Zerrin Taşpınar ve Bir Ardıç Kuşuyum Ben

Edebiyat

ZERRİN TAŞPINAR VE BİR ARDIÇ KUŞUYUM BEN

 

Emel Koşar

 

Türk edebiyatının en eski ve temel türü şiirdir. Türk edebiyatı İslâmiyet Öncesi, İslâmiyet Etkisinde ve Batılılaşma Sonrası şeklinde sınıflandırılırsa 1830’lara kadar şiirin hâkimiyetinden bahsedebilir. Türk şiiri üç ayrı kolda ilerler: Divân şiiri (XIII. yy./XIX. yy), Halk şiiri (XI. yy./-) ve Yeni Türk şiiri (1860/-).

 

Divân şiirinin hayal dünyası, kelime kadrosu, vezni, sınırları önceden çizildiği için bu çerçeve içinde orijinal şiir örnekleri vermek zordu. Tasavvuf şairleri şiir aracılığıyla bazı hikmet ve hakikatleri okura aktarmayı amaçlayarak gerçek şiir örnekleri ortaya koydular. Halk şairleri ise her zaman daha özgür ve samimiydiler. Tanzimat devri şairleri yüzyıllardır süren geleneği yıkıp şiiri yenileştirdiler. Tanzimat’ın ilk nesli, şiiri araç olarak gördü ve fikir uğruna sanatı feda etti. Batılılaşma sonrasında dil sadeleşmeye başladı. Tanzimat, Servet-i Fünûn,Fecr-i Âtî, Millî Edebiyat, I. Yeni Şiiri ve II. Yeni Şiiri dönemlerinde öne çıkan şairler erkekti. Şair kadınlar özellikle 1980’lerde özgün eserleriyle kendilerinden ve şiirlerinden söz ettirmeye başladılar.

 

Doğu’da ve Batı’da, sanat/bilim hükümdarların ilgisi ve desteği ölçüsünde ilerlemiştir. Osmanlı döneminde, şiirleriyle hükümdarların takdirini kazanan şairler ödüllendirilmiş (Padişahın iltifatına nâil olmuş, bayramlık gibi yardımlara layık görülmüş, para, altın, ipek ve yünlü câme[hil’at] almıştır.), suç işleyenler (din ve ahlâk kurallarına uymayanlar, başka bir şairin mahlasını kullananlar…) ise cezalandırılmıştır (Maaşı kesilmiş, sürülmüş, hapsedilmiş veya katledilmiştir).[1]

 

Padişahlar, II. Murad’dan itibaren şiirlerini toplayan birer divan tertip edecek kadar şairlik yeteneğine sahiptirler. Saraya bağımlı olan ve İslâm medeniyeti çerçevesinde gelişen klâsik Türk edebiyatını büyük ölçüde hükümdarlar yönlendirmiştir. Şairlerin hâmiliğini yapan padişahların seferlerinde onları da yanlarında götürmeleri ve Rumeli’de doğan erkek çocuklarına isimden önce mahlas verilmesi şiire verilen önemi gösterir.

 

Devrin şiir anlayışını yansıtan tezkireler ataerkil düzeni yansıtır. Bazı tezkirelerde şair kadınlara yer verilmezken bazılarında ise onlara ayrı bir bölümde yer verilir. Mesela SehîHeştBehiş’te (1538) “Zeyneb Hatun ve Mihrî Hatun’u, dinî ilimlerde, edvârda (musikide) ve fenn-i şi’rde yetişmiş, şiirleri halk içinde ün kazanmış şâirler olarak tezkiresine almıştır.”[2]

 

Halk şiirinde de kadın gölgede kalmıştır. Kadın, şiirin öznesi değildir, nesnesi konumundadır. Şair kadınların şiirleri anonimleşmiştir. Batılılaşma döneminde ise, kadınlar şiir yazdıklarını ailelerinden saklamak veya eserlerini erkek adıyla yayımlamak zorunda kalmışlardır.[3] Yenileşme döneminde, başta Nigâr Hanım olmak üzere şair kadınlar şiirde seslerini duyururlar. Ancak klâsik Türk şiirindeki gibi kadınların evlenince şiir yazmayı bırakacakları inancı hâkimdir.

 

Henüz lise öğrencisi olan Zerrin Taşpınar, Abdullah Rıza Ergüven’in kendisi hakkındaki köşe yazısında “Evlenince diğer kadınlar gibi şiir yazmayı bırakır.” ifadesine inat şiire daha çok sarılır ve şiir cinsiyet ilişkisi üzerinde düşünür. Taşpınar, evlendiğinde kayınvalidesinden ve kayınpederinden şiir yazdığını saklamak zorunda kalmıştır. Taşpınar, Gülten Akın’ın aldığı Türk Dil Kurumu’nun şiir ödülünü kendisi almış gibi sevinmiştir. Akın’ın şiirlerinde kendisini ve kadınlığını saklamaması diğer şair kadınlara örnek olmuştur. Gülten Akın’ın aldığı ödül, kadınların şiirde direncini arttırmış ve onları cesaretlendirmiştir.

 

Gülten Akın ve Zerrin Taşpınar’ın şiirlerinde; dışlanmış, ötekileştirilmiş, yıpranmış, gelenek ve göreneklerin kıskacından çıkamamış kadınların dramı farklı tekniklerle anlatılır. Toplumsal baskıyla bezenmiş kadınca bakışın pişmanlıktan çok cesaretle örülmesi dikkati çeker. Sardunyanın gölgesinden çıkan kadınların başka kadınlara gölge olacak kadar güçlenmesi vurgulanır. Eli kalem tutan kadınların kendi ayakları üzerinde durma çabaları kedere yaslanan sözcüklerle ifade edilir. Cumhuriyet’le birlikte serpilen, sanata sarılan, şiirle kendini ifade eden kadın portreleri çizilir. Kadının toplumda söz sahibi olma aşamaları sarraf titizliğiyle ve ölçüsü kaçmayan ritimle anlatılır. Lâle Müldür’ün kendi iklimlerinde yeşeren kadın özneleri ise, topluma aykırı tutum izler.

 

“Kadın hareketi 1970’lerden bu yana cinsiyet ilişkilerinde kültürel bir devrimi harekete geçirdi, kadınların yol gösterici ideallerini ve yaşam tarzlarını temelden değiştirdi, daha fazla cinsiyet adaleti için düzenlediği kampanyalarla toplumun sivilleşmesine ve demokratikleşmesine önemli bir katkıda bulundu.”[4]

 

Zerrin Taşpınar’ın kadın hareketi hakkında söyledikleri yukarıdaki görüşleri destekler. “Ülkemizde kadın edebiyatçıların kabul görmelerinde yükselen feminist söylemin etkili olduğunu düşünüyorum. Bence feminist söylemin temelinde de 68 hareketi var.” diyen Zerrin Taşpınar,[5] annesinin şiir yazmasını engellemediğini, ancak ona Mai ve Siyah’ı önererek söz konusu romandaki şairin düş kırıklığına kızını hazırladığını söyler. Eşinin anne ve babasından şiir yazdığını saklayan Taşpınar, kayınpederine onu her gün aşağılayacak bir koz vermek istemez. Taşpınar’ın şiirleri yayınladığında bu durumu çocukları coşkuyla ve heyecanla karşılarken eşi ise, ona bir tür kusura katlanır gibi bakar.

 

Tümay Çobanoğlu’nun “Kadın şair olarak nitelendirilmek sizi rahatsız ediyor mu?” sorusunu “Bu tanımdaki ikiyüzlülüğü bildiğim için kızdırıyor. Erkek şairler, kendileriyle kıyaslanma olasılığını ortadan kaldırmak üzere uydurdular bu sınıflamayı. Ben de onlara ‘erkek şairler’ diyorum. Bıyık altından gülümseyerek elbette...” diye cevaplayan Zerrin Taşpınar,[6]yazılarında şair kadınlara değinir.

 

“Yaşamaktır Şiir”de[7]“Yaşamaktır şiir/Bir şiire dalar gibidir gökyüzü” (s. 99) diyen Taşpınar, ünlü “Sivas” şiirinde ise şiirin dilini yitirdiği yerde (yangında) “yarısı kül bir kadınım artık.” (s. 116) dizesiyle umutsuzluğunu dile getirir. Sivas Yangını’ndan sonra isli şiirler kaleme alan şair; sadece dostlarını değil, yaşama sevincini de yitirmiştir.

 

“Ben Seni Her Yerde” şiirinin türkülere yaslanan öznesi; kliniklerde kanlar içinde, gecekondu sokaklarında, genelevlerde, adli tıpta kolları mühürlü olarak bulduğu kadınlara seslenir. Hemcinslerinin yoksulluklarını ve acılarını paylaşır: “İnatla kadınlığımı bilemem/ve yüksek sesle konuşmam bundandır.” (s. 11)

“Eski Bir Sermayedir” şiirinde de acılardan damıtılmış, sabrı sınanmış, satılmış, öfkeli, üzgün, yalnız kadınların güzelliklerinin sermaye olarak görülmesi eleştirilir. Özgürlüğü kısıtlanan, onurlu kadınların taşlanmamak ve öldürülmemek için savaşmaları konu edilir. Kadınların mücadeleleri gün geçtikçe daha da alevlenmektedir: “bir fidan gibi bakmaktasın özgürlüğüne/yeşermede dalların/bir görkemli şafağın hazırlığındasın.” (s. 17)

 

“Meta” şiirinde, şairler bile şiirlerinde kadınlara yalnızca cinsel bir simge olarak yer verirlerse genelevlerin sayısının artacağı ve kadının daha fazla metalaşacağı ifade edilir. Şairlerin kadına bakışlarının toplumunkiyle doğru orantılı olduğu dile getirilir. Ataerkil düzenin eleştirildiği metinde, şiirin bir aynadan çok toplumu yönlendiren güç olduğu vurgulanır.

 

“Çağsız Dokumacı”da ifade edildiği gibi karanlık gergefi/sancıyı dokuyan kadınların, on bir yaşında satılmış kızların ve mezarsız çocukların çığlıklarıyla örülü Bir Ardıç Kuşuyum Ben, zamana karşı direniş niteliğindedir. Kitapta, ölümlerin üretildiği bu çağda ezilen ve sömürülen kadınların kendi ayakları üzerinde durmaları gerektiği vurgulanır.

 

Zerrin Taşpınar, bir söyleşisinde “Şair kadınlarsa cesur ve daha kural dışı. Sevgilisinin adını, biraz perdeleyerek de olsa yazan Mihrî Hanım kadar yürekli erkek şair var mı? Aşk 20. yüzyıla kadar, halk şiiri olmasa, şiirimizde ‘gerçekçi bir söylemle’ yok denilebilir.”[8]cümleleriyle Mihrî Hanım’ın cesaretinden övgüyle bahsetmiştir. Zerrin Taşpınar’ın yukarıda örnekler verilen şiirleri onun Mihrî Hanım kadar yol açıcı nitelikte bir şair kadın olduğunu kanıtlar.

 

[1] Ayrıntılı bilgi için bakınız: Halil İnalcık, Şair ve Patron, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2003.

[2]Halil İnalcık, a.g.e., s. 52.

[3] Bu durum Batı’da da farklı değildir. İngiltere’de, o dönemde kadınların eğitim alması hoş karşılanmadığı halde böyle bir şansa sahip olan Jane Austen, kitaplarını başkasının adıyla yayımlamak zorunda kalmıştır.

[4]Ute Gerhard, Kadın Hareketleri ve Feminizm-1789’dan Bugüne Bir Hikâye, Çev: Ülkü İrem Alabayırlı, Runik Kitap, İstanbul 2020, s. 115.

[5]Zerrin Taşpınar, “Kadınların Tarihi Üzerine”, Tanık, Doruk Yayıncılık, İstanbul 2022, s. 61.

[6]Zerrin Taşpınar, “Zerrin Taşpınar ile Edebiyat ve Kadın Hakları Üzerine”, a.g.e. ,Konuşan: Tümay Çobanoğlu, s. 140. (Lacivert, Sayı: 71, Eylül-Ekim 2016, s. 3-11.)

[7]Zerrin Taşpınar, Bir Ardıç Kuşuyum Ben, Pervaz Yayınları, Ankara 2001.

[8] Zerrin Taşpınar,“Zerrin Taşpınar ile Edebiyat ve Kadın Hakları Üzerine”, Tanık, Konuşan: Tümay Çobanoğlu, Doruk Yayıncılık, İstanbul 2022, s. 142. (Lacivert, Sayı: 71, Eylül-Ekim 2016, s. 3-11.)

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.