Kusursuz Şafağın Büyüsüne Kapılmak :
Küreselleşen İdeoloji Karşısında Bireyin Bırakılmışlığı!
Ümit Yaşar Gözüm*
Dünya ideolojilerin küreselleşmesi yüzünden, algıladığımızdan ve sandığımızdan çok daha hızlı değişiyor. Ülkeler, kentler, köyler, mahalle kültürleri tek düze bir yapıya bürünüyor. Aksakalların göz ucunda oynaşan ortak anılar birer birer kayboluyor. Köklerinden koparılmış ağaca benziyoruz, ağır aksak ayaktayız!
Bir zaman yolculuğunun orta yerine kondurulan janjanlı hüzünler kaplıyor gençlerin yüzünü. Toplumsal varoluş bilinci geliştirmek adına, bir zamanlar çıkılan ideolojik seferlerin, yaşamı kan, kin, nefret üçgenine hapsetmesi sonucu; köksüzlük kök salıyor tanıdık bildik, yaşanmış coğrafyalarda!
Kim söyledi ideoloji fikirlerin ve düşüncelerin bilimidir diye? Kâğıt üzerinde kavramlar ne kadar zarif ve naif duruyorlar, değil mi?
Ya gerçeklik! Hiç de öyle olmadığını haykırıyor, yüz milyonlarca can ve sayısız kayıp zamanlar üzerinden. Toplumsal ortak yazgı yaratma adına bir varoluş bilinci, başkaldırı olarak algılanırken ideolojiler daha mı anlamlıydı!
Zaman düğüm atarak geçiyor ömrümüzün üzerinden, bir sis sarmalına bırakıyor bizi! Eğer ideolojileri evrene yayma çabası olmasaydı daha az suçlu, daha çok mu mutlu olurduk!
Sanırım küreselleşen her algı bireyin topluma, toplumun kendine yabancılaşmasının etken sebebi! Bir yüke dönüşmüş düşünce, kitlelerin sırtında, bitmesini istemedikleri bir hipnoz hali! Oysa ışıklar hızla söner uykuya yatmayı düşünenlerin evreninde. Ama evren hep uyanıktır karanlığa karşı!Tek umut kapısı sistemli farkındalık!
Değişim; bilmediğimiz büyük yol ayrımı! Bir ucu aklı yürekle buluşturan aşk tepelerine gidiyor, diğeri karanlığa; cehennemin ta dibine! İşte öylesine riskli bir yol ayrımına çekiyor dijital çağ insanlığı! Ama bu öngörü, geride bıraktığımız son birkaç yüz yıl için, ‘insanlık adına onurluydular’ izlenimi çıkarmaya zemin hazırlamasın!
İdeolojiler çağı konu edildiğinde; yaralanmış, yok edilmiş kirletilmiş bedenleri, onuru kırılmış kitleleri düşünürüm. İnsan-ideoloji ve yabancılaşma üçgeninin zirvesine; ideolojinin kondurulduğu çağlara, düşünce tarihi açısından uzanmak isterim. Felsefe tarihi, bir ‘izm’ler tarihi olmadan çok önce, düşünen insanın tarihiydi. Sonrası cemiyet hayatımızın seviyeli birliktelikleri gibi, düşüncenin ideolojilerin emrine verildiği karanlık çağıdır insanlığın!
İdeoloji felsefe ilişkisi bu kadar karmaşıksa, sosyoloji ile toplum ve birey bağı ideoloji sarmalında; toplumların tüm kapılarının baskın ideolojilere açıldığı yapay ama kararlı bir bağ olarak çıkıyor ortaya.
Ütopyalar çağının tanımadık tanrılarının ve kahramanlarının yerini, önce modernitenin, ardından küreselleşen ideolojilerin tanrıları ve kahramanları doldurmaya başlıyor. İdeoloji karşısında tarih biliminin düşürüldüğü acizliği, her savaşın ve kavganın ardında bıraktığı tanktan, toptan, havadan, karadan başarı masallarının anlatıldığı sayısallaştırmalarda görüyoruz.
Tarih araştırmalarında yöntem sorunu henüz yeni yeni kendi gündemini oluşturuyor.
Bazen ‘savaşların sonuç notlarını tuttuğu izlenimi doğuran tarih biliminin, bu sayısalcı mantığı ile dijital çağın araçlarını ilk keşfeden, hatta bu çağın kurucusu olduğu’ geçiyor aklımın ucundan! Sonra yaşanmış olanın, deneyimlerini bize aktardığını anımsıyorum.
Aniden irkilerek: Umut çağına rüyaları ilintilenmiş bireyin çaresizliğini seziyorum. Düş gezginlerini mutsuz edecek bu art niyetli kurgulardan vazgeçiyorum!
İnsanın insana, toplumun bireye güvensizliğinden beslenen, derin uçurumlardan dökülmeye başladı insanlık. Hep başarsak da artık hepimiz yenilgiye mahkûmuz. Ne hüzün vericidir, kazanımları kaybetmek! Ki, bir yarış kaybetmeye asla benzemiyor!
Küreselleşen İdeolojiler Karşısında Bireyin Konumu Bırakılmışlıktır!
Dijital çağın ideolojisini; küresel kurumsal yapıların birey-toplum-doğa üçgeni arasında tasnif edilen bütün alanlarına nüfuz etmeye çalıştığı eklektik düşünceler bütünü olarak tanımlayabiliriz.
Eğer ideolojinin ortaya koyanı ya da otantik kaynağından besleneni değilse, bütün benliği ile onu sorgulamaksızın benimseyip, aktarması, bireyi aydın değil, ancak o ideolojinin sempatizanı veya militanı yapıyor. Kitle nesnesiz başkaldırıdan anlamıyor, ideologlar ise ruhlarını sömürmekten vazgeçmiyor.
Geçmişte sosyal yaşamda tutunamayanların, gelecekte varlıklarını göstermek isteyenlerin ilintilendiği yapay zeminler oluşuyor. Oysa her fikir kendisini bir adım ileriye taşıyacak bireylere ihtiyaç duymakta, salt taşıyıcı bağnazlara değil!
Çözülen idelojilerin yarattığı paranoyanın ürünü yetişkin kitleler karşısında umudum giderek kırılganlığa evrildiğinden; yeni nesil bilinç oluşturmaya yönelmeli toplumlar. Kişisel önyargıdan daha çok, kitlelerin talihsiz tarihi serüvenine dayanan bir öngörü!
Devlet ve ideoloji bağı, disiplinler arasılığı olan bir ilişkiler bütününe çeker bireyi! Devletin ideolojik aygıtlarının görüş alanına giren birey, yeni bir kimlik kurgusuna dâhil olmuş demektir.
İdeolojiler çağında devletler, kurumsal yapılar üzerinden kültür, sanat ve eğitim üzerinden bir algı yaratmayı hedeflerken dijital çağda ne yazık ki, ulus devletlerin bu gücü giderek zayıflamakta.
Kurumsal yapılar, ideoloji ve kültür ilişkisi başka bir boyuta evirilmekte. Resmi ideolojilerin yerini, ulusal kaygısı olmayan küresel değerler dizisi (paradigma) almaya başlıyor. Birey, ideoloji bilinç ilişkisinde artık çok daha kaotik bir yapı ile karşı karşıya.
Bir yanda, siyasal kurumsal yapılara karşı duruş, diğer yanda hukukun ideolojiler karşısındaki edilgenliği, egemen ideolojilere karşı tepkileri tetikliyor.
İdeolojik toplumsal dayatmalar, ideolojik birer kurguya dönen inançlara yükselen tepkiler; ideolojilerin üstyapıyı belirlediği varsayılan olumlu/pozitif algısını yerle bir ediyor.
Bazı diyaloglarda yaşanan ilişkiden kaynaklanan sorun değil, kimilerinde tek sorun öznenin kendisidir. İnsan ilişkilerinde olumsuzluklar veya ikilemler, ekseriyetle iki insan arasında değildir. Özün hırpalanışı, aşağılanmışlığı veya yüceltilmişliğiyle ilgilidir. Çünkü varoluş nesnenin değil, özün sorunudur.
Oysa ideoloji- din ilişkisi tarih boyuncu çatışmalarına rağmen, hiç kopmayan ilişki türlerinden birisi olarak sürüp gelmiş.
