Uysallar ve Asiler
Simay Özlü Diniz
Metropollerin içinde yaşayan yığınlar ekonomiyi kalkındırırken farkında olmadan kendi hayatlarını ilmek ilmek söküyorlar. Dev boyutlardaki kentlerde, yüksek binalarda yaşayan insanlar medya ve ses bombardımanı içerisinde sürekli değişen ekonomi, politika ile işsiz kalma korkusuyla mücadele ederken ödedikleri bedellerin farkında değiller. Çocuklar doğadan uzakta, insan ilişkilerine yabancı, sınav stresi ve gelecek kaygısıyla büyