Kendine ait bir odanın yetmediği bir çağdayız, o yüzden bütün evi görmek zorundayız. Hep merak etmişimdir, erkek egemen bir toplumla savaşmak zorunda kalmasaydı Virginia Woolf, yine de ceplerini büyük bir kararlılıkla taşlarla doldurup kendini serin sulara bırakır mıydı? Ya da şiirleri yüksek sesle okunsaydı Nilgün Marmara’nın, “yabancıların en yakınıydın sen” der miydi? Görünmek için sivriltmek mi gerekir dili? Bilinmek için düzene bağlı erkekleşmek? Tıpkı Brontë kardeşler gibi, eserlerini yayımlatmak için erkek isimleri kullanmak zorunda kalmaları…
Geçen gün Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ ünü aldım elime. Ne zaman bir yerde sesini duyurmak için sahip olduğu gücün sınırlarını aşmak zorunda kalmış kadın yazarların hikâyelerini duysam, okusam koşar Dirmit’in elinden tutarım. Kitabın tam ortasında baskılara, geleneklere, baştan ayağa erk düzenini besleyen aile yapısına ve kendi olmasına izin vermeyen her şeye, herkese bir çığlık atar. Bugün hâlâ önümüz, arkamız çığlık. Çünkü biz, Naile Diren’in yazdığı bir dizenin çocuklarıyız: “nere dönsem sus.”
Meltem Gürle, “Birtakım ‘Kızsal Şeyler’ ”adlı denemesinde arkadaşının yazdıklarını beğenmesini, “Ama bazan çok kızsal şeyler yazıyorsun. Ne o tuvalette ağlayan kız çocukları falan?” demesi üzerine, “Eee, küçükken kızdım ben,” deyivermesini anlatıyor. Sonra düşündüm, diyor, Öyle miydim gerçekten? Hayır, değildim aslında. Küçükken erkektim ben. En son istediğim şey kız olmaktı. Kız olmak itilip kakılmak, ciddiye alınmamak ve vaktinin çoğunu başka kızlarla sınıfın arkasında fısıldaşıp gülüşerek geçirmek anlamına geliyordu. Bunda ilgimi çeken bir şey yoktu. Erkeklerinki daha heyecanlı bir dünyaydı. Yukarı mahalleye açılacak savaşın detaylarını konuşabilir, bir sonraki Uzay Yolu oyununda “Kaptan Körk” olabilir ve kim daha uzağa tükürecek yarışması yapabilirdin. Aslında bu dünyaya kabul edilme ihtimalim düşüktü ve “kim daha uzağa” yarışmaları tükürmekle sınırlı kalmadığı için, çoğu kez beni aşıyordu. Ama yine de denedim. Hem de uzunca bir süre, diyerek anlatmaya devam ediyor.
Uzunca bir süre denedim ben de. Bazen bir hikâyenin, bir şiirin sınırlarını zorlayacak olsam, anne karnından yere çakıldığım gün gibi çakılıveriyordum. Kendime nerede, neye, ne zaman oto sansür uyguladığımı anlayamıyordum bile çoğu kez. Öyle çok kapan vardı ki, birinden çıkacak olsam başka birine çarpıveriyordum. Matruşka kapanlarla kuşanmıştım sanki. Ben de aksi bir eleştiri almıştım yazdıklarıma dair. “Hep erkek dünyasını anlatıyorsun, kendime dair bir şey bulamıyorum,” demişti bir dostum. Oturup uzunca bir müddet düşününce kitaplığımdaki kadın yazarların erkek yazarlara oranla ne kadar az olduğunu gördüm. Tante Rosa ile tanıştıktan sonra yüreğime su serpilmişti. “Koşmak bir rahibe okulunda zaten zor, yeri süpüren yakası balinalı, siyah giysileriyle bir kız çocuğunun bahçede koşması çok zor… Ama yine de koşuyordu Tante Rosa, soluk soluğa, ter içinde. Bir prensesti, bir peri kızıydı o, koşardı da, süslü görürdü de çamları.” İşte zincirlerimi kırmamı sağlayan bu ısrardı, bu delilik, bu görme ve koşma arzusuydu. Kendi sesimi duymam için onlarca kadın yazarın sesini uzun uzun dinledim. “Öteki dört kız koşmayı hemen bırakmışlardı korkarak.” Koşmayı bırakmamak için aklımın zincirlerini bulup kırmam gerekti.
“Daha uzağa” oyunundan çok daha fazlası vardı yukarı mahallelerde. Baktığım yerde yemyeşil bir tarla görüyorum. Kaktüsler, dönbabalar, böğürtlen çalıları, güller, kavaklar… Bir de görkemli at sürmesiyle gülen Tante Rosa. Bu dil bildiğiniz gibi değil, meğer başka sesler de doğuruyormuş…
Yeni yorum ekle