Bir Kubbe Altında İstanbul
Berica Nevin Berberoğlu*
Gözdeki yaş gibidir İstanbul, Aksa da bitmez,
Kalbe düşen kor gibidir İstanbul, acıtsa da incitmez,
Karakaş, karagöz gibidir İstanbul, düştüğü gönülden gitmez,
Ne şiir, ne söz, ne şarkı anlatmaya yetmez,
Kurak toprağa düşen yağmur gibidir İstanbul, besleyen, büyüten,
Fırtınadan kaçan gemilerin sığındığı liman gibidir İstanbul, koruyan, gözeten,
Açılan oruç gibidir İstanbul, açlığa direnen, beslerken keyif veren,
Kavuşmaya hasret sevgililer gibidir İstanbul, iki kıtasıyla kavuşmayı bekleyen,
Yağan yağmurdan koruyan şemsiyedir İstanbul, muhteşem gök kubbesiyle huzur veren.
Evrenin saat kulesidir İstanbul, sevgileri altında buluşturmak isteyen,
Hep dakik, hep zamanlı,
Sevgililer değişse de, yeniler için hep yerinde bekleyen.
Sözümüz İstanbul, Konumuz İstanbul, Konuğumuz İstanbul,
Sözün özü başka bir dünya İstanbul...
Dinlerin nuru, kültürlerin ruhu, gönüllerin huzuru İstanbul, Sen değil misin on bin yıldır mimarlara, şairlere, yazarlara, bestekârlara, ilham olan. Sarıp sarmalayan, anne şefkatiyle bağrına basan.
Kültürünü kucaklatan, dini ve coğrafyası “bende varım” diye naz, niyaz eden, ufak bir çocuk edasıyla...İstanbul…
Toplumlar oluşmaya başladığı günden itibaren, insanoğlu hem birlikte yaşama konusunda hem de bireysellik konularında farklı eğilimler içerisine girmiştir. Zaman zaman her iki konuda da sıkıntılar yaşayan insanlık için yüce yaradan insanlara nasıl yaşamaları gerektiğini bildirmek için Peygamberler ve kitaplar yollamıştır. Hepimizin bildiği dört hak dinin genelinde insanlığın bir arada ve sulh içerisinde yaşaması ve tabi ki Allaha inanması ve ibadet etmesi ortak noktalardır.
Ortak yaşam... Dört hak kitapta yer alan ve inancımızın temel noktası olan Allah birdir, tek yaratıcıdır ve her şeyin sahibidir. Öyleyse nedir bu paylaşılamayan?
Yerin ve göğün yaratıcısı, en şerefli mahlûkat dediği insan için yaratmadı mı bu güzel evreni. Aynı gök kubbe altında aynı havayı soluyup, aynı yağmurun altında ıslanan, aynı güneşin altında kuruyan bizler değil miyiz?
İnsanoğlu bireysel çıkarları için birçok bahaneler üretirken en çok da dini kullanmıştır. Hatta hala kullanmaya devam etmektedir. Oysa Fatih Sultan Mehmet Han tüm bu kavgaları dindirmek ve karmaşayı bitirmek için dünyada bugüne kadar eşi benzeri görülmemiş bir adaletle yaklaşmıştır tüm insanlığa. Hazreti Ömer’in Kudüs ziyaretinden sonra Hıristiyanlara kiliseler hakkında verdiği ahitnameyi hepimiz biliriz.
İslam tarihinin en önemli adalet simgelerinden olan bu olay bir temel oluşturmuş ve Osmanlı da inançlar konusundaki fikirlerini bu temel üzerine oturtmuştur. Bu belge, İslam hukukunun bu konudaki temel çerçevesini de çizmiştir. Bu hukuki çerçevenin yanı sıra fiili olarak da tarih boyunca İslam şehirleri ve hilafet başkentleri olan; Şam, Bağdat, Kahire ve İstanbul'da üç dine ait mabetler aynı şehirde içinde yasamıştır ve bu dinlere sadık olan insanlar, huzur ve barış içinde yaşamıştır.
