İnsan; Işığın Duruluğu Kadar Dürüst Olamadı Kendine!

Felsefe

İnsan; Işığın Duruluğu Kadar Dürüst Olamadı Kendine!

Ümit Yaşar Gözüm*
    

Herkesin dış görünüşüyle nazar biriktirdiğini düşündüğü bir çağda, kimileri de aklıyla övünmeye başladı. 
Ya akıl çatlarsa! 

Bu soru nazara  inandığımdan değil, aklın hem kuramsal hem de uygulamalardaki rolünü sorgularken anlık bir atakla yerleşti belleğime. 

İnsanın içine doğduğu toplumdaki rolleri karşısında takındığı tavırları gözlemledikçe düşünmekten vazgeçemeyeceğim şekilde kalıcı olmaya başladı: Nazardan gittiği düşünülenlere göz değdi denilerek yüceltilirken, aklı çatlayanlar ne uğruna gittiler sorusu düğümlüyor aklımı!  Henüz çözülememiş bir giz olarak dururken önümüzde giderek daha karmaşık bir hal alıyor!
Herkes kendine göre çok akıllı, bazılarına göre ise sadece bazıları! Oysa akıl herkeste aynı akıl, kullanmak ya da kendini mahrum bırakmak gibi, şıkları olan bir seçenek!

Sıradan algının pirim yaptığı ortamlarda, bazen söyleyecek tek cümleniz kalır: ‘Sıradan algıyla yarattığınız, yerlerde sürünen başarılı sunumunuz karşısında, aralıksız veda ediyorum zamana’ diyerek çekilirsiniz köşenize! Ama kurtulamazsınız, çünkü bu akıl dışı inanç sarmaşık ormanı gibi sarmaktadır toplumu!

İşlerinin bir türlü yolunda gitmediğini düşünen birisiyle karşılaşmıştım. Konuşmanın bir yerinde kendisine biçilen rolden bahsedip, ‘verileni oynadım, iyi oynadığımı da düşünüyordum ama sürekli daha fazlası isteniyor gibi geliyordu’ demişti! 
Yaşadıklarından pay çıkarmakta çok hasis davranıp, kendini teselli ediyordu. Hâlbuki zeki olduğu kadar güzel de bir kadındı. Akıl yürütmeleri, karşısındakinin aklını çatlatacak türden derindi. Peki, sorun neredeydi? Sürünün nazarına uğradığını söylerken, kastettiği nazar onu aşmaya çalışırken ördüğü taştan duvarlarla karşılaşması olabilir miydi? 

Bir an durup onun yerine dertlenmeye başladım: ‘İnsanın kendini teselli etmesi nasıl bir yanılsamadır’ sorusuna cevap veremeyenlerin yaşama tutunmak için farklı roller üstlendiğini anladığımda, bir daha asla eski ben olamayacaktım! Bu ilginç bir öngörüydü!

Onun akla dayanmayan ilkeleri, aklımın zor sorularına dönüşmüştü. 
Sabahyıldızı gibi yırtıp karanlığı, düşmek vardı aklının ortasına! Bunu düşünmedim değil. Ancak gece soğuktur, ruhuyla ısınamayanların dünyasında. Onun kendisiyle barışık olmadığını anladığımda, yüzümü topluma çevirdim. 
Daha fazla gözlemledim kitlelerin hareketlerini, diplerde gezinen kitlenin düşlerinde, akıl kurnazlıktan başka bir işe yaramıyordu! O zaman anladım sürünün karanlığını yırtmanın, bireyin çaresiz savruluşlarının önüne geçmeye benzemediğini!
Uykusuz geçen her gece donuktur, belleğimizde. Anlamsızlığa bürünen geceyi ısıtan ise aşktır. Aşktan mahrum kalmak kadar hüzünlü bir sondur, yaşam karşısında sorumluluk almamak.

Sahi sorumluluk ne idi; hissedilen bir şey mi yoksa bir zorunluluk mu? Nazardan korunmak mıydı, aklı çatlatmak mı?
Silkelemem gereken ötekine ait içkin bir sorunun, dışsal parçası olmak saçma olabilir miydi?

Peşinden koştuğumuz güzellik, gökyüzündeki en parlak yıldız sanmamızdandır! Fakat her yıldızın parlaklığı bize gösterdiği kadardır! O duyguyu aktarmalıydım kendisine, ama öyle nazarlık bakışları vardı ki; gözlerine tünemeyi yeğledim ya da ben öyle sandım!
Sanırım bu da benim nazarlık bakışlar karşısındaki çaresizliğimdi. Bedenimi çatlatmamıştı belki, ama aklımın o anlarda nereye uçtuğunu anlamam, ancak benliğime kavuşmamla gerçekleşmişti. Yatmış, uzanmış günah tarlalarından geçiyordu duyularım. Duygularım gün batımı kıvamında örselenmiş, günü terk etmeye hazırlanırken çıkmıştı karşıma!

Önce işaretler ve sessizlik… Ardından barbarların çılgınlığını davet etmişti ortama. İnsanın ufkuna bak, sadece tutku ve çılgınlık görüyorsan, bil ki en fırtınalı savaşını veriyordur içinde, söylemi yerindeydi. Gözlerinin ruhumu saran şefkatinin yanında, aklına ne kadar ihtiyaç duyduğunu çözememiştim. Oysa özenle yaratılmış, ahenkli bir güzelliği ve konuşma becerisi vardı. Sanki ninnileri susturulan bir annenin iç çekişlerinde yankılanan ahlar kadar sahipsiz bırakılmıştı sürünün içinde!
‘Acıya ve zevke boğulanların iç içe yaşadığı bir dünyada, yeter mi sonsuz umut her şeye’  diye sorduğunda, aklın çatladığını düşünmekten alamadım kendimi!

‘Her kadın zamana tutkuyla bağlıdır. Ki, bunun farkında olan zaman mutluluk vaatleriyle sıkı tutar aralarındaki bağı! Oysa en büyük düşmanıdır zaman, kadının! İnsan insana yeter, sen zamanın sarmalından çıkmaya bak’ dediğinde; içine düşürüldüğüm bir başına kalmışlığım seslendi: İlke neresinde bu söylemin! 

Sonra kitleye döndüm yüzümü bir umutla; hepimiz insan değilmiydik!  Uğultular arasından yükselen: Daha ne kadar bilmemiz gerekli! Sorusu ile irkildim ve biraz da utandım, o tepeden bakışlarımdan!

Düşlerim kış salkımı, çatılar darağacıydı sanki aklım asılıyordu oralarda. Labirentin estetiğinde her oluktan bir düşüm sarkıyordu adeta, yüreğim asılıyordu. O zaman anladım ki; gökyüzünde kanat çırpan kartala inandığı kadar, kendisine inansaydı insan, bulutlar ayaklarının altında olurdu!

Uzun bir sessizliğin ardından yeni bir aforizmanın aklımı zorlayacağını hissediyordum. Biliyordum bazı düşüncelerin damdan düştüğünü, yeter ki, aklımı koruyamayacağım deli saçması olmasın! 

Bu düşüncelerle; yüzündeki masumiyet belirtisinin, yüreğine ne kadarının yansıdığını merak etmeye başlamıştım. Düşüncelerimi okur gibi seslenmişti loş ortama:
“ İnsan ışığın duruluğu kadar dürüst olamadı kendine. Kimilerinin silik birer siluet, kimilerinin de kayıp zamanların tiritlendirdiği düş cambazları olmaları bundan. Öylesine düşerler aklımızın orta yerine. Ne atabilirsin ne de onlar gitmeyi akıl ederler!
Biliyor musun, insan ve sanat birbirine dayanır! Bu iki kavram öylesine benzeşirler ki, bir birini tamamlayan bir denge vardır aralarında. Sanatın hikâyesi de bir yerde başladı, insanın ki de! Ne var ki, insanınki kadar iç içe geçmiş değildi! Benim ruhumda yaşadığım karmaşayı anlatmakta zorlandığımdan çok daha fazlası, senin kabullenmekte gösterdiğin direnç! 
Hatırlatmalıyım ki, çoraklaşan aklın öfkesiyle yüzleşmek onun bataklığında boğulmayı seçmektir. Kavramları kargaşanın girdabından kurtarmakla, felsefeyi ve sanatı kitlelere yaklaştırmış oluyorsun. Ama unutma ki,  toprağın karnını yaran sabanla, akılda ondan birer parçaydı!”

Söyledikleri karşısında biraz şaşkın ama epey umutluydum. Özgürlük kendi ülkesinin sınırlarını çizen bilgenin vicdanına sığınmasıdır. Ki, o sınırlar hep ötekinin ölçüsünden taşmamak için kapanmıştır. Kendi dışındaki yaşamlara karşı da ilkeli bir duruşu olmalı insanın. 
Ötekini anlamanın yolu; düşleri tarafından terk edilmişliğin sayısız acısını yaşayan ressamın, her ayağa kalkışında hissettiği büyük eserlere imza atma isteği gibi, ilkelerime yakın durmaktan geçtiğini anlamama yardımcı olmuştu.

İnsan ilkeli değilse şayet; kimsenin duyup göremediği ortamlarda vicdanlar seyahate çıkmıştır çoktan! Buna izin vermemeliydim. Hep duvarlara kapanmak, onlara ağlamakla aynıdır. Kimse görmez ne acınızı ne de gözyaşlarınızı! Demez miydim?

Ona konuştuğu dilin öncülleriyle seslenmek, sanatla-yaşam arasında kurmak istediği bağ üzerinden olmalıydı. Ben de öyle yaptım:
Gün olur sadece uyanmakla yetinirsiniz yeni güne, gün olur yel değirmenleri gibi, nasıl döndüğünü anlayamazsınız zamanın! Sessiz esen rüzgârın üzerimize savurduğu toz zerrecikleri kadar gücü yoktur insanın doğa karşısında. Bakmayın aklıyla nehirlere set vurmasına… Kötülük eylemlerimize teyellediğimiz eğreti yanımızdır ki, ancak öze dönerek kurtulabiliriz ondan.
Yoksulun lokmasını gırtlağından çekerken sırtlanlar, zengine altın taşır ırmaklar! Böyle düşünmekle haklı olabilirsin, ama bu senin sefilliğini çekip almaz zamandan. Seninkisi, muğlâk düşlerin, yaşama tutunma arzusu. Ki, muğlâk olanın saydamlığı; amorf biçimlerin ki kadar nettir! 

İşte öylesine berraklaştırman gerekir düşlerini, kitle ve zaman karşısında. Nasıl ki, esere bakarken renkten, biçimden arınmış bir akıl gerekiyorsa, kurgudaki derinliği algılayabilmesi için ruhun! Öylesine bir dengeye ihtiyacı var aklın ve yüreğin! Bir insanın karakterini, ancak saf sezginin yarattığı estetik anlarda yakalayabilirsiniz, bir de çıkarına dokunulduğunda düştü çirkef bataklığında! 
“Dinle ve öyle yargıla lütfen,  neden anlamak istemiyorsun içine düştüğüm boşluğu! Bak artık hiçbir geminin uğramadığı unutulmuş bir limanım sanki! Oysa bütün okyanuslarda yol almış, nice kıyılara kulaç atmış bir gezgindim . 

Denizlerin de izleri vardır;  biz onları dalgalarının aşındırdığı kıyılardan tanırız! Şayet anlamak istiyorsan kıyılarıma yaklaşmalısın.
Bir zamanlar savrulduğum kentin orta yerinde bir heykele odaklanmıştı düşüncelerim. Başka algıların ülkesine serpiştirilmiş bedenler kadar yabancıydı dikildiği meydana, o zavallı heykel! O zaman anladım, yalnızlığın ve bırakılmışlığın insanı içine düşürdüğü sefaleti!
Belki de o heykelin sanatçısı, gökte uğuldayan düşlerin peşinde alazlanan bir akıl dilemişti. Kim bilir kalabalıklardan uzak bir tepeden bütün heybetiyle seyretmesini düşlemişti kitleleri. Sonuç hiç de düşündüğü gibi olmamıştı. 

Anlamsızlık yüklenmiş kişiliklere; sözcükler bile pamuk ipliğiyle bağlıdır! O da öylesine çaresiz bir bağla ilintilendirilmişti meydanla. Işığın duruluğu kadar dürüst olamadık kendimize dememin kaynağı bu bırakılmışlık haliydi, hep ötekine mesafeli duran!”
Onun ruh derinliğine yaklaştıkça cehaletle, boş vermişlik arasında karşılaştırılamayacak bir uçurum olduğunu düşünmeye başlamıştım. Konuştuklarımıza karşı kırgınlıktan çok, serzenişleri vardı. Sanki tutunacak bir akıl bulsa onunla yükselecek gibi, dik duruyordu. 

Kendisini anlamaya başladığımı hissettiğinde, daha çok yaklaştığımı söylemişti gerçeğe. Öylece sevindirik olmuştuk:
Biliyor musun, bir sabah erken uyanınca nesnelerin hareketsizliklerini hala uyuduklarına yormuştum. Onlarla konuşma isteğimi, benimle ilgilenmeyen o hareketsiz duruşları mı yok etmişti bir anda, yoksa durağan olanla miskinlik arasında kurduğum bağ mı: Nasıl bir ironiydi hala çözebilmiş değilim!