Kitlesel tepki aynı zamanda doğaya karşı duruşta bile çevreciliğe eklemlenen ideolojik unsurlar yüzünden büyük parçalanmalara yol açıyor.
Aynı Düzlemde Bir Köprü ve Bir Cambaz: Kültür ve İdeoloji İlişkisi!
Birey bazında değer ve kişilik bağını kurduğumuz şey kültürdür. En kapsamlı tanımıyla her insan bir kültür çevrenine doğuyor.
Göçler, tercihler ve siyasal ideolojinin dayatmaları dışında, bireyin içine doğduğu kültür değerlerini tümüyle ret etmesi; kültürler arası bir karşılaştırma yapma şansı yokken olası değilken, onun gelişmesine ve çağın beklentilerine uyumu noktasında ise katkısı sürekli oluyor.
Dijital çağın kültür endüstrisini yeniden yoğurmak durumunda kalabilir insanlık. Aydın yapmacıksız davranamıyor, kitlelerin onu algılayacak feri yok. Kültür denilen hamuru yeniden mayalamalı!
Aydınları kitlelere karşı cimri olan toplumlarda, ihanet cömert davranır herkese! Küresel yapay ideolojik tanımlamalar üzerinden popüler kültürün üreteni ile tüketeni arasında deneyimlenen uçurumu kapatmak giderek zorlaşıyor. Akademiyanın çağlar süren entelektüel saygınlığına ihanet etti, şarlatanlar!
Kültür endüstrisi bu yanıyla kendi ideolojini kitlelere enjekte etmekte bir sakınca görmüyor. Öyle ki, küresel sermaye toplumsal kesim ve katmanlar ayırt etmeden kendi araçlarını kitlelere sunmakta. Bu yanıyla eşitlikçi görünen oyunun perde arkasında kendi elit/patronlarını yaratma çabası yatıyor.
Sıradan aklın, popüler kültürün neliği üzerine söz söyleme hakkı olmadığının bilincinde küresel akıl. Öncelikle; devletin, demokrasinin ve inançların izlerini silecek yöntemler geliştiriyor durmaksızın.
Bu arada yeri gelmişken bundan yaklaşık bir buçuk yüzyıl önce Dostoyevski’nin ifade ettiği gibi “Bu devir sıradan insanın en parlak zamanıdır.” Aforizmasını haklı çıkarıyor. O günden bugüne çok şeyin değişmediğini deneyimliyoruz!
Popüler kültürün kendine özgü ideolojisi, işçi, köylü, zengin, fakir vb. ayırımından daha çok, bireylere küresel ideolojinin suskun müridi olup olmamasıyla ilgileniyor.
Geride bıraktığımız yüzyılın parolası ideolojilerin sonunun geldiğine dayanıyorken, yeni bin yılın kâhinleri post modern dünyaya ‘İdeolojilerin Dönüşüm Çağı’nı müjdeliyor.
Her şey giderek birbirine yaklaşıyor, sanki insanlar bile aynı kalıptan çıkmışçasına benzeşiyor.
Böylesi bir sunum çağında ideolojilerin aynılaşmamasını düşünmek eksiklik olurdu. Gündelik yaşamın bir parçası olarak değer, tutum ve davranıştan modaya, yemek kültüründen, kültürel mirasa, bireysel yaklaşımdan sivil toplum ilişkilerine kültür endüstrisi ve ekonomisi penceresinden bakmaya doğru akıyor kitleler.
Küresel Aklın Sacayağı!
İdeologlar aracılığıyla yarattığı küresel söylemlerine giydirilen ideolojik kılıflar, sıradan aklın algısını aşıyor.
Felsefenin yöntem arayışlarından beslenmeyen akıl, unutulmuş tarihten mitolojik öyküler anlatmayı becerir! Çağını bekleyen düşüncenin ibresinin hep ileri göstermesi bundandır!
Popüler kültürün tutsağı haline gelen kitlelere medya tanrısının kucağında masallar anlatarak bireyin mutluluğunu önemsediği izlenimi yaratıyor. Oysa popüler kültür medya ilişkisine bir üretim aracı olarak televizyon ve dijital medya üzerinden bakan aydının giydirilen küresel ideoloji kılıfını ortaya çıkarmasına karşı kitlenin anlamdan yoksun direnciyle karşılaşıyor.
Medya, küresel aklın önermelerini yaymaktan sorumlu bir aygıta dönüşürken, bireyi medya üzerinden yeni bir kültürel kimliğe büründürüyor. Artık toplumsal ortak akıl yerini adım adım küresel akla emanet birbirine yakınlaşan kitlelerin aynileşmesini özendiriyor.
Küreselleşmenin hedefinde çocuk ve gençlerin önceliğinin ardında yatan etken sebep henüz kültürel kodları oluşmakta olan toplumsal büyük bir kesimi gelecekte sorun yaratmayacak şekilde biçimlendirmek. Küreselleşen dünyada internet ve uluslar arası medya aracılığıyla tek bir gençlik kültürü yaratmanın hiç de zor olmadığını günümüz toplumlarındaki çocuk-gençler ile yetişkinler arasındaki kültürel uçurum açıkça gösteriyor.
Sacayaklarından birisi de kültür endüstrisinin her geçen gün biraz daha çarkları arasında biçimlendirdiği sanat ve edebiyat. Belki de en temel araçlardan birisi olarak sanat gören gözün evrensel değere bağladığı eser ve sanatçı üzerinden ilk örneklerini (prototip) yaratmak suretiyle evrensel kültürel kimliğin oluşması için kullanılıyor.
Geçtiğimiz yüzyılı hatırladığımızda çeviri eserlerin seçimi dâhil olmak üzere kültür sanat ve edebiyat alanındaki fikri ideolojik yönlendirmeler ve ortaya konulan eserler, insanlığın bir yüzyılının nasıl heba edildiğinin somut kanıtı.
Sanat, eser üzerinden gösterir kendini, eser yoksa sadece kavramın özü vardır ki, biz onu güzel olanda yakalarız. Ayırt edici olan karakteristik özelliklerdir. Bunun için sanatta, güzeli konuşurken çirkin kavramını kullanmayız. Bir eser ya karakteristiktir ya da değildir!
Yönetimlerin önce kendi halkına, ardından sempatizanlar yarattığı toplumlara benimsetmeyi hedefleyen ideolojik propagandalarının başlıca kaynağı bütün ana ve alt dallarıyla sanat ve edebiyat olmuştu. İdeolojik sanat ve edebiyat bağlamında yapılan anıtlar ve eserler ayrı ve önemli bir değerlendirmenin konusu olmalıdır.
Aynı zamanda, fonetik sanatlar alanında klasik ve çağdaş parçaların ideolojik birer simgeye dönüştürülmesi, sahne sanatlarında tiyatrodan, operaya, baleden, modern dansa her şey ideolojik aklın hizmetine sunulmuştu.
İkinci Dünya Savaşı ile birlikte atılım yapan sinema, sıradan ve doğrudan propagandadan arınarak sıradan aklın algılayamadığı ideolojik senaryolarla dünyada sempatizan toplamayı hedefliyordu. İhtilallar, devrimler, gizli kapaklı ticari reklamlar hatta gelecek zaman bilim-kurgu filmler üzerinden ince ince işlenmek suretiyle ideolojik sempati alanı dünyaya açılıyordu.
Bütün bunlara rağmen bir açmazı ya da acemiliği vardı yapılanların. Önce dünyayı bölüyorlardı, atbaşı olarak da toplumları. Kutuplaşan dünyada, tezler ve antitezler çarpışıyor görünse de, ortada iki keskin ideolojinin dünyayı paylaşma senaryosu vardı. Bölünen, parçalanan kitleler birbirinden yemek kültüründen, giyimine, saç sakal biçiminden buluştukları mekânlara kadar her şeyi ayırıyordu.
Oysa bunun böyle olmayacağını ilk gören kapitalist algı kültür endüstrisi kavramı ile adım adım herkese kültür önermesiyle öne çıktı. Geride bıraktığımız yüzyılın ikinci yarısından itibaren artık bu alt yapıyı güçlendirecek elektronik çağın ayak izleri duyulmaya başlanacaktı.
Şarlatanlar dolaşıyor kentin şamatalı meydanlarında: Yılkılar kadar aç ve ay gibi üryan ihtiraslarıyla! Onlar silecek entelektüel zekânın izlerini ve kitleler boyayacak kenti karanlığa!
Sacayaklarından birisi de toplumsal cinsiyetler ve sınıflar arasındaki ayrımı ortadan kaldıracak ortak mimari yapılar, tek düze mühendislik ve bireyin geleneksel bağlarından koparılmasıydı.
Gelenekselden uzaklaşıp, küresel mimari ve peyzaja yaklaşan beyaz yakalılar üzerinden yeni bir algı yaratılacaktı. Toprak damlar, taş evler, salaş ahşap yapılar bütün bunlar yeniçağın yüzünü yansıtmıyordu. Öyle ki, toprak ve mimari üzerinden yaratılan getirim (rant), dünya toplumlarının açlık ve cehalet sorununu kökünden çözebilecek boyutlara ulaşıyordu.
Mekânların ideolojik bir boyutunun olabileceği sıradan aklın rüyasına bile girmezken, bir anda böylesi bir tartışmanın odağına oturtulmasını anlaması beklenemezdi. Öyle de oldu. Herkese yaşayabilecek çağdaş mekânlar, sabah akşam her türlü fantezisini giderebilecek mekânlar kulağa hoş geliyordu.
Kitlesel eylemlerde estetik ruhun eksilmesinden, sonsuz kederler biriktiririz yozlaşma adına!
Ancak henüz tam rayına girmemiş olsa da geleneksel algı ve değer yargılarından arınamayan kitlelerin karşısına toplumsal cinsiyet ayrımının ve sınıfların olmadığı bir sunumla çıkmak olamazdı. Bunda şimdilik bir sakınca yoktu. Nasıl olsa üstün değer kavramını aşındıra aşındıra, kitleler küresel aklın olmayan etik kurallarını yani ilişkilerdeki kuralsızlığı benimsediğinde amaç gerçekleşmiş olacaktı.
İnsanlık tarih boyunca ortak değerler yaratmaya çabalayıp imgesel kültürün inşasını sağlayamamışlardı. İdeolojinin önemli bileşenlerinden birisi olarak sadece çalışan ve tüketen itaatkâr kitleler yaratmakla küresel akıl bunu başarmış olacak. Artık ne cinsiyetin önemi olacak, ne bedenin, ne de iyi ve doğrunun. Çünkü bütün bu kavramlar dijital zekânın yazacağı sözlüğe göre yeniden inşa edilecek kişiliğin hizmetinde olacak. Ve artık kusursuz şafağın sesine uyanmak, kitleler için uyanmak sadece bir düş olarak kalacak!
Yaptıklarımız, yapmak istediklerimizden çok! Başkalarının mutluluğu adına neler yapmamalıyım diye soracak, bir insan tipi yaratmaya muhtaç yakın çağ!
Yorum
Merhaba Küreselleşen…
Merhaba
Küreselleşen ideoloji tanımı ile bırakılmışlık bir arada. Bir düşünsel Nirvana çizmişsiniz kutlarım.
Sartre şapka çıkarırdı diye düşünmekten alamadım kendimi.
Tebrikler
Ümit Üstat
Kusursuz şafağın büyüsü ya da Janjanlı hüzünler okuru dil yetisinden vuruyorsunuz. Büyük çoğunluğun ogunlugun kıskançlığı ve yetersizlerin hasisligini nasıl aşıyorsunuz... Yoksa kimseyi takmayan kişiliğinizi buradada mı konuşturuyorsunuz!!!
GİRDAP
BİR KURGU BELKİ YARDIMCI OLUR
Şöyle bir kurgumuz olsa: Okyanusun ortalarında bir yerde (mekan) büyük bir girdabın içindesin (mekan kaygan, hareketli, ölümcül, tehlikeli, garantisi) Birden yüzüne vuran dalga ile uyanıp kendine geliyorsun ama ne olup biteni, nede senin gibi girdaba kapılmış binlerce nesnenin, insanın, varlığın, eşyanın… orada ne işleri oldukları veya ne oldukları ile ilgili bir fikrin yok, can telaşındasın ilk önce can havliyle bir şeylere tutunmaya çalışıyorsun.