Yardımseverlik ve birlikte yaşamak evrensel bir kavramdır. Pek çok özelliği bünyesinde toplamış olan bu kavramların nerelerde nasıl yaşandığı ve nasıl yaşatıldığı konusu da aslında çok net ve kesindir. Buradan yola çıkarak; bütün evrensel yaşam biçimlerine bakarak ortak hususlar konusuna ilişkin, dinlerin ortak noktalarını bulmak elbette mümkündür. Amaçta, uygulamada ve yaşama dâhil ettiklerinde farklılık gösterse de bir ilke olarak yardımseverliği ve birlikte yaşamayı içinde barındırmayan bir din ve gelişmiş bir kültür bulmak mümkün değildir. Eğer bütün yönleriyle evrensel bir yardımseverlik ve yaşam bilinci oluşturulacaksa dinlerin bu konulardaki öğretileri insanlık için en önemli kriterlerdir. Öyleyse, kardeşçe, barış ve huzur içerisinde yaşamak için “komşusu açken tok yatanın kendi sınırlarına dâhil olmayacağını ilân eden, kendisi için istediğini kardeşi için istemeyeni makbul saymayan, hatta başkasını kendi nefsine tercih etmeyi öneren” bir inançtan daha etkili ne olabilir ki.
Yüzlerce yıl aynı gök kubbenin altında birlikte yaşadığı insanlara bu mantıkla bakan ve bu şekilde yaşayan kaç toplum vardır ki dünyada. İstanbul böyle bir mekândır işte. Sadece coğrafik yapısının getirdiği konumsal özellikleri, dünyanın en güzel coğrafyasının merkezi olması da değil, içinde yaşayanları ve yaşananları ile de her zaman çok özel bir şehir olmuştur İstanbul, 1453 te de, 2021’de de. İslâm’ın yardımseverlik ve paylaşım konusunda göstermiş olduğu yolun kesişme noktası olmuştur. Yaşayan farklı inanışlar ve anlayışlara rağmen hala ayaktadır İstanbul’un vakıfları, İnfak, sadaka, zekât hala baş tacıdır İstanbul’un.
Gördüklerimiz kadar görmediklerimiz vardır İstanbul’da. Duyduklarımız kadar, işitmediklerimiz, bildiklerimiz kadar bilmediklerimiz. Ya gösterilmemiş, duyurulmamış ya da bilmemizi istemedikleri şeyler olmuştur tarihten bugüne İstanbul’da, İstanbul’a ve hayata dair. Ekonomik, kişisel, bölgesel birçok sebep sayabiliriz bunun için. İnsanlar dinden uzaklaştıkça, insanlık yararına olacak gelişmeler ve değerlerde de bir aşınma söz konusu olmaktadır. Modern yaşam dediğimiz olgu geliştikçe, bireysellik, mülkiyet ve servet tutkusu, maddi beklentili gelecek korkusu gibi saplantılı düşünceler insanların nefislerine işlemektedir. İnsanın bu tutkularının gelişmesi, mütevazılık ve kanaatkârlık gibi tutumların yok olmasına neden olmaktadır.
Oysa böyle midir İstanbul, ya da İstanbullu. Hz. Ömer Kudüs’ü aldığında Hıristiyanlara verdiği ahitname ne anlam ifade ediyorsa, Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’u aldığında Rumlara verdiği söz ve belgedeki anlayışta, 20 Şubat 1517 Cuma günü, Mısır ve Hicaz fatihi Yavuz Sultan Selim Han için hutbede söylenen “ Harem-i Şerif’in Hakimi” sözlerini “ Harem-i Şerifin Hizmetkarı” olarak değiştiren Yavuz Sultan Selim Hanın zihniyeti de aynıdır. Aynı Yavuz Sultan Selim Han değil midir Peygamber topraklarına saygıdan Mekke ve Medine kalelerine Osmanlı sancağı çektirmeyen. Günümüzde neleri farklı hissediyoruz, neleri farklı düşünüyoruz, neden başka türlü olmaya çalışıyoruz, yaptıklarımız ve modern dünyanın bize kattıkları ile ne kazançlar elde ediyoruz ya da neleri kaybediyoruz. Yüzyıllardır insanlarının birlikte, huzurlu, mutlu ve hayata dair her şeyi paylaşarak yaşadıkları muhteşem şehir İstanbul’da yaşam nasıl değişti? Belki de şöyle sormalıyız,… değişti mi?
Mahallesindeki yetim çocuklara bakan, büyüten, yetim kız çocuklarına çeyizler hazırlayan, mahallesinin kuşlarına, kedilerine, köpeklerine yem veren, mahalle bakkalına yazdırılmış hesapları sildiren, mahpusların çocuklarına bakan, yazları soğuk su dağıtan, çocukları eğlendirmek için oyuncak alan, düğünü olanlara yardım eden, üzüntüde dertleri paylaşan, kısacası hayatı paylaşan insanlar kalmadı mı İstanbul’da?
Bizler hala var olduğunu biliyoruz. Ama bilmeyenlere, duymayanlara, görmeyenlere, tekrar anlatmak istiyoruz İstanbul’u ve İstanbul’un yaşayanlarına karşı adaletini, hoşgörüsünü, cömertliğini.
Ah o eski günler ahhh! İyi bir şey söyleyeceğimiz zaman böyle olumsuz bir cümleyle başlamak adet olmuştur sanki. Bizler değil miyiz o eskiyi de bugünü de yaşayan. Neleri eskittik, neleri kaybettiğimiz için pişmanız, birazda bunları anlatmaktır. İstanbul hala aynı İstanbul, Ayasofya da duruyor yerinde, Fener Rum Patrikhanesi de, İstanbul’un en eski camisi olan Arap Camii de.
Geçmişte neler yaşanmıştı bu eşsiz Şehirde bugün neler yaşanıyor. 18. Yüzyılda François Georgeon yaşadıklarını anlattığı kitabında yazdıklarıyla, Balıkhane nazırı Ali Rıza beyin aynı dönemde yayınladıkları yazıları neredeyse aynı kalemden çıkmış gibidir. Cenap Şahabettin aynı dönemi anlattığı yazılarında sanki bu iki kişiden alıntılar yapmıştır. Oysaki hepsi aynı yerde yaşamış farklı dinlerden, farklı düşünce ve yaşam biçimlerine sahip kişilerdir.
François Georgeon’un İstanbul merkezli olmak üzere ve 18. yüzyıl sonlarından İkinci Dünya Harbi arifesine kadar 150 yıllık bir devreyi (1789-1939), farklı inanç mensupları arasındaki toplumsallık ilişkileri açısından değerlendiren geniş makalesi bu açıdan ufuk açıcı niteliktedir.
“Müslümanların ibadet hayatlarının zirvesinde bulundukları ramazan ayında eğlencelere, 1885’lerde 874.000 kişilik bir nüfusun yaşamakta olduğu ve bu nüfusun % 44’ünün Müslüman, % 17,5’nin Rum, % 17’sinin Ermeni (Gregoryen), % 5’inin Yahudi ve % 14’ten fazlasının yabancı olduğu Osmanlı başkentindeki gayrimüslimlerin de hiçbir sıkıntıyla karşılaşmaksızın, kendi istek ve arzularıyla katılmış olmalarıdır. XIX. yüzyılın direkle arası, bu bakımdan önemlidir.”
Güzel ülkemizde doğup dünyaya yayılmış, ince zekânın, paylaşımın, birlikte yaşamanın en saf, en güzel örneklerini gördüğümüz Hacivat, Karagöz oyunları Osmanlı, İslam anlayışının belgelerindendir.
Hacivat, Karagöz oyunlarında, zaman içerisinde Türk mizah anlayışı, divan, halk, tekke şiiri, sanat, halk müziği, çengi ve halk danslarıyla zenginleşerek Türk kültürünün hemen bütün unsurları buluştuğu gibi, Osmanlı toplumunu oluşturan değişik ırk ve dinlerden insanlar da giyim kuşam, karakter ve şive özellikleriyle burada yerlerini almışlardı. Nitekim Bitlisli hamal, Kastamonulu oduncu veya helvacı, Bolulu aşçı, Rizeli kayıkçı, Rumelili muhacir, Çerkez halayık, Arap bacı, Laz, Kürt, Acem, Tatavlalı Rum, Balatlı veya Kumkapılı Yahudiler yanında Ermeniler, Levantenler gibi geniş Osmanlı sınırları içerisinde varlığını sürdüren bütün unsurlar kendilerine ait en karakteristik duyuş, düşünüş ve davranışlarıyla Karagöz oyununda roller üstlenmişlerdi ve üstlendikleri bu rollerin hiçbirisinde kötüleyici, aşağılayıcı bir unsur olmadığı gibi, aksine hayata dair güzel ve olumlu tüm paylaşımlar vardı.
Özellikle kutsal ramazan ayı içerisinde oluşan ve gelişen toplumsal hayatın gayrimüslimler ve Müslümanlar arasındaki paylaşımların görülmesi açısından çok önemli ve özeldi; karşılıklı ziyaretler, özel davetler, sohbetler, çok sayıdaki konukseverlik örneklerini ramazan ayı içerisinde görmek mümkündür. Aynı dönemde saray içerisinde ve saray çevresinde dinî cemaatlerin temsilcileriyle, patrikler ve bazı din adamlarının iftar davetlerinde bir araya gelmeleri gibi.
Hariciyeci Said Bey’in arkadaşı ve komşusu gayrimüslimleri iftar ve bayram yemeklerine davet etmiş olması da bu konudaki güzel örneklerden birisidir. Bir başka örnek ise 1852’de İstanbul’a gelmiş olan Prusyalı Julius Heinrich Petermann’dır. Berlin Topçu Okulu’ndan arkadaşı olan Osmanlı subayı Ramiz ve Şevket Bey’lerin evinde katıldığı iftarları, daha sonra yazdığı eserlerde sıkça anlatmış ve övgüyle söz etmiştir.
Bugün İstanbul’da neler olmakta, farklı dinler farklı anlayışlar birbirlerine nasıl bakmakta… Fatih’in İstanbul’u ile günümüzün global dünyası İstanbul’u nasıl farklılıklar gösteriyor, ya da gösteriyor mu?
Balat´ta ki Cıfıt Çarşısında Türkçe seslerin arasına Ermenice, Rumca, Lazca, Yahudi İspanyolcası karışır hala yılın belli zamanlarında. Bütün dillerin ve dinlerin bir arada yaşadığı, ayakta kalmak için direndiği Kudüs benzeri bir beldedir burası. 2700 yıl önce Bizans´ta sivil mimarinin ortaya çıktığı ilk şehir parçasıdır burası… 500 küsur yıl önce İspanyol engizisyonundan kaçıp Osmanlı topraklarına sığınan Yahudilerin de ilk yerleştiği yer Balat´tır. Balat İstanbul’un sırdaşı, kadim dostu, birlikte büyüyüp birlikte olgunlaştıkları bir parçasıdır. Asırlardır dünyanın bütün seslerinin konaklayıp göçtüğü bu küçük semtte “yabancı” diye bir kavram yoktur. Çünkü herkes herkese ne denli yabancıysa, o kadar akrabadır. Aynı sokaklarda büyüyüp aşık olmuşlar, kız alıp vermişler, birbirlerinin mevlitlerine ve ayinlerine gitmişler, bayramlarda ve cenaze törenlerinde omuzları yan yana gelmiştir, Zengin - yoksul, Hıristiyan - Musevi – Müslüman. Hepsini bağrına basmıştır ayrım yapmadan aynı gök kubbenin altında İstanbul. Hala devam etmektedir bu tavrına İstanbul ve İstanbul yaşayanları.
Surp Hreşdagabet Ermeni Kilisesi, İstanbul’un parçası Balat’ın sessiz, mağrur ve eski dostlarındandır. Neredeyse İstanbul’un yaşanmış her duygusunun şahididir. Yılda bir kez, eylül ayının ikinci hafta sonunda dünyanın birçok yerinden ziyaretçilerini kabul eder. Yurt içinden farklı şehirlerinden gelenlerde olur bu geceye. Zengin, yoksul, Hıristiyan, Musevi, Müslüman. Hreşdagabet kilisesinin kapısından içeri girildiği andan itibaren ne sınıf kalır, ne zümre, ne Hıristiyanlığın bir anlamı vardır ne de Müslüman olmanın; herkes bu kutsal mekanın içinde eşit hisseder kendini.
Ne olurlarsa olsunlar herkes aynı amaçla kilisenin eşiğinden içeri girmiştir. Tüm ziyaretçiler, Surp Hreşdagabet´in çatısı altında kendilerinin ya da bir yakınlarının sakatlıklarının düzelmesi, amansız hastalıklarının iyileşmesi umuduyla gelmiştir. Balat´ta ki kilisenin merhametli çatısı altında toplanan Muşlu, Kanadalı, Hataylı, Almanyalı, İzmirli, Fransız, Kastamonulu, Hollandalı, Sivaslı ve hatta Avustralyalılar ayrı amaçlarla, farklı inanışlarda olsalar da “Tek” olan Yaradan’ın kubbesi altındaydılar İstanbul’da.
Evet, 2021 İstanbul’unda bunlar yaşanıyor farklı mekânlarda farklı insanlarla. Peki yıllar öncesinde durum farklı mıydı? Tabii ki değil. Bugün neyse o günde aynıydı, ya da Osmanlı’da neyse bugünde o.
Bakın Balatlılar nasıl anlatıyorlar “BİR” olmayı ve birlikte yaşamayı.
69 yaşındaki Saliha Yüksel tam 20 yıldır bu kiliseye gelip gidiyor (Surp Hreşdagabet). 30 senedir ayaklarındaki bir sorundan ötürü sürekli ameliyatlar geçirmiş. `Eğer ameliyatta değilsem, mutlaka her yıl, bugün buraya gelirim' diyor. Bu kilisedeki kardeşlik ortamının bütün dünyaya örnek olması gerektiğini, savaşların ve çatışmaların anlamsız olduğunu söylüyor Saliha Hanım. Saliha Yüksel´in yanında dua etmekte olan Aram Kuran da aynı fikirde. `Aynı ana ve babadan doğmuşuz. Hepimiz aynı güneşin altında çamaşırlarımızı kurutuyoruz. Bu ülke hepimizi bağrına basan ortak yuvamız' diyor Aram Bey ve devam ediyor: ‘Biz de senenin belirli günlerinde Eyüp Sultan´a gider Ermenice dua ederiz. Bu beşyüz yıllık geleneğimiz. İşte görüyorsunuz, hepimiz farklı dillerde aynı Tanrı´ya yakarıyoruz. (Hürriyet Gazetesi Ersin Kalkan).
Dini ve etnik gurupların bir arada yaşayabilmeleri hatta uzun süre bir arada yaşayabilmeleri sosyo-kültürel, hukuki ve ekonomik alanlarda birçok ortak noktanın oluşmasıyla gerçekleşebilir. İstanbul’da asırlardır bir arada yaşayan farklı guruplar bunu başarmışlardır. İslam hoşgörüsü, adaleti ve Osmanlı anlayışının sunduğu imkânlar bir arada yaşamayı kolaylaştırmakla kalmamış farklı ülkelerden, farklı sebeplerle kaçanlar da, huzurlu yaşamak için kendilerine yer arayanlar da İstanbul’u tercih etmişlerdir ve hala burada yaşıyor
Bir başka konu ise komşuluk ilişkileridir. Bizlere unutturulmak istenen bu gelenekler, sosyal paylaşımın en üst seviyede yaşandığı mahallelerimizde yaşam nasıl devam ediyor. Hem Müslümanlara, hem de gayrimüslimlere ait kaynaklarda asırlarca bir arada yaşayan farklı unsurların doğum, ölüm, düğün ve bayram gibi içtimaî faaliyetlerde birbirlerinin sevinç ve üzüntüsünü paylaştığına dair sayısız örnek mevcuttur.
Osmanlı, Avrupa’da olduğu gibi, azınlıkta olanların gettolara mahkûm edilmesi şeklinde bir iskân politikası izlememiştir. O sebeple Müslümanlarla gayrimüslimler hem kendilerine ait mahalle veya köylerde, hem de aynı yerleşim biriminde bir arada oturabilmişlerdir. Uzun süre bir arada yaşayan farklı unsurlar arasında sosyal hayatın hemen her alanında çeşitli ilişkiler geliştirilmiştir. Bu münasebetler, her türlü ön yargıdan uzak, adalet, hoşgörü ve hakkaniyet ilkesine dayanmaktadır. Bu sebeple günümüz dünyasında benzer bir hayatın yaşanabilmesi, tarihte ortaya konan bu evrensel kaidelerin sürdürülmesiyle mümkün olmaktadır.
Yıl 1453 İstanbul; Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’da yaşayan tüm halkların kendi koruması altında olduğunu, isteyen herkesin dinini özgürce yaşayabileceğini sözlü ve yazılı olarak belirtiyor. İstanbul’da bulunan tüm din adamları topluca Fatih Sultan Mehmet Han’ı ziyaret ediyorlar ve teşekkürlerini sunuyorlar.
Dünya İstanbul’u tanıyor. Ama nasıl? İstanbul gizemli bir şehir onlar için... Nerede karşınıza ne çıkacağı belli değil... Gizem olduğu için heyecan var İstanbul’da... Üç din ve iki kıta var İstanbul’da… Farklı bir Müslüman ülkeye giderken, Hıristiyan Ortodoks dünyasının ruhani lideri Patrik ve Patrikhane’nin de İstanbul’da olduğunu biliyorlar. Patrikhane Türkiye’de tam anlaşılamıyor ama Katolik dünyası için Vatikan neyse, Ortodoks dünyası için de İstanbul Fener Patrikhanesi o. O zaman bunu anlatmak ta bizlere düşmektedir.
Birçok olumsuzluk sayabiliriz İstanbul için; çarpık yapılaşma, trafik sorunu, tarihsel mirasına verilen zararlar, kargaşası vs... Ama her şeye rağmen yine de âşık olunacak bir şehir değil mi İstanbul? Ancak mesele İstanbul’a aşık olmak değildir, İstanbul’da aşkı yaşamaktır. Müjdelenmiş şehrin Fatihi, Fatih Sultan Mehmet Han döneminde huzurlu yaşamı seçip İstanbul’a gelenlerde, İstanbul’da kalanlarda ne düşünerek, neleri görerek bunu yaptılarsa, Hazar kıyılarından Romanya’ya oradan da İstanbul’a gelen Karai’ler de, İspanyadan kaçan Yahudilerde İstanbul’a aynı şey için gelmişlerdi. Bugün hala huzurlu yaşam için İstanbul’u seçenlerde aynı şey için geliyorlar müjdelenmiş şehrin kubbesi altına.
İstanbul’un merhametine, adaletine, hoş görüsüne sığınanlar kimlerdi? Topluluklardan sadece bir tanesi hakkında kısaca bilgi vermek gerekirse;
Karaim (Karaylar):
Hazar devletinin yıkılmasından sonra Musevî Hazarların bir kısmı Kıpçaklar tarafından Rusların içine sürüldü. Ruslara karışan bu Musevî Hazarlar, misyoner propagandaları sonunda Hıristiyanlığı kabul ettiler. Ancak, bunlardan bir kısmı Hıristiyanlığı kabule yanaşmayınca Ruslar bunları baskı ve işkence yolu ile Hıristiyanlaştırdılar. Bunlar dış görünüşleri itibarı ile Hıristiyan gibi idilerse de uzun süre gizlice Museviliklerini sürdürdüler. Yahudi kaynakları, 19.uncu yüzyılda Çarlık Rusya’sında Pazar günleri kiliseye gittiği halde Cumartesi günü de Şabat'ı kutlayan bu gizli Yahudilerden bahsetmektedirler.
Sürgüne gönderilenlerin dışında kalan Hazar Yahudileri bir süre sonra kendileri için daha emin olarak gördükleri Kırım'a göç ettiler. Kırım'a toplanan cemaate Kıpçaklardan, Kalizlerden Museviliği kabul etmiş olanlar da katılarak toplumu büyüttüler.
Kırım'dan ayrılan Karayların bir kısmı direkt olarak İstanbul'a gelip yerleşirken, diğer bir kısmı Kırım'dan, önce Romanya'ya, oradan Edirne'ye ve oradan da İstanbul'a gelip yerleşmişlerdir. Dolayısı ile İstanbul'da da bir Karay cemaati oluşmuştur.
Son Türk Musevileri:
İstanbul’da sayıları her geçen gün azalan bir cemaat Karaimler. Bu Türk Musevi cemaati, bugün 100 kişi bile değil. Museviliğin bir mezhebi olarak kabul edilen Karaizm’e inanan bu küçük topluluğun Hasköy’de Kenesa ismi verilen bir de mabedi var. Diğer Museviler gibi Sinagog’da değil, Kenesa’da ibadet eden Türk Musevilerin aynı zamanda Okmeydanı’nda kendilerine padişah fermanıyla verilen mezarlıkları da mevcuttur.
Tarih olup kaybolmaktan korkan Türk Museviler, Hasköy’deki ibadethanelerini koruyamamaktan dertlidir. Sayılarının azalmasında en büyük etken evlenme sorunu. Şişli Diabet Hastanesi’nde çalışan Dr. Senya Yaf Karaim, evlenmek için Kırım’a gitti. Akraba evliliği yapmak istemeyen Dr. Senya Yaf evlilik hikâyesini şöyle anlattı: ”Türkiye Musevi Hahambaşısı Musevi bir kızla dini nikâhımızı kıymıyor. İsrail’de reformist hahambaşıları ancak bir Karaim ile bir Musevi’nin nikâhını kıyıyor. Bizi azınlık olarak görüyorlar. Dinim ve ırkımdan biriyle evlenebilmek için Türkiye’den Kırım’a gitmek zorunda kaldım."
İstanbul’da Karaimler, bayramlarını Hasköy’deki Kenesa’da ayin yaparak geçiriyor. Ayini Hazan ismi verilen din adamı yönetiyor. İstanbul’da Hazan olarak Yusuf Sadık var. Kendisini din adamı olarak görmediğini belirten Yusuf Sadık, ”Medrese okumadan kendimi bu olayın içinde buldum" dedi.
Ailesi Kırım’dan gelen Michael Örme; ”200 yıllık tarihi olan Kenesa’yı görmeye ABD’den gelenler oluyor. Çünkü dünyada sadece iki yerde Kenesa var. Biri İstanbul’da, diğeri Kırım’dadır”. Fatih Sultan Mehmet döneminde İstanbul’a Kırım’dan getirilen Karaimler önce Karaköy’e yerleştirilmiş, hatta Karaköy isminin buradan geldiği, Karaim köyü olarak adlandırılan yerin zamanla Karaköy olarak değiştiği söylenenler arasındadır.
İşte bizlerin çabası üst paragraflarda “ŞEY” diye adlandığımız konuları “ŞEY” olmaktan çıkarıp somut hale dönüştürmektir. Atalarımızdan aldığımız, adalet, hoşgörü ve iyi niyet anlayışıyla…
*Araştırmacı Yazar, Fotoğraf Sanatçısı
Yeni yorum ekle