Toplumsal Cinsiyetin Eşitliği Böyle mi Olmalı?

Felsefe

Toplumsal Cinsiyetin Eşitliği Böyle mi Olmalı?
Sen Bebeklerinle Oyna Kızım, Arslan Parçası Arabalarıyla!

Ümit Yaşar Gözüm

Cinsiyet ve Toplum

Eğitilmemiş insan, dünyayı algılamakta genellikle zorlandığı için kabuğuna çekilip, kendi evrenini yaratır. Bu evren sığ, birileri bizi gözlüyor evlerine benziyor. Sakinleri; dışarıda olup bitene sırtını dönmüş olsa  da, korunduğunu sansa da gerçek bunun tam tersidir. 

Dijital Çağın her olan biteni gözlemleyen, görüntüleyen dijital gözleri sayesinde bireyin mahremi veya toplum mahremiyeti hızla ortadan kalkıyor. Her şey alenileşiyor. Böylesi bir dünyada daha çok korumaya ve hak eşitliğine ihtiyaç duyan insanı eğitimden mahrum bırakmakla başlıyor büyük sorun.
 
Aile bir sığınak değil, mensuplarını geleceğe hazırlayan ve bu uğurda barınma, eğitim, toplumsal varlığa dönüşerek toplum yönetimine katılma gibi çok yönlü görevleri olan bir yapıdır. Küçük toplumdur diyebiliriz aileye.

Sosyal hayatta biçilen rollerin ailede aktarıldığını dikkate aldığımızda; iş, evlilik çocuk, her alanda kısıtlanmış bireyin toplumsal varlığa, başarıya bir katkısı olabilir mi!

Arabesk kültür, kadını bağımlı kılmanın yolunun ekonomik algıdan geçtiğini düşünerek, onu toplumsal yaşamın dışında bir yerlerde konumlandırıyor. Önce kaynaklara erişimden mahrum bırakıp, sonra iş gücü tanımlamalarında set çekerek en güçlü insanı bile çaresiz bırakmak mümkün değil mi? 

Durum böyle olunca da çaresiz bırakılan kadın/insanın kollanması, korunması hatta sahiplenilmesi gibi korumacı cinsiyetçilik devreye sokularak, özgüvenden yoksun bırakılarak alınıp satılabilen bir metaya dönüştürülebiliyor.

Atasözleri ya da deyimler diye geçmişten günümüze aktarılan söylemlerin çoğunluğunda kullanılan dile baktığınızda, eşitlik görmek bir yana aşağılamak, yan çizmek, hatta dişil gücün utanılacak bir şey olduğunu aktarıyor. 

Oysa olması gereken çok net ve kimseye ek yük, toplum ve kurumlara ek maliyet getirmeyecek cinsten: Sadece kadının da insan olduğunun farkına var ve de iş ve aile yaşamında denge kur! Hepsi bu!

Toplumsal cinsiyet eşitliği sadece kadınlar için değil, toplumun her kesimi içindir. Bunu anlamamızı sağlayacak toplumsal eğitim sistemine ihtiyacımız olduğu gün gibi ortada; sorun kimin neye ne kadar inandığı ve ne yaptığı!

Kim ne kadar inanıyor ve de inanlar ne yapıyor!
Samimiyetsizlik kurumlarla başlıyor: Yasa yorumcularından uygulayıcılara, kamu kurumlarına, akademiya’dan sanayi kuruluşlarına kadar her yerde bir ‘amalar’ dizisi çınlıyor kulaklarda. Oysa eşitliğin aması, dahası azı, çoğu yok tek bir sözcükte bitiyor yaklaşım: Eşit…

Unutamadığım bir örnek: 2008 yılında Başbakanlığa bağlı ilgili Genel Müdürlük Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı’nı yayınladığında toplumun her kesiminden kadın-erkekte büyük heyecan yaratmıştı. Nihayet diğer yarımızın da insan olduğu gerçeğini kabul etmiştik. Ancak zaman içerisinde kişisel yorumlamalara kaçan yargı kararlarına tuz biber eken ise 2019 yılında Yüksek Öğretim Kurumu’nun aldığı bir karardı. Söz konusu projeyi durduran kararı bile gölgede bırakan şey dile getirilen gerekçesiydi: 
“Projenin toplumsal değerlerimiz ve kabullerimizle mütenasip olmadığı ve toplumca kabul görmediğiydi.” 

Akıl denilen melekeyi bir yana bırakıp, elimizi vicdanımıza koyalım ve soralım: Birey üzerinden toplumsal aydınlanmanın kaynağı olması gereken akademik temsilin alacağı karar böyle mi olmalıydı! 

Aydınlanmanın başladığı kürsüler eğer toplum aydınlanmasına değil de bilimsel temellerden yoksun, değişime ve gelişmeye direnen geleneği önceliyor ve toplumun önüne koyuyorsa orada geçiştirilemeyecek bir sorun var demektir. Bunun gibi onlarca, yüzlerce örneği yaşanıyor bu yaklaşımın.

İnsan sormadan geçmek istemiyor; sahi “kadını insan olarak görmek, insan yerine koymak, insan olduğunu kabul etmek hangi toplumsal değer ve kabullerle oranlı/orantılı/mütenasip değil! Bir başka soru da ardı sıra geliyor “toplumca kabul görmediği” siz hangi çağ, coğrafya ve toplumda yaşıyorsunuz diye sormadan yapamıyor akıl ve vicdan!

Bireyin ilintilendirildiği iki cinsiyetten birini biyolojik özelliği tanımlama ve adlandırmada kullanılır ki, toplumsal cinsiyet denir adına. Buna bağlı olarak Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi alt/disiplini bu iki cinsiyetin kültürel ve toplumsal durumunu, sosyal yapıdaki konumunu ele alarak geliştirici öneriler verirken; eğitimin zirvesinde toplumsal cinsiyet eşitliğinin yok sayılması, kabul görmemesi ikiyüzlü yaklaşım ve samimiyetsizlik sayılır mı? Bütün bu yaklaşımları, kitlelerin vicdanında sorgulamak gerek.

Bir de nehrin öte yakasında muhafazakâr kitlenin kaygılarını anlamamıza ışık tutacak: bir başka tutumun açıklığa kavuşması gerek:

Özellikle feminist mantığın düz önermeleriyle çok fazla yol alınamadığını gören farklı gruplar, bindikleri dalı kesmemek adına kadın hareketi üzerinden “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” ne ilintilendirdikleri yeni toplumsal cinsel kimlikleri ön plana çıkarmaya başladılar. Bu da kadın hareketinin hak arayışına sessiz tepkilerin doğmasına ve muhafazakâr kitlenin karşı durmasında olumsuz rol oynuyor.

Farklı din, mezhep ve tarikatların kadın erkek eşitliğine, hatta eşitlik kavramına yürekten inanmadığı bir coğrafyada yaşadığımızı göz ardı ederek, bu büyük kütlenin adını bile telaffuz etmekte zorlandığı cinsel kimlikleri (kadın-erkek/heteroseksüel olarak bilinen ve kabul edilen toplumsal cinsiyet tanımlarını; lezbiyen, gay, biseksüel, transseksüel, gueer/kuir diye ayrıştıran beş cinsel kimlik ve yönelimi bu mücadeleye yaftalayarak kitlesel kaygının, tepkiye dönüşmesine ne yazık ki, zemin hazırladılar. 

Kadın, çocuk, genç derken bir de ötekiler mi var!
Toplumlar, cinsiyet özelliklerini biyolojiyle bağlantılı olarak değerlendirirler. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ise; toplumların kültürel, dini ve coğrafi olarak inşa ettikleri ayrımcı yaklaşımlardan kaynaklanır. 

Üst kimlik/cins ‘İnsan’ ise şayet, hiç kimse kadın veya erkek olarak doğmaz sonradan toplumsal norm ve değerin izinde adlandırılır. Yani  bu ayrımlar sonradan yüklenen bir sıfattır. 

Toplumsal cinsiyet; algı ve yargıları, biyolojik farklılıkları, açıkça olmasa bile yüksek duvarlarla reddeder. Biyolojik bir konuda başka birisinin  ‘Toplumun’ araya girmesi, bireyi öteki varlık olarak görmeye yöneltir kitleleri ve kurumları. 

Orta Doğu coğrafyasının geleneksel algı ve yazgısı, kadınımızın insan olduğu gerçeğini anlamamızı sınırlandırıyor mu? 

Sorunu derinleştiren şey, arabesk kültürün bin yıllara dayanan köklü Türk kültürüne yaftaladığı geleneğin sürdürülmesi olabilir mi?

Kadına ve erkeğe farklı toplumsal roller biçmek, güçlünün gücünü artırmak yerine, fiziki olarak güçsüz görülenin gücünü artıracak iktisadi, sosyal kültürel ortamlar oluşturmaktan geçerken, kadını toplumsal hayattan silen arabesk yaklaşım Anadolu coğrafyasının kadim uygarlıklar mirasına nasıl nüfuz eder! 

Bütünün parçalarını birbirinden koparıp, Kadının varlığını yok sayabilir miyiz!
Doğumla kazandığımız şey değil miydi cinsiyet! Aynı şeylere gülüp aynı şeylere ağlarken bir süre sonra akışı raydan çıkaran şey de ne oluyor! Aile, çevre ve kaçınılmaz olarak da toplumun; kadınsan şöyle, erkeksen böyle davranmalısın dayatmaları çıkıyor karşımıza!
 
Toplumsal beklentiler yaşa ve konuma göre artarak değişiyor; dürüstlüğü ve ilkeli duruşu delikanlı kız, cesareti erkek gibi kadın…  gibi ilkel tanımlamalar yerleşiyor kadının hayatına. Ve kendi yaşamı üzerindeki söz hakkını bile ortadan kaldıran, öldürücü darbe ardından geliyor: elinin hamuruyla erkek işine karışma! 

Çağlar değişiyor, deyimler düşünceler değişmiyor. Öyle ki, çağımızda hamur işi çoğunlukla erkek işi olmasına rağmen o lanet deyim peşine takılmış gidiyor kızlarımızın, kadınlarımızın! 

Bu sorun ne farklı düşünürlerin türettiği izm’lerin fantastik yaklaşımlarına ne de salt siyaset mantığının yaslandığı pragmatizme bırakabileceğimiz bir sorun değil. Sorunun kaynağı toplumdur ve bunun çözümü de yine eğitilmiş bireyler üzerinden, toplumsal bilinçlenme ve aydınlanma ile olacaktır. 

Toplumsal cinsiyet terimi, ancak sosyo- kültürel, ekonomik ve siyasal dönüşümlerle değiştirilebilecek bir terimdir.

İçine düştüğümüz çukur bir yazgı mıdır?
Arabesk gelenek; kadın insan mıdır, dişi midir, aklı uzun mudur kısa mıdır, haz kaynağı mı yoksa hız kaynağı mıdır  gibi, ilkel benzetme çarkının dönmesi için, insan diliyle su taşırken Dijital Çağ kendi argümanlarını yaratarak geliyor üstüne kadının.  
‘Hız ve Haz Çağı’nda insan, cinsiyetçi algıları yeniden yorumluyor. Geleneksel olanla geleneği yeniden tanımlayarak ayrıştırıyor. Bu çağın insanı içine çeken dişlileri arasında dönen kadın veya erkek değil; insan! 

Biz eğer yeni kuşaklara şu “geleneksel ile gelenek” ayrımını anlatıp farkı gösteremezsek hız çağında onları yaya ve savunmasız bırakmış olacağız. 

Yaşamı Babil’in Asma Bahçeleri gibi kat kat teraslar olarak düşünebiliriz! Dünyaya bakış açımız yaşamımızdaki kadınların bizi çıkardığı zirvedir. Eğitilmiş ve birey olma becerisini yakalamış kadın aynı zamanda toplumsal değişimin de ışığıdır. Bu noktaya erişen kadın en çok kendi özgür iradesiyle hareket eder ki, o zaman her dem, her kadın estetik değer yaratan bireydir. 

Bu anlamda toplumsal cinsiyet eşitliği; kadının erkekle aynılaşması değil, aynı değerlendirilmesidir. 

Toplumsal değerlerde, yasalar karşısında, iş hayatında, ev yaşamında, miras paylaşımından sosyal hareketliliğe kadar ‘insanın varolduğu ve insan olarak tanımlandığı’ her yerde eşit olarak var olma isteğidir. Yoksa şu ya da bu sebeple bir cinsiyet tercihi/sapması olmayan kadının erkekleşme gibi bir dert ve isteğinin olduğu ön yargısına kapılmak sanırım büyük yanılgı bu olsa gerek!

Şimdi sormak istiyorum insan kardeşlerim hala size sanki bir eşitsizlik var gibi mi geliyor? Unutmayın ki, ancak aynı olan şeylerin eşitliği olmaz!
 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.