Din ve Tanrı Üzerine Düşünmek

Felsefe

Din ve Tanrı Üzerine Düşünmek

Fahri Atasoy

Yazılarımızda felsefenin, merak edilen bir konu üzerine sistemli düşünme eylemi olduğunu sıklıkla vurguluyoruz. “X nedir?” sorusu bizim temel sorumuz. Doğa nedir, insan nedir, erdem nedir, bilgi nedir, sanat nedir, kültür nedir gibi temel sorular felsefenin alanını genişletiyor. Bu sorulardaki konu zaten bir varlık ve oluş alanına karşılık geliyor. Din de bir varlık alanı olarak ele alınmalı. Burada kastedilen varlık, doğal olarak maddi nitelikli olguları içine almıyor. Felsefe, Arsistoteles’ten ve Sokrates’ten beri soyut varlık alanı üzerine de düşünce üretiyor. Sokrates’in ideaları zaten maddi nitelikli olmayan zihinde ancak anlam kazanan varlıklar. İyi ideası gibi erdemlerin doğada yansıması bile yok. Bunlar sadece zihinde düşünceyle anlam kazanabilen varlıklar. Biz bunları kavram ile ifade ediyoruz. Tanrı da öyle bir varlık olsa gerek. 

Emile Durkheim din kurumunu sosyolojik olarak ele alır ve ilkel dönemlerden beri toplumlar için işlevini tespit etmeye çalışır. Durkheim dine inanmasa da toplumsal fonksiyonlarını kabul eder. Tarihi süreçteki değişimlerini de takip etmeye çalışır. Dünya tarihinde din ile ilgili en önemli değişim Tanrı anlayışında olmuştur. Yahudilik ile başlayan manevi-semavi Tanrı anlayışı felsefenin din ve Tanrı konusundaki düşünmesini etkilemiştir. Yeni Platonculuğun kurucusu Plotinus ilk olarak metafizik alanı kendince mistik bir şekilde açıklamıştır. Bu döneme onun etkisi büyüktür. Örneğin, Plotinus’un “sudûr nazariyesi”ni İslam filozofu Farabi ontolojik açıklamalarında kullanmıştır.  Bu anlamda metafizik kavramını felsefeye ilk olarak kazandıran Aristoteles sadece “ilk hareket ettirici” tanımlamasıyla sınırlı kalmış ama filozoflar için, kutsal dinlerin vahiy yoluyla sunduğu dogmatik bilgileri felsefede yeni alanlar açılmasına yol açmıştır. Uzun Orta Çağ zamanında hem Hıristiyan hem Müslüman düşünürler artık semavi Tanrı üzerine düşünceler üretmişlerdir. Orta Çağ felsefesine damga vuran tartışmalar bu çerçevede değerlendirilebilir. 

Dinler arasındaki tartışmalar ve eleştiriler bir tarafa bırakılacak olursa, Orta Çağ’a damgasını vuran bir metafizik anlayış egemen olmuştur. Her şey Tanrı ve gönderdiği vahiy bilgisi ile anlamlandırılmaya çalışılır. Fakat üç semavi dinin muhtevası ve kurumsallaşması çok farklıdır. Örneğin Hıristiyanlıkta teslis denilen üç Tanrı anlayışına karşılık İslam’da tek Tanrı (tevhid) inancının önemi vurgulanır. Hıristiyanlıkta “insan dünyaya günahkâr gelir” anlayışına karşın İslam’da “dünyaya yeni gelen bebekler ve çocuklar masumdur”. Hıristiyanlıkta sonradan geliştirilen Katolik Kilisesi, ruhban sınıfına dayalı bir egemenlik sistemi ile Avrupa toplumlarını feodalizm içinde yönetmiş ve sömürmüştür. Problem burada düğümlenir. Batılı düşünürler için muhatap oldukları din artık Katolikliktir. Dinden anladıkları ve eleştirilerinde kastettikleri din, Katolik Kilisesi’nin sunduğu ve uyguladığı içeriklerdir. Dolayısıyla Orta Çağ’a damga vuran semavi dinlerin kendi aralarındaki farklılıklar göz ardı edildiğinde bilgi kargaşası çıkmaktadır. Örneğin İslam dininde ibadet edilen yer olarak cami ile Katolik Kilisesi benzer görülmek bir tarafa mukayese bile edilemez. O zaman din nedir diye düşünmeye başladığımızda ayrıntılara çok dikkat etmemiz gerekir. Din üzerine düşünen ve yazan kişinin neyi kastettiğini iyi anlamamız gerekir. 

Avrupa halkları din konusundan çok çektiler. Karl Marx’ın feodal dönem ve feodalizm adını verdiği çağlarda Avrupa’da Kilise egemenliği vardır. Buna her ne kadar din egemenliği (teokrasi) deseler de ortada ciddi anlamda krallıklar üstü siyasi ve ekonomik hegemonya söz konusudur. Bu hegemonya felsefe, bilim, kültür, sanat üzerinde de etkilidir. Rönesans ve Yeni Çağ’da başlayan modernleşme süreci bir anlamda bu hegemonyadan kurtulma mücadelesidir. Doğal olarak onların din olarak gördükleri sistemden uzaklaşmak özgürlük getirmiştir. Sekülarizm ve rasyonalizm bu anlamda kurtuluşun en önemli araçlarıdır. Akılla reforme edilmiş Protestanlık mezhebi bir kurtuluş reçetesi gibidir. Protestanlık ile bilinen dinlere benzemeyen bir kültürel, düşünsel, seküler dini sistem ortaya çıkmıştır. Bu yeni dinin gerçek anlamda din olup olmadığı haliyle tartışma götürür. Avrupa’nın modernleşme sürecinde Katolikliğin egemenliğini yıkmak ve baskısından kurtulmak için verdiği mücadele ortaya muazzam bir dünya çıkartmıştır. Adına modernite veya modern dünya diyebileceğimiz yeni dönemde artık her şey değişmeye başlamıştır. Felsefe, bilim, din, devlet, sanat, siyaset, ekonomi, sosyal yapı, kültür gibi pek çok alanda köklü değişimler yaşanmıştır. Bu dönem, çok iyi okunması ve analiz edilmesi gereken bir dönemdir. 

Din dendiği zaman İslam dini son din olarak üzerinde düşünülmesi gereken bir olgudur. Bu olgunun metafizik ve sosyal yönleri vardır. İslam, Arabistan’ın Mekke şehrinde Abdullah'ın oğlu Muhammed’e Allah tarafından Cebrail aracılığıyla vahiy yoluyla bildirilen dindir. Bu cümlede kullanılan isimler ve kavramlar İslam’ın özünü teşkil eder. Kutsallığın ve imanın sınırını da oluşturur. Başta Allah adında bir yaratıcı Tanrı vardır, ondan başka Tanrı yoktur; Muhammed Onun elçisi ve kuludur (oğlu değildir), adı geçen melek vahiy bilgisini peygambere ulaştırır ve farklı bir yaratılıştadır. İnsan, melek, Tanrı, vahiy, iman kavramları İslam dininde yerli yerine oturtulmuştur. İnsanlık tarihinde bu kavramlara yüklenen anlamlar kargaşaya sebep olmuştur. Paganizm, ateizm, materyalizm ve bozulmuş semavi dinler ile zihinleri karıştırılmış insanoğluna yeni bir bilgi ve iman sistemi sunulmuştur. Bu sistem karşısında insan birey olarak özgür bırakılmıştır. Vahiylerde ısrarla akletmesi, idrak etmesi, ibret alması ve ikna olduğunda iman etmesi hatırlatılmıştır. Sonuçta din insanın aktif düşünen varlık olmasına dayanarak kurumsallaşmıştır. Ezbere sürdürülen teslimiyet dinin mantığına aykırıdır. Dinde önce düşünmek, sonrasında metafizik gerçeklikle ilgili bilgilere iman etmek esastır. Bu anlamda üzerinde düşünülecek önemli kavramlar ve konular vardır. 

Tanrının nasıl bir varlık olduğu insanoğlunun her zaman ilgisini çekmiştir. Dönemler içinde anlayışlar değişse de birbirinden çok farklı görüşler her daim olmuştur. Tanrının nasıl bir varlık olduğu insanoğlunun her zaman ilgisini çekmiştir. Dönemler içinde anlayışlar değişse de birbirinden çok farklı görüşler her daim olmuştur. Tanrı vardır iddiasındakiler için ilk sorun tek midir yoksa çoğul mudur konusudur. Politeistlere göre çok Tanrı vardır, monoteistlere göre tek Tanrı. Tanrı yoktur iddiasında bulunan ateist, Tanrıyı kabul eden ama dini öğretileri kabul etmeyenler ise deist olarak adlandırılmıştır. Bunlar din ile ilgili teknik terimler olarak literatürde kullanılır. Asıl sorun mevcut dinlerin farklı yorumlarından ve uygulamalarından kaynaklanan Tanrı insan ilişkisindedir. Bu anlamda din konusu hemen hemen bütün toplumlarda hem çok güçlü hem de çok problemli bir alan olmuştur. Dünya tarihindeki pek çok gelişmenin veya meydana gelen toplumsal olayın arkasında din yer almıştır. Örneğin İslam dini, Arap yarımadasında kabileler halinde birbiriyle çatışarak yaşayan halklar arasında yayılmaya başlayınca, kısa zamanda geniş coğrafyalarda fetihler yapan bir siyasal güç yaratmıştır. O zamandan itibaren İslam dini, tarihin belirleyici güçlerinden birisi olmuştur. Dünya tarihinin en önemli unsurları arasına girmiştir. Benzer şekilde uzun süre ilgi görmeyen ve yayılamayan Hıristiyan dini, St. Paul sonrasında büyük Roma İmparatorluğu’nun resmi dini haline gelerek dünya tarihinin uzun bir dönemine damga vurmuştur. Bunlar her yönden analiz edilmeyi gerektiren olgulardır. 

Dinin ayırt edici özelliği Tanrı ile insan arasındaki ilişkiyi düzenleme iddiasıdır. O zaman Tanrı’nın ne olduğunu bilmek isteriz. Tanrıyı bilme çabası insanoğlu için muazzam bir kültür alanı yaratmıştır. Felsefe ve din adına yapılan düşünsel etkinlikler genellikle Tanrı bağlantılıdır. Tanrıyı bilmek için onu düşünmek gerekir. Tanrıyı bilme ve düşünme konusu yapmak dini bilginin zenginleşmesine yol açar. Tanrısal alanla ilgili bilgimizin iki önemli kaynağı vardır. Birincisi vahiy adı verilen ve Tanrıdan geldiğine iman edilen dogmatik bilgidir. İkincisi mistik bir yaklaşımla sezgiye dayanan bir bilme yoludur ki tamamen öznel yaşantıya dayanır. Descartes her iki yolu da güvenli bulmaz ve Tanrı hakkındaki bilginin akılda zaten doğuştan geldiğini iddia eder. Tanrının var olduğu bilgisini edinmek için akıldaki muhtevalı kavramlara bakmak yeterlidir. Örneğin sonsuzluk veya mükemmellik kavramları akılda doğuştan vardır. Dış dünyadan bunların gözlemlemiş olmak mümkün değildir. Bu durumda sonsuz ve mükemmel bir varlık onları bizim zihnimize koymuş olması gerekir ki bu varlık Tanrıdır. Descartes’e göre, Tanrının nasıl bir varlık olduğunu düşünmeye başlayınca insanlarda eksik olan özelliklerin en mükemmelinin Tanrı’da olduğu sonucuna varırız. Tanrı’nın varlığı böylece “ben” ve “akıl” kavramlarına dayandırılır. Bunlar Tanrı hakkında bilme ve düşünme tecrübelerine örnek oluşturur. Her biri detaylı açıklama gerektirir. 
Her insan birer özne olarak Tanrı hakkında düşünme imkanına sahiptir. Düşünme eylemi belli bir bilgi birikimi ve bakış açısına dayanır. İnsan içinde doğduğu kültürden etkilenir. Tanrıyı bu kültür içinde anlamaya çalışır. Eğer felsefi bir düşünme yöntemi kullanabiliyorsa mevcut bilgilerin doğruluğunu sorgular, birbiriyle bağlantı kurar. Daha doğru bilgilere ulaşmak için bütün alternatifleri değerlendirir. Varlığın gerçek özelliklerini anlamaya ve öğrenmeye çalışır. Bunu yaparken epistemolojik olarak faydalanabileceği bütün bilgi alanlarını seferber eder. Sadece din adına sunulan bilgilerle yetinmez. Tanrıyı anlamak için Pozitif bilimlerin evren ve doğa hakkında ulaşmış olduğu bilgileri de kullanır. Çünkü Tanrı yeryüzünün ve gökyüzünün tek yaratıcısı ve düzenleyicisi ise bu alanda ulaşılan bilgiler bize Tanrı hakkında daha çok ip ucu verecektir. Onun için “din mi, bilim mi” gibi düalist yaklaşımlar yerine her iki disiplinden elde edilen bilgileri felsefe ile yoğurmak ve anlamlı bütünlükler yakalamak gerekir. Tanrıyı anlamaya çalışırken dinin kurumsal vahiy bilgisi, mistiklerin sezgisel kavrayış bilgisi, rasyonalistlerin akla dayanan bilgisi, bilimin olgusal kanıtlanmış bilgisi ve hatta mantık ve matematiğin soyut hesap bilgisi kullanılabilir. Bunların hepsini birlikte değerlendirmenin yolu felsefi düşünme ve bakış açısından geçer. Fakat felsefeyi işlevsel olarak kullanamayan toplumlar için bunun pek anlamı yoktur. Onlar verilenler iktifa ederler. 
İslam dini tebliğ edildikten sonra ilk dönem her yönden hareketli ve verimlidir. Sonra bazı kargaşalar çıkmış ve bu hareketlilik kesintiye uğramıştır. Gazali bu kesintinin sembol ismi olarak sıklıkla kullanılır ama sebepleri konusu tartışmalıdır. İlk dönem dinin yayılmasıyla birlikte Arap toplumunda yeni bir ruh ve motivasyon ile canlanma başlar. Bu canlanma büyük bir siyasi ve askeri güç yaratır. Dünyanın her bir yerine seferler düzenlenir. Dinin daha iyi anlaşılması ve uygulanması için fıkıh bilimi gelişir. Fıkıh tartışmaları sonuçta farklı yorumlara ve mezheplerin doğmasına yol açar. Bunların dışında dini mistik olarak yaşamak ve Tanrı ile bağ kurmak isteyenlerin oluşturduğu tarikatlar tasavvuf alanında kurumsallaşır. Dönemin ileri görüşlü halifeleri Bağdat’ta “Beytül Hikme” adı verilen bir bilgi ve çeviri merkezi kurar. Böylece dünyada üretilmiş bütün bilgiler İslam dünyasına kazandırılır. Felsefe metinleri ile tanışan Müslüman düşünürler bunlardan etkilenerek yeni yorumlar ve bilgiler üretmeye başlar. Bu İslam felsefesinin doğmasına yol açar. Farklı milletler İslam dinine girer, yeni ülkeler fethedilir, şehirler imar edilir, toplumlar yeni bir düzene kavuşur ve dolayısıyla ortaya bir İslam medeniyeti çıkar. Araplar, Türkler, Farslar, Pakistanlılar nüfus olarak öne çıkan Müslüman gruplardır. Her birinin İslam yorumu ve tecrübesi farklıdır. Hatta günümüzde İslam dünyasının üç ana akım ile birbirinden ayrıldığı gözlenmektedir. Arabistan, İran ve Türkiye bu ayrışmanın sembol ülkeleridir. 

Türkiye’de din konusu başlı başına tartışılması gereken önemli bir problem alanıdır. Türkiye, Osmanlı dönemindeki yenileşme hareketleriyle birlikte din konusunda ciddi adımlar atmış, Cumhuriyet’in ilanı sonrası (1937) devlet laik sisteme geçmiştir. Türkiye’deki dini gelenek kalıplaşmış bir yapı oluşturduğu için yenileşme çabaları önünde ciddi engeller çıkartmıştır. Bunu önlemek için geleneksel dini kurumlar kapatılarak, yerlerine yeni kurumlar (Diyanet İşleri Başkanlığı, İmam Hatip Liseleri gibi) ihdas edilmiştir. İslam’ın daha doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için Türkçe dini kitaplar hazırlatılmıştır. Fakat yerleşik dini yapılanmalar ile modern uygulamalar arasında sürekli gerilim ve çatışmalar görülmüştür. Kapalı cemaat yapılarına dönüşen dini gruplar Müslüman toplumu yerine kendi küçük gruplarını öncelemişlerdir. Birbirinin dini yorumunu ve yaşayışını beğenmeyen ve ötekileştiren grupların gittikçe güçlendikleri bir dini ortam ülke için tehdit oluşturmaya başlamıştır. Said Nursi’nin kurduğu Nurculuk ekolü içinden filizlenen Fethullah Gülen hareketi bunun en büyük örneğini oluşturmuştur. Masum bir görüntüyle saf Müslümanların bütün emeklerini ve paralarını sömüren hareket, en sonunda yabancı odaklarla iş birliği içinde ülkede darbe girişiminde bulunmuştur. 15 Temmuz 2016 tarihinden beri FETÖ adıyla anılan örgütün faaliyetleri Türkiye’de dinin bir ulusal güvenlik sorunu haline geldiğini göstermektedir. Dinin hiçbir zaman sadece din olarak kalmadığını tarihi tecrübelerden biliyoruz. Türkiye bu gerçeği görerek doğru analizler yapmak zorundadır. Bu yazı din ile ilgili pek çok konuya sadece tartışma ve araştırma kapısı açabilecek hacimde bir giriş yazısıdır. 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.