Ölmeden, kendini kaybetmeden bir şeylere tutunabildiysen devam eden ve şiddeti daha artan girdaptan kurtulmaya çabalamak mı senin gibi aynı girdabın kurbanı, esiri, tutuklusu tanıdık veya hiç tanımadığın birileri ile dayanışmaya çalışmak mı insan doğasıdır?
Yaşananlar bundan ibaret.
II. Dünya Savaşından sonra "kör topal" kurulup idare edilmeye çalışılan dünyamızın bütün yalanları bitti ve gerçek bütün çıplaklığıyla kendini gösterdi.
Bu aşamadan sonraki düzen; tümüyle tercihlerin düzeni olacaktır.
"Benim ömrüm zaten sona yaklaşıyor, az zamanım kaldı, yeni ile uğraşamam" demek bir tercih. "Bizden öncekiler ne kadar da cahil ve kavgacıymışlar, onların tümünün üstüne bir çizgi çekip yepyeniyi yaratacağım çünkü benim vaktim çok, gencim, daha yeni yaşamaya başladım" demek de bir tercih.
Bizimki gibi arada kalmış toplumların sorunlarının/sorularının büyüklüğü kadar fırsatlarının çokluğu da ayrı bir gerçek.
Onca hadi binlerce kişi (kadın, erkek, eşcinsel, çocuk, genç, sağlıklı veya sağlıksız, eğitimli, eğitimsiz, işli, işsiz…) mekan tercihimizi, ilişkilerimizi, gelecek kurgularımızı, elimizde var olanları (sermayemizi), plan ve proğramlarımızı, sistemlerimizi, işlerimizi, işleyişlerimizi, üretimlerimizi veya üretmek istediklerimizi
Girdapta kurmak isterki!
BİR GÜZEL SORU DAHA
BİLGİ
Bizlerin peşine düşmesi gereken bilgi hangi bilgidir sorusunun yanıtı aslında çok basittir ama kabul görmemesi veya inatlaşma nedeniyle bir türlü hakettiği yeri bulamaz ve amiyane tabirle "arada kaymayıp/kaynatılıp gider".
Bilimsel Bilgi
Pekiyi, bilimsel bilgi nedir sorusunu sorduğumuzda yanıt yine çok basittir; labaratuar sonuçlarla kanıtlanabilen bilgi :)
Günümüz koşullarında sıradan bir labaratuar kurmak için BİLE büyük paraya/sermayeye gerek duyulduğu için;
Her zaman söyleyip yazdığım gibi DOĞUNUN KORKUNÇ CEHALETİ bilgiye inatla karşı durduğundan bir türlü iflah olunamaz, emekler boşa gider, herkes birbirini kandırır, savaş (şiddet, Ayılık) hakim olur, uykulardan / hayallerden bir türlü kurtulanamaz!
Yönetici kadro ve insanları bile en üst perdeden "biz bilim yapamayız, ancak taklit edebiliriz çünkü bilim yapmak için aşırı donanım ve araç gerece ihtiyaç vardır" derler. Derler ve korkunç cahil toplumlarını yönetmeye devam ederler :)
Savaşın biri biter öbürü başlar.
Savaşın ve güvenlikçi politikaların egemen olduğu toplumlarda zeka seviyesi sürekli düştüğü için sanat, felsefe, bilim yapılamaz. Yapılabilmesi imkansızdır. Günümüz insanlığı her insanın eline kendisine ait devasa bilgi akışı içeren bilgisarlar tutuşmuş olsa da NASİPSİZ cahiller bu imkanları bile yine o bilinen inat, cehalet, körlük, aptallık, sağırlık, anlayışsızlık, yönetme arzusu, egemenlik sevdası, "alalım düşmandan eski yerleri" modunda motivasyonlar, tahkir, baskı, ezme aracı olarak kullanırlar.
Ezik yığın ve kişiler (birey değil) ömür boyu ezijliklerinin hem acısını hemde travmasını aktarır. Fırsat bulunca kan davasının intikamını alır.
İktidar/Muhalefet dünya düzeni (ki yıkılıyor. Yıkılmak zorunda) kurduğu cendere rekabet sistemi/sistemleri ile bütün dünyayı istisnasız kılcal damarlarına kadar etkisi altına almışken akıllı insan (birey) tavrı BUGÜN ne olmalıdır?
İşte sorunun (sorun değil soru) güzeli budur!
Yanıtlama,Teşekkür
Sevgili Erkan Yazargan,
Ön yargıdan uzak, sorgulayan aklın kendi sorularını ürettiği birbirini tamamlayan iki yorum. Katılımınız için içtenlikle teşekkür ederim.
İnsan bir irade varlığı, yaşama dair bütün olan bitenlerde iradenin seçme hakkını kullanarak yol alıyor. Bu bazen yoldan çıkan trenin vagonları gibi savruluşu yaşamasına ama çoğunlukla hedefine varan bir katarın özenine dayanıyor. İşte bu noktada "...............şiddeti daha artan girdaptan kurtulmaya çabalamak mı senin gibi aynı girdabın kurbanı, esiri, tutuklusu tanıdık veya hiç tanımadığın birileri ile dayanışmaya çalışmak mı insan doğasıdır?..... sorusunun yanıtı da burada. Birey olmak, sosyalleşmiş birey olmak ise hiç kuşkusuz sorunun ikinci bölümünü seçip örgütlü bir dayanışmaya yönelecektir. Ancak beyni yerine sadece karnını doyurmuş sürüden birisi iseniz kendi girdabında debelenmeyi seçecektir. İki arasında keskin bir çizgi seçme hakkını nasıl kullanmanız gerektiği yönündeki birikim, eğitim, insani değer vs. ile ilgilidir.
Gelelim 2.Dünya Savaşı ile yeni bir dünya kurma safsatasıyla yola çıkan küresel sermayenin kültür endüstrisi üzerinden bireyi/toplumları ele geçirme serüvenine. Ki bu aşamadan sonraki düzen; tümüyle tercihlerin düzeni olacaktır.... tespitiniz yerli yerine oturmuş bir karardır. Aklın bireyselleştiği bir dünyada kelle sayısı kadar tercih yani kaos/anarşi ortaya çıkacaktır. Nihayetinde bugün yaşanan da durum özetidir bunun. Bireyin tercihleri ile toplumun tercihleri arasında ele kılcal damarlarına kadar kuşatılmışlık yapılıyorsa ne olan büyük yıkımdır. Yazımın başlığında bireysel aklın yaşadığı bırakılmışlık aslında kendi kurtuluşunu öncelemenin üstünde örgütlü bir mücadeleyi gerektiriyor. İnanıyorum ki, bugün küresel aklın emrinde en yaratıcı düşünceyi ortayan koyan kolektif akıl, önce birey olduğunu hatırlayarak yeni bir uyanışı tetikleyecek.
Sevginin, sanatın ve yazının aydınlığında buluşalım.
CEZA
DÜŞÜNCENİN BAĞIMSIZLIĞI
Bizimki gibi geri kalmış ilkel ülkelerin en ciddi sorunlarından biri neden, düşünememektir?
Birazcık felsefe okuyup felsefe yapmaya başlayan ve bundan ZEVK ALAN insanın en başta bilmesi gereken BİREYLİĞİ sebebiyle düşüncesinin / düşünme kabiliyet ve gücünün bağımsız olduğu / olması gerektiği BİLGİSİDİR.
Düşünme, duyguya yol açmamalıdır.
Pekiyi, bizde olan nedir sorusunun yanıtı tam tersi gelişme yani BİLE İSTEYE duyguya / duygulara sebep olarak düşüncenin iğfali.
Suçun büyüklüğü ele alınırsa sıradan bir iğfal suçu günümüz hukuk sistemlerinde 6 sene hapis cezası ile cezalandırılır.
Bu durumda ceza nedir dediğimizde bizzat felsefe gibi muhteşem bir imkan doğru dürüst düşünmeyen hatta BİLE İSTEYE düşünmeyi iğfal edenleri DÜŞÜNEMEMEKLE cezalandırır.
Bundan büyük ceza olur mu?
Yeni yorum ekle