Bir Sevdanın İzinden...

Edebiyat

Bir Sevdanın İzinden...

Yücel Feyzioğlu


Size bir gizimi anlatayım. Kars’ta Rus asıllı Malakanlar yaşardı. Küçükken onlardan birinin kızını sevmiştim. Adı Sonja’ydı. Babası David dayının değirmeni vardı. Babam, “Öğretmenden izin al, yarın un öğütmeye gidelim,” dedi, kanatlandım.Bahar gelmiş, karlar erimeye başlamıştı. Kuyudan buğday çıkarıp arabaya yükledik.

Gece yarısıydı. Buğday çuvallarının üstüne uzanmış, yıldızlara bakıyordum. Ay batmıştı. Gökyüzü alabildiğine derin... Babam ‘yaylı’ dediğimiz iki tekerlekli paytonuna binmiş, önden gidiyordu. Öküzlerin çektiği yük arabasında ise komşumuz Kıyas dayı ile ben düşlere dalmıştık. Şosenin çakılını ezerek geçen hantal tekerleklerin sesi, sol yanımızda şırıldayan Kars Çayı’nın sesine karışıyordu.

Değirmenin önüne geldiğimizde ortalığın elektrik ışığıyla gündüz gibi aydınlandığını gördük; her yan araba doluydu.Çarkların uğultusu vadinin dik yamaçlarında yankılanıyordu...

Babam ile Kıyas dayı ellerini birleştirip kocaman çuvalları kollarının üstüne yatırarak oflayapoflaya içeri taşıdılar. Kıyas dayı ile at ve öküzleri ahıra bağlayıp birinci kata çıktık. Işıkların önünü kaplayan taze un tozunun kendine özgü, sıcacık kokusu vardı. İçerisi silme insan ve çuval doluydu, sıraya girmişlerdi.

Değirmen sahibi David dayıydı.Davit dayı ile babam ayaküstü konuşurken ben çarklara gittim. Upuzun kayışlar birinden ötekine giderek bir ritm halinde çarkları çeviriyordu. Buğday dolu dev iki huninin alt kapakları tek düze tıkırtıyla açılıp kapanarak, eleğin üstüne, oradan da yatay çalışan alt kattaki değirmen taşlarının arasına buğday akıtıyordu... Yepyeni bir dünya keşfetmiştim...

Bu dünyayı Malakanlar kurmuşlardı. Kars’ın değirmencisi, kaşarcısı, demircisi, dişçisi, makinisti Malakanlardı. Kars, Malakanlarla sanayileşmişti... Daha 1950’li yıllarda biz makine tırmığı, biçer, bırışka, macarka gibi gelişmiş yük arabalarını ve at kızaklarını kullanıyorduk. Bunlar Malakanların eseriydi.

Değirmeni bir örtü gibi sarmalayan güneş ışınları pencereden üstüme inerken uyandım. Sıra bize gelmişti. Tatlı tatlı gerinip sevinçle çuvalların üstünde doğruldum. Buğdayları öğütüp unu çuvallara doldurduk. David dayının: “İsacan, Anuşka bacın kahvaltı hazırlamış, buyrun gidelim,” diyen yorgun ama içten davetini duydum.

Fakat babam: “Çok sağ olsun David usta. Biz yiyeceklerimizi getirdik,” demez mi!

Sevincim kursağımda kaldı. Bir Malakan evi görmek istiyordum. Israr et! Lütfen ısrar et! diyen bakışlarımı David dayıya çevirdim. Unlu parmaklarıyla saçlarımı dağıtırken kaşlarının üstünde kalınlaşan un tozları üstüme döküldü. Masmavi bakan gözlerinin ışıltısı olmasakardan adam gibiydi...

“Olmaz öyle şey İsa can,” dedi kararlı bir sesle. “Sofra kuruldu. Bizi bekliyorlar.”

Babamın verecek cevabı kalmadı. O anda oğlu Mişa içeri girdi. İşiMişa’ya bırakıp birlikte çıktık. Önümüzdeki dağın heybeti geceyle birlikte yok olmuş, onun yerini alçak tepeler ve pırıl pırıl bir mavilik almış, ayaz da yumuşamıştı.

Su kıyısından ilerleyip bente yaklaşınca Anuşka halayla kızı Sonja’yı gördüm. Anuşka halanın kırlaşmış gür sarı saçları çenesinin altından bağladığı baş örtüsünden taşmıştı. Sonjaise altın sarısı saçlarını kalın bir örgüyle sol omuzundan öne sarkıtmış, örgünün ucuna kurdelabağlamıştı. Çimenyeşili gözleri su duruluğunda; tertemiz, mahzun bakıyorlardı. Burnu minicikti. Burnunun üstünde küçük küçük çiller vardı. Bedeni ince, boyu benden biraz uzundu. O anda onu sevdim.

Artık birlikte ödev yapacak, birlikte oynayacaktık. O beşinci sınıftaydı, ben dört. Değişik bir dili vardı; anlamıyordum. İki dil bildiği için onu kıskanıyordum. Belki bu yüzden başka insanları, başka dilleri ve coğrafyaları çok merak ediyordum.

Hele sınırımızın öte yanında kalan akrabalarımız beni o kadar çekiyordu ki... Ne elim yetiyor ne de gücüm çatıyordu.

Bir gün Malakanlar Kars’tan göçmek zorunda kaldılar. Onları yolcu etmek için Akyaka sınır kapısına gittik. Ana baba günüydü. Birçok insan akrabasını bulmaları için Malakanlar’a yalvarıyor, mektup veriyordu. Sonja da gidiyordu; ağlıyorduk... Biz de Sonja’nın babası David dayıya mektup verdik. Gittiler. Yüzümü doğuya dönmüş, oradan bir ses, bir haber bekliyordum...

Sonunda akrabalarımızdan haber geldi. Ama Sonja ile olan iletişimimiz koptu... Onu hiç unutmadım. Büyüyünce ben de Rusya içlerine, Türk dünyasına açıldım... Binlerce yıllık masal hazinesini bulacak, Sonja’yı arayacaktım. Efsane ve masalların içindeYartı Kulak’ı bulunca çok heyecanlandım. “Yarım Kulak çocuk” anlamına geliyordu. O, Parmak Çocuk gibi bir masal kahramanıydı. Ama tek bir masal değil, tam yirmialtıYartı Kulak masalıydı. Benim kanıma göre MS.448 yıllarında Yartı Kulak Atilla ordularıyla Fransa’ya kadar gitmiş, orada “Parmak Çocuk” masalına dönüşmüş, onu da 17.yy’da Charles Perrault derleyip kaleme almıştı.“Parmak Çocuk” beş sayfalık bir masaldı, Yartı Kulak’ı ise ben 160 sayfada çalışıp yayınladım,roman gibi. Türk kültürünün bir şah eseriydi. Ne yazık ki çocuklarımız yabancı edebiyatla büyürken Yartı Kulak’ı bilmiyorlardı.

PekiSonja’yı buldum mu diye merak ediyorsunuz değil mi? O uzun, acı, duygulu ve gizem dolu güzel bir hikâyedir. Şimdi onun üstünde çalışıyorum.Onu yazmadan masallara öncelik verdim. İstedim ki çocuklarımız ve aileleri çok köklü klasik eserlerimizi tanısınlar. İstedim ki yabancı edebiyatın bu kadar öne çıktığı günümüzde aileler çocuklarımızı ortak kültürümüzle büyütsünler. İstedim ki çocuklarımız dünya kültür bahçesinde kendi renkleriyle yürüsünler. İstedim ki Yartı Kulak da dünya çocuk ve aile edebiyatı içinde hak ettiği yeri alsın. Çocukların dilinde ezber olup anlatılsın.

 

Yartı Kulak’tantadımlık bir giriş:

 

Yartı Kulak

 

Doğru mudur yalan mı, gerçek midir hayal mi, bilinmez. Bu masalın güzelliğinden kimse şüphe etmez: Bir zamanlar yaşlı bir Dede, kızgın çölden geçiyormuş eşeğin üstünde... Eşek deveyi çekiyormuş, un çuvallarını da deve. Deve de yorgunmuş, eşek de... Şafağa kadar değirmende un öğütmüş dede, kolu kanadı güçten düşmüş. Köye kadar yol uzun... Yol çölden geçiyormuş. Bu yolun nerede biteceğini kimse bilmiyormuş. Rüzgâr kumları serpiştiriyor, dedenin gözlerine dolduruyormuş. Kumlar bir öteye, bir beriye yığılıyor, bu çöle insanlar, ‘Karakum Çölü’ diyormuş.

Dede bir türkü tutturmuş. Öyle bir türkü ki, kendi yaşı kadar uzun,kendi düşüncesi kadar derin, sakalları kadar ak, yüzü kadar aydınlık...

Bir çocuğum olsaydı,

Yüzü ay gibi parlak,

Bir çocuğum olsaydı,

Gönlü güneş kadar sıcak,

Bir çocuğum olsaydı,

Arı kadar çalışkan...

Çok geçmeden bir ses duymuş yukarıdan. Sanki bir insan sesi: “Hey, ata can, al beni yanına, oğul olayım sana!..”

Dede merakla eşeği durdurmuş. Yolun bir gerisine bakmış, bir ilerisine... Gözlerini çöle dikmiş. Her yan kenger dikeni. Kumlar savrulmakta, gözlerine dolmakta… Heyecanla dinlemiş, aynı ses yine kulağına gelmiş:

“Bir kartal görmek istiyorsan ata can, gözlerini kaldır kumlardan...”

Dede göklere bakmış, orada da bir şey bulamamış.

O ses, daha da yüksekten seslenmiş: “Hey, ata can, bulutlarda kim bulmuş aslan?”

Dede’nin merakı daha da artmış: “Bu kadar saklanma artık, meraktan çatlayacağım,” demiş. “Göster kendini, bulayım seni.”

Minik bir oğlan başını devenin kulağından çıkarmış, Dede’ye neşeyle bakmış, şen şakrak bir sesle cıvıldamış: “İşte buradayım! Tam da yanındayım! Uzat elini, tut elimden, çıkar beni bu dar kibitkanın (çadırın) içinden.”

Dede, oğlanı devenin kulağından avucunun içine almış. Hayretle yüzüne bakmış: Çocuk, saçlarını bir Türkmen çocuğu gibi kazıtmış, yalnız iki saç örgüsünü arkaya atmış.

Dede, sevgi dolu bir sesle: “Senin adın ne?” diye sormuş.

“Hoşuna nasıl gidiyorsa, öyle çağır beni.” Saç örgülerini elleriyle kaldırıp havaya hoplamış, bacaklarını karnına çekip yumuşak bir keçenin üstüne düşer gibi dedenin nasırlı avucuna düşmüş. Dede, başını sallayıp gülmüş.

“Sen nasıl da böyle sevimli bir cücesin? Yemin ederim, deve kulağının yarısından daha büyük değilsin! Yartı Kulak!”

Cüce yine hoplayıp düşmüş. Sevinç içinde: “Böyle çağır beni!” demiş. “Yartı Kulak! Ne kadar da güzel bir ad.”

O günden sonra çocuğun adı “Yartı Kulak” kalmış: Yani yarım kulak.

Dede iç geçirerek: “Sen çok küçüksün Yartı Kulak,” demiş. “Bilmem bana bu yaşlılıkta yardım edebilir misin; yine de çok sevimlisin...”

Yartı Kulak, gözlerini kırpıştırarak yanıt vermiş: “Elmas da küçüktür ata can. Ama yüz deve değerindedir...” Yerinden zıplayıp kalkmış. Kollarını açıp Dede’nin başparmağını kucaklamış. “Ama sana yüz deve verseler de, verme beni... Varlık ve sevinçle dolduracağım evini...”

Dede incitmeden çocuğu avucunda sıkmış, minicik alnına bir öpücük kondurmuş: “Haydi Yartı Kulak, anan yolumuzu gözlüyor, hemen gidelim, ona müjde verelim.” Dedenin sözü biter bitmez Yartı Kulak bir sıçrayışta eşeğin iki kulağının arasına oturmuş.

“Çüş, eşeğim, çüş!” diye seslenmiş. “Bizi hemen eve ulaştır. Yoksa anamın pilavı yanacak, karnımız aç kalacak!..”

Eşek kulaklarını sallamış, hemen ileri atılmış, dörtlü halde yola koyulmuşlar: Önde eşek ile Yartı Kulak, eşeğin üstünde Dede, en arkada deve... Yol, bu kumuldan ötekine geçiyormuş... Bu yolun nerede biteceğini kimse bilmiyormuş. Rüzgâr kumları serpiştiriyor, hepsinin gözlerine dolduruyormuş... Bu çöle insanlar, ‘Karakum Çölü’ diyor, Dede ile Yartı Kulak çölde ilerliyorlarmış...

 

 

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.