Sadece kendi sözcüklerinin doğruluğuna inananlar kadar yakınız gerçeğe, diye seslenmiştim. O zaman yeniden düşünmek gerek, neden herkesin duasının kabul edilmediği, diye de eklemiştim! Bunu kendime ilk defa sorduğumda: Mahremine göz değmiş bir kadının çığlıkları kadar masumlaşmadıkça, ötekilerin düşlerine kapalı olduğunu anlamıştım kapısının! 
Konuşmalarım onu geçmişle duygudaşlık kurmaya kışkırtmış olmalı ki, keskin cümleler kurmaya başlamıştı:
‘Senden başka kimsem yok deme bencilliğini gösterenler, ötekilere sırtını dönmüştür. Ki, bu cesareti nereden bulduklarını çözebilmiş değilim! Oysa hepimizi yakacak bir öteki dolaşıyor etrafımızda.

Biliyor musun, kime ait olduğunu bilmeyen yürekleri dolduran; koca bir boşluktur. İnsan kendine ışığın duruluğu kadar dürüst olduğunda ancak dolacak bir boşluk ki, bu evrendekine asla benzemiyor!
Neyse ki, seninle konuşurken başımda bir güven halesi oluşuyor. Tıpkı sanat renklerini cesaretten örer ki, eseri ülkeler gibi fethedilemesin aforizma ile esere sağladığın koruma kalkanı gibi!

Gözlem yapmayı öğrendim önce, fare kapanına yakalanmış sürüler üzerinde. Ardından geçtikleri sokaklardaki ayak izlerinin eğreti durduğunu gördüm. Belki de, sanata eğreti duranların izleri başka sokaklarda yere daha sağlam düşmüştür diye merak ettim. Arayışlarımı sürdürdüm. 

Tanımadığım o sokaklarda gezinirken, perdeleri canlı sandım! Güneşin bulutların ardına saklanıp, ayçiçekleriyle oynaştığı gibi yarı aralanıp kapanıyorlardı. Oysa arkasında gün ışığına bakmaktan çekinen, kendisi olamayan silik kişiliklerin varlığını hissettiğimde, her gördüğüm biraz düş, biraz gerçeğe dönüşmeye başlamıştı! 

Ne zamanki, ezoterik masallara sığınmış sürüyle yürüdüğümü sezdim, o günden beri sadece içselliğiyle sınırlandırılmış yaşamın dik ve derin uçurumlarından savrulmanın, insan üzerindeki yıkımıyla yüzleştim. Onu düştüğü uçurumdan kurtaracak, aklı çatlatmışlardı hasetlerinden. Kitleyi kızgın tamga ile işaretleme gerekçem buydu!’ diyerek derin bir suskunluk zırhı giyinmişti! 
Susmasına üzüldüm mü, sevindim mi ikisinin ortasında bir yerde kalmıştım. Sonra yerinde suskunluklar, anlamsız konuşmaktan hep daha yüce duygular oluşturur, diye öğütler verdiğimi anımsadım!

Onun suskunluğuna konuşmamın, nazarlık bakışlarıyla dinleyeceği onaylamalara ihtiyacı olabileceği kanısı, bir anda eyleme dönüştü bende:

Biliyor musun, hepimizin aklı, içine doğduğu toplumun beslediği kadar yankı bulur evrende! Hepimiz onun bir parçası olarak damgalanırız. Ondan öncesi de vardır, belleğimizde biçimlenen aidiyet duygusudur ki, ailede başlar.  İçimizde susmadan kargaşa ve dinginlik yaratan ses, doğduğumuz aile ile ilintilidir. Kimimiz onunla katılırız topluma, kimimiz bireyselliğimizle. 

Toplumların, öteki ailelerin, her şeyin hatta herkesin kendimize benzemesini istememizin temelinde yatan, acıtan gerçek budur! Çünkü herkes kendi mahreminin izin verdiği oranda biçimlenir toplumda. Senin savruluşlarının nedeni de, doğduğun yuvanın sefaleti olmalı ki, akıl çatlatan sorgulamalarına, gün yüzü gösteren yorumlamalarının aynı mekânda şekillenmesi olası değil!

Unutma ki, içselliğine saplanan insanın yaşama tutunması keskin bıçak sırtına tutunmaksa, akıldan uzaklaşıp hamasetle beslenen sürüye tutunma çabası da bilenmiş kılıcın keskin yüzünde yürümektir. Bununla yüzleşenlerin, geçmeye çabaladığı coşkun nehirde, tutundukları kayıktır akıl. Onunla bir hedef çizer ve yol alır yeni geleceğine. Gerçekle yüzleşmenin insanı dinginliğe eriştiren gücü de, akıl ve yürek dengesinde bütünleşiyor!


Felsefeci, Yazar, Eleştirmen
ZorbaTVdergi Kurucu Genel Yönetmeni
Sanatım Dergisi Sanat Yönetmeni
Sosyeteart  Blog: Düş ve Gerçek Köşesi
İnstagram: @zorbeyümityaşargözüm
Facebook: Ümit Yaşar Gözüm
e-posta: uygozum@gmail.com  
Kurucu Başkanlığını Yürüttüğü
Entelektüel Tartışma Platformları
-Toplumsal Buluşmalar Platformu
-Türkütopya Sanat Platformu
-Ankara (Kalesi)İzdüşümleri
-Bodrum Aspat Düşleri  Platformu

Yorum

2. Erkan YAZARGAN II (doğrulanmamış) Ct, 15 Temmuz 2023 - 16:24

SORUMLULUK VE CEZAİ EHLİYET
"bir romantizm sorunsalı"

Sevgili değerli öğretmenimizle bir tartışma zihnimde canlandı: Kant' ın kuru, kupkuru akıl sistematiğinden sonra romantizme kaçışan insanların kurduğu evren?! (bir soru bir uyarı)

İddia ve sorumlulukla devam edersek; belkide sınırını bir türlü aşmayı göze alamadığımız, oysa içimizden bizi sürekli itekleyip duran ŞEY iddiacıların hırsla ördüğü korku bariyerine takılıyor olabilir.

Bu durumda, aşıp şöyle bir deney yapalım: Mahkeme ve kurul kararıyla cezai ehliyetimiz olmasın. Dolayısıyle sorumluluk/larımızda olmasın. EĞLENCELİ DEĞİL Mİ?

Soru: Şimdiki durumda ne yaparsın?

(Önümüze çok büyük, eğlenceli ama bilmediğimiz bir evren çıktı)

Kısaca yazar muhatabı ile akıl, sorumluluk vs girdabına girmeden cepheden "bir ara seviselim" diyebilseydi bütün bu külliyat olur/oluşur muydu? Yanılmanın bizi korkutarak çektiği aşka sarılma romantikleri de çekmiş olabilir mi?

Bütün bilip bilmediğimiz, anlayıp anlamadığımız, yanlış bildiğimiz, bize öğretilen veya bizim yanlış öğrendiğimiz KAVRAMLAR evreni durağansa oradan canlılık, üretim, yaratım beklemek eskilerin deyimiyle abesle iştigal olsa gerek. Bu halde tam sınırında durduğumuz ve bir cesaret edemediğimiz o hamleyi, atılımı SORUMSUZ, CEZAİ EHLİYETİ OLMAYAN BİRİYMİŞ GİBİ atmayı düşünür müsünüz? Belki o zaman farklı canlar ve.canlılar hareketlenmeye başlar, kavramlar evreni hareketlenir, yaratım yeni sonsuzca atılımlar yapar.

Yanıtları çok merak ediyorum.

Hemen şimdi bir cetvel oluşturup içini yanıtlarınızla doldurmaya baslayacağım. Yanıtlarınızdan sonra her yanıta enaz on soru daha soracağım. Bu yaratım biter mi, sonu/sonucu var mıdır! Tabii ki YOKTUR. Buradaki yokluk tanrı/tanrıların veya onlara inanaların yokluğu gibi bir yokluk değil aksine/tam tersine sıradan insanın sonsuz deyip algılamaya çalıştığı varlıktır GERÇEĞİ.

Keşke bu kısa ve eğlenceli soruyu partnerinize sorabilseniz: Bir ara sevişelim.

Daimi sevgi ve sonsuz cesaretle.

zorbatv Pt, 17 Temmuz 2023 - 19:18

Sevgili Erkan Yazargan,

Derin düşünen insanlar, yaşamda karşılık bulamadıklarında ya kendi ördükleri fanuslarında iç çeker ya da  daha atak cümleler kurmak durumunda kalırlar.  Bu yorumdan hareketle bir durum tespiti yapıp, şair veya yazar üzerine eleştirel bir not düşecek olursak. Entelektüel derinliği kadar, toplumsalla kavgası olan bir kişilik çıkıyor karşımıza.  Ki, yaratıcı düşünceyi besleyen şey de burada yatıyor.

Eleştirel yorumunuz üzerine sayfalar yazılabilir. Ancak benim önemsediğim bir kaç başlık üzerinde durmak istiyorum.

1-Sınırları aşmak, korku dağları:

Güncel ilişkilerde iki cephesi olan bir ilişki türüdür sınırlar. Birisinde birlikte yıkmaya karar verdiğiniz durumlar vardır ki, burada sınır ilişkinin kendisidir. İkincisi asla yıkamayacağımız, yıkılmasına izin verilmeyecek durumlar vardır. Ki, buradaki sınır/ların iki zıt karşılayanı vardır. Şayet aidiyet duygusu kendisinde oluşan birisi sizin için kendi sınırlarını kendisi asla yıkmayacağı gibi, sizin yaklaşmanıza ya da sınırı aşmanıza asla izin vermeyecektir. Dolayısıyla toplumsal olan ile kişisel ilişkiler ağında yıkmak bir eylem olarak görelidir. Algı ve yargı hükmüne tabidir. Gelelim partnerimize sorulacak soruya: Partnerinize seslenmek nasılı ve niçini ilişki içinde belirlenmiş bir edimdir. Ancak insan duygularını ilgilendiren eylemlerde şimdi, akşam, yarın vardır... Ancak bir ara yoktur. Çünkü bir ara deyimi, önceliğin yok, benim de şimdi zamanım yok, ne zaman uygun olurum onu da bilmiyorum ama .... diye uzar gider. Dolayısıyla bu bir partner için değil de, Amerikan sinemasının merkezine oturan kovboy filmlerinde karşılaşabileceğimiz bir durumdur. Ki, orada zaten partner yok bir beden vardır. 

2-Sorumluluk ve cezai ehliyet: 

Cezai ehliyeti olmayan kişilerin nasıl tanımlandığını, yasanın bile özürlü kabul ettiği bir kişilik haline bürünmenin çok da arzulanır bir yanı olmasa gerek. Ancak burada sorumluluk kavramını yeğlerim. Sorumluluk aklın ve yüreğin kurduğu insani ilişkiler ağında en sağlıklı yoldur. Kimsenin sınırlarını zorlamadan, kendi sınırlarını zorlamak anlamına gelir ki, başarı, yaratma, sıradan olmama da kendi sınırlarını zorlayanların becerisidir. Sorumsuzluk bir kişilik sorunudur. Sağlıklı bir kişilik, yasa, kişi veya  toplum tarafından yok sayılıp verilmiş bir durumdur sorumsuzluk . Akıl bize sorumlu olmayı öğütler, vicdan zorunlu kılar. 

3-Şimdiki durumda ne yaparsın? 

Yukarıdaki anlatım dizisi içerisinde "şimdiki durumda ne yaparsın " sorusunun karşılığı her şey... Ama kendi sınırlarım içerisinde.

Bu da bize hiç bir şey sağlıklı bir akıl ve ruhtan vazgeçmeyi seçmemizi gerektirecek kadar değerli değildir. Şayet değer insanın ötekine varlığa veya nesneye kattığı bir değerse önce kendinden ve ötekinden başlamaktır. 

Azizim Erkan Bey, yeni bir sanat kitabı masada 1 Eylül teslimini beklerken, bu derin yorumunuzu cevapsız bırakmama yüreğim el vermezdi, vermedi. İçtenlikle kutluyorum .

Düşüncenin aydınlattığı sevginin, sanatın ve yazının ışığında buluşalım.

 

2. Erkan YAZARGAN II (doğrulanmamış) Çar, 19 Temmuz 2023 - 10:20

Dürüstlükten bahsediyoruz ama ilk adımı atmaya bile cesaretimiz yok.

Yaşam boyu biriktirdiklerimiz çöpevlerdeki yığın gibi bir işe yaramıyor hatta komşuyu rahatsız ediyor.

Kapılıp gittiğimiz bürokrasi girdabının dışını bir türlü göremiyoruz.

İdea, ideal, ideoloji için feda ettiklerimiz oysa çok değerli.

Ergenlik pohpohlamalarının büyüsündeyiz.

Tek çözüm şimdilik, yerindelik yasasına uyup tüm yığını yeniden düzenlemek.

Aksi hepsi boşa gitmeye mahkum.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.