyük bir acı. Sağ ol canım. Haber vermen iyi oldu. Zevkle okudum.
Yeni yorum ekle