Özden Düşerse Ne Kent Ne Taşra… 

Deneme

Özden Düşerse Ne Kent Ne Taşra… 


Meray Gürsoy    


Küçük şehirlerde doğmuş, küçük şehirlerde büyümüş, ilk gençliğini küçük şehirlerde tatmış insanların hayal ile sadakat arasında zihnen geliştirdiği bir harita vardır. O haritanın sınırlarını önce kalp, sonra akıl, derken yine kalp çizer. Pencere kenarında otururken, dar sokaklardan geçerken, açık bir yolda hızla eve doğru giderken yolculuklar kamaştırır insanın içini; ardından gözlerini, ellerini... Duyuları aşan bir yolun özlemi belirir böylece. Keşfetme arzusu, keşfedilmiş olanla yetindirmez artık. Dümene geçer, bazen kişiyi bile karıştırmaz olana bitene. Merak, umuttan önce gelir; keşif, kalpte bütünlenir. Masal biter, hikâye seslenir.

Yollar uzanıp sınırlar genişledikçe deneyim kazanır insan. Köy, kasaba, küçük şehir ve metropol arasında duraksız bir kıyaslamanın içine girer. Kiminin alışıp eskittiği, onun ilk büyük heyecanı olur. Kiminin sıradanı, onun gezindiği ilk ‘‘uç’’ olur. Kiminin kopmak istediği, onun ilk düğümü olur. Heyecanlar ve beklentiler, birbirinden ayrılır. Kiminin en büyük heyecanı, yüzünü ‘‘artık heyecanlanmama arzusuna’’ döner. Yaşamın her noktasına sirayet eden ‘‘denge’’ sözcüğü, kentler ve insanlar arasında da anlam kazanır. 

Zaman, insan ve kent üçlemesi; evrenin en değişken unsurlarının beraberliğini hatıra getirir. Kentler, insana; insan, kentlere benzer. Zaman ise bu çifte her seferinde son hâlini verir. Bir insanın bebekliğinden çocukluğuna, çocukluğundan yetişkinliğine ve yaşlılığına dek süregelen serüvenin izleri; yüzünde, gövdesinde konumlanır. Bununla birlikte değişen şartlara ve yaşayışa göre çerçeve aynı kalsa da bütünün her detayında bir dönüşüm gözlemlenir. Kentler ve insanlar, şahsiyetini zaman içinde bulur. Bulduğunu bırakmadığı sürece ancak dönüşümden söz edilebilir.

Şahsiyet kazanmak, olanlara bir tür direnç geliştirmek kadar samimiyetini yitirmemekle mümkündür. Zira aslı korunamamış hiçbir şey, yarına uzanamaz. Herhangi bir günde, herhangi bir semtten geçerken, bir sahili boylu boyunca yürürken terk edilmiş, kapatılmış, olduğu yerde öylece duran eski bir yapıya bakıp düşüncelere kapıldığı olur insanın. O hiçbir gösterişi ya da iddiası olmayan, kendi hâlindeliğiyle bir köşede konumlanan binaya bakarken tahminler yürütülür, hikâyeler yazılır, her köşesinden anlamlar çıkarılır. Bir şeyin yokluğu nasıl artar demeye kalmadan artan ruhsuzluğun içinde korunan bir ruhu olduğu fark edilir o yapının. Zamanın bir aşamaya kadar hükmettiği, cansızlığından sıyrılmış, ruhunu bulmuş bir varlık...

Maddesel olanın itaatkârı olur bazen de insan. Bütün gayretini lüks olana, pahada ağır olana, en çok dikkat çekene ulaşmak için sarf eder. ‘‘Değişim’’ diyemediği için ‘‘dönüşüm’’le birleştirir kent sözcüğünü. Çünkü dönüşmek, özüne sadık olmayı gerektirir ki başarılması zor olan da budur. Bu yüzden ifadelerle oyalar kendini. Hatıraları, doğayı kucaklayan ve ihtişamı da bu yönünden gelen evleri, dükkânları yerle bir edip yerine taştan, duvardan fazla anlam barındıramayan yapıları koyar. Sonra ‘‘kentli bunalımı’’ndan şikâyetlenir, kaçma arzusundan dem vurur. Köyünü özler, kasabasını özler. Öte yandan ‘‘köylü’’ ya da ‘‘kasabalı’’ nitelendirmelerine de sığamaz. Her fırsatta kentin ona sunduğu imkânlarla büyürken yine aynı imkânlarla küçüldüğünü öne sürer.

Anlaşılması ve anlamlandırılması, pek çok çelişkinin kıskacında olan insanın neye özlem duyduğunu bilebilmek, zordur. Özlem, aslında çoğu zaman ‘‘olamadığı’’na gibi durur ancak ‘‘olduğundan’’ tatmin olamamış insanın kutuplarında daima onu ezen sıfatlar yer alır. Binalar değişir, katlar yükselir, rutubet kokusu yerini türlü esanslara bırakır, rütbeler değişir, fırsatlar değişir... Değişir değişmesine de... Şekildeki değişiklik, içsel bir dönüşümden ileri gelmediği sürece yama gibi durur her cephede. Bu bakımdan bir kültür oluşturmaya yetmeyebilir mevcut unsurlar. Hayata karışmadıkça, onun içinde bir yer bulmadıkça iki farklı düzlem hâline getirir insanı ve kenti. Artık çocukluk ve yetişkinlik, birbirine el uzatmayan iki çağ gibi görülür.

Eğer büyüyen çocuk, yetişkinliği tatmaya başladıktan sonra hayallerini süsleyenin aslını daha net görüp içsel bir uzlaşma yaşayabilirse dar sokaklarda koşturan küçüklüğünü ve mahalle kültürünü yadsımakla bir ‘‘kentli’’ bilinci oluşturamayacağının farkına varır. O noktada iki uçtan birini seçmenin, diğerinden üstün tutmanın ancak kazananı olmayacak bir ego rekabetini sürdürmek olacağını öğrenir. İnsan; ayrılıkların, aykırılıkların ve sentezlerin etkisinde bir varlıktır. Bundan duyarını yitirmiş, salt şekilci bir bağlam yaratmak; varlığın özüne tanık olmaktan vazgeçmektir. Bu sebeple gerçek modernlik, geçmişi silmek ve sırtından atmak anlamına nasıl gelmiyorsa gerçek muhafazakârlık da dönüşüm ve gelişimden yüz çevirmek değildir. Zira özü bilinmemiş, özüne ulaşılmamış yer, ne taşra ne de kent kabul edilebilir.
 

Yorum

Ceren G. (doğrulanmamış) Ct, 16 Temmuz 2022 - 18:37

Güçlü ifadeleriniz derin bir hüzünle yüklü. Dilerim bir ironidir . Taşrada ajan nehirler daha özgürdür. Sevgilerimle

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.