Beyaz Atlet

Öykü

Genç kızlığımda bile böyle göğüs görmedi, dedim derin bir solumayla kendime. Öyle sıkı iğnelerdim ki atletimi, dümdüz görünürlerdi. Oğlan çocuğunun giydiği kazaktan fark edilir, benimki edilmezdi. Filizin topraktan fırlayıp başak oluşu engellenir mi? Ben, kızmememin yıkandıkça çekmiş kazağımdan bile belli olmasını önlerdim.

Onları minicik dantelli beyaz atletimin arkasına hapsederdim. Kafasını yerden kaldırmaya çalıştıkça, iç çamaşırıma tutturduğum çengelli iğneli yerler bir bir yukarı çekilir, buna direnemeyen atletim tutturulduğu yerlerden yırtılırdı. Mücadeleyi asla bırakmaz, yine iğnelerdim. Annemin kafasını epeyce yormuştu, atletlerin sürekli aynı hizadan delinmeleri. Ancak, onunki meraktan daha çok, sürekli yenisini alma derdiydi. Baskılardan kurtulamayan kızmemem o yüzden hep yere baktı.

Karşımda oturan kadın çağrıştırdı bana bunları. İri omuzlarını güçlükle tutan, ince ip askılı beyaz atletinin aldırmaz görüntüsü, kendi ergenliğimi hatırlamama sebep olmuştu. Onları yok sayma uğraşım, varlığını inkâr etme gayretim, bilmeden içimde yer etmişti demek. Gözümün takıldığı, kaybolacakmışçasına dip dibe oturmuş insan yığını içinden seçtiğim herhangi birinden ziyade, saklamak için sürekli bir şeyleri bozmak, zarar vermek zorunda kaldığım yırtık atletimdi.
    
Burası, San Marko Meydanı, Dükler Sarayının önü. Mahşer kalabalığının içinde, gondollara binilen yere yakınım. Yerime çökmeden önce biraz hediyelik eşyalara bakındım. Tişörtler, çantalar, biblolar… Önce, seçeneğin fazlalığından mı, yoksa depreşen huyum yüzünden mi, kararsız kaldım. Fakat son turda gözüm çevreye daha bir alışmış olacak ki en doğrusunu bulduğuma inanarak, herkese aynı hediyeyi aldım. İçini birkaç düzineye yakın rengârenk murano camlı küçük kolye kutularıyla doldurduğum büyükçe bir çantayla, meydanın sol köşesindeki basamaklara oturdum.  

Bizimkiler gondollara binip gittiler. Benimle birlikte birkaç kişi daha uzaktan gidenlere el salladı. Meydanda öbek öbek insanlar, uğultu, müzik, bağırış… Öyle ki oturduğumuz en az on asırlık, -eskiden süt beyaz mermer olduğu her halinden belli- soluk zemin yarılıp,  hep birlikte denize düşecekmişiz korkusunu yaşıyorum. Yan taraftaki restoranın önünden keman ve viyola sesleri umursamazca arada bir yükseliyor. İki sigarayı üst üste içiyorum. 

Gözüm başka yerlere takılı kalmışken, uzaktan tanış olduğum kafile gitmiş. Kapalı gişe oyununa bilet bulma çabukluğunda, yerleri hemen dolmuş. Çocuklukla ergenlik arasındaki şaşkın halim de, bu beyaz atletliyle birlikte kayboluyor.
Tanımadığım insanların ardından, yine yalnız olduğum aklıma geliyor. Gondola neden binmediğime hayıflanıyorum. O binmediği için vazgeçmemiş miydim? Oysa ilk defa gelenin hac vazifesi yapar gibi mutlaka gondolla dolaşması gerektiğini kaç kere söylemişti. Gözüm şimdi boşuna arıyordu onu. Buluşma yerinden ayrılmamamı tembihleyip, bir yere yetişecekmiş gibi çarçabuk görünmez oluyor. 
    
Bir taraftan iyi geliyor kalabalıkta tek başına, boş boş bakınmak. Başkasıyla sohbet etmeye gösterdiğim çaba, kendime yaptığım eziyetten başka bir şey değildir, çoğu kere. Bazen hatalı söylediğimi düşündüğüm bir tek laf bile, düzeltme telaşım yüzünden kaçıp kurtulmaya zorlardı beni. Tam tersi olduğunda bu sefer, bana söylenen sözün saçmalığını anlamamış görünmek için olmadık işlere bulaşırdım. Saf saf bakma yapmacıklığımın anlamsızlığından, neden karşılık vermediğime pişman olma halimin gereksizliğinden, gününü gösterememenin acizliğini başka sohbetlerden çıkarmaya çalışma hesaplarımdan, aklımın bir köşesinde tutup ilk karşılaşmada lafı oraya getirerek, finali yapma hayalimin çocuksu kahramanlığına kadar, ucuz planlar yaparken bulurdum kendimi. Oysa şimdi turunu tamamlamış, meydanın kıyısına yaklaşan gondollardaki insanların, büyük iş başarmış kadar mutlu, tatlı telaşını izlemek daha çok hoşuma gidiyor. Batı’nın kemana eşlik eden viyola sesine alışmış, buraları tekrar göremeyeceğimi bilmenin garip hüznüyle bakınıyorum etrafıma. Aklım, başka dünyanın varlığını hafızaya almakla meşgulken, unuttuğu geçmişin izleriyle de rastlaşıyor.  

Yırtılan atlet hikâyesini, bir akşam kırk yıllık arkadaşım Fahri’ye anlatmıştım. İkimizin de kafası bozuk, sohbet koyuydu. Çocukluktan açılmıştı mevzu. Onun neler söylediğini hatırlamıyorum, öyle çok konuşmuştu ki o gece. Fakat benim birkaç cümlemi dikkatlice dinlemiş, sustuğum bir anda, sabırsızca yarım kalan masalın sonunu tamamlamak istercesine; “Sonra?” demişti merakla, “Senin yakan hep açık. O yüzden mi?” Fahri dikkat etmiş. Sahiden yakam hep açıktı. 

Son sigaramı yakmaya hazırlanırken, önce saatime bakıyorum. Son otuz dakikayı fark etmenin telaşıyla, yaktığım gibi iki nefes çekip hızlıca söndürüyorum. Tüylü köpeğin ıslanmış gövdesini titreterek sularını etrafa sıçratması çevikliğinde, uyuşmuş ayaklarımı sağa sola sallıyorum. Meydanla kesişen birkaç sokaktan gözüme en uzak görünene, bizdeki Bizans’ın altın kapısına benzer motifli, yüksekçe görünen bir binanın bulunduğu sokağa sapıyorum. Ayrı bir muhite doğru yürüdüğümü ilerledikçe fark ediyorum.  

Bu dar sokakta, benim murano camlı kolyelere baktığım yerlere benzer, ayaküstü uğranılıp, alelacele alınacak, küçük şişirilmiş mağazamsı dükkânlar yoktu. Vitrinlerine, elmas koymuş gibi özenle yerleştirilmiş, deri çanta ya da ayakkabıların bulunduğu mağazalar vardı. İçlerinde de yine tek tük birileri. Ardı ardına dizilmiş resim galerilerinin, oralardaki tabloların, heykellerin azametli duruşlarının önünden resmi tören geçişi yapar gibi yürüyorum. Kalabalığa alışmış halime, bu sakinlikteki aşırı sadelik, biraz ürkütücü geliyor.

Arkadaş partisine giderken yolunu şaşırmış küçük kız çocuğunun tedirginliğiyle arada bir arkama dönüp, beni çağıracak tanıdık bir ses, bir yüz arıyorum. Ancak hissettiğim bu yabancılık, bilinmezliğin dostu, korkuyu çağırıyor. Artık her an kafasında hunili siyah şapkasıyla ıssız sokağın köşesinden fırlayacak birini bekliyorum. Sivri burnunun kenarından sallanan büyük et benli bir cadıyla karşılaşmam an meselesi. Kötülüğe duyulan ilginin cazibesi miydi, ayaklarım ileriye gitmeye devam ediyordu. Garip bir şekilde, gelmişken korka korka da olsa her yeri görme isteği duyuyor fakat attığım her kararsız adım, onu getiriyordu aklıma. Karanlığa giden bütün yollar, nedense onunla durumumu aydınlatıyor, bu hafi ilişkiye çıkmaz sokakta bile çareler aratıyordu.

Yeni gireceğim dar sokağın başında gördüm onu. Önüne bakmadan, kafasını bir an olsun çevirmeden, boynu kopacak kadar omzundan yana dönmüş, dinliyor ya da konuşuyordu. Yakınından geçsem dahi fark etmeyecekti beni. Mekândan tamamen o mu kopmuştu yoksa ben mi, belli değildi. Sonra, onun gibi yanındakine diktim ben de gözlerimi. Uçakta iki sıra önümde yan yana. Şimdi yine önümdeydiler. Kadın kafasındaki siyah hunili şapkasıyla, buraların soluk mermer zemini kadar yerine aşina görünüyordu.
Geri döndüm hemen. Yönümü şaşırmaktan korka korka. Vitrinler yürümeye başlamış, üstüme üsteme geliyordu. Marka çantaların ağır zincirleri boynuma dolanmış, boğazıma değen soğuk metalin sıktığını hissediyor nefes alamıyordum. Heykeller, içlerine ruh üflenmişçesine tuhaf tuhaf bakıyorlardı bana. Tam o sırada duyduğum ürkünç sesle geldim kendime. Grinin en soluk tonundaki dağınık saçlarıyla, örgüsü ip ip kaçmış hırkalı yaşlı kadının kendiyle konuşmasını, kendime zannederek hızlanıyorum. 

Nihayet buluşma yerine döndüğümde, herkes çoktan gelmiş, okul öncesi çocukların öğretmenlerini beklemesi kadar acemice sayılmayı bekliyorlardı. Gök kararmış, eski ay erkenden belirmişti. Birkaç yıldız yeni yeni denize bakmaya hazırlanıyordu. Yürürken yana kaymış tişörtümün yakasını hemen düzelttim. İnsanlar tek tek sayılmaya başlandığında eksik bulunmadan, karşı yoldan koşarak geldi. Yüzünde anlamsız bir gülümsemeyle yanımda bitti; “Nasıl, beğendin mi buraları? Hep bıraktığım yerde mi oturdun, biraz dolaşsaydın?” gibi bir çırpıda üst üste sorular sordu. Ne demem gerektiğini bilememenin şaşkınlığıyla, birkaç adım uzaklaştım. Boşalan iki adımın hesabını yapar gibi hemen yaklaştı, o da.

Geldiğimiz tekneyle geri dönerken, içimde anlamsız bir neşe vardı. Uğradığım bozguna rağmen tuhaf bir rahatlamanın içindeydim. Tıpkı işten atıldığım halde, kendime duyduğum abartılı güvenin verdiği huzur. Belirsizlik bitmiş, saklanacak bir şey kalmamıştı. 
Peki, ya ben! dedim, kendime. Yırtık atletimin içindeki çekincelerim kadar masum muydum? Yüzümdeki tebessüm kaybolmuştu.

Foto Galeri

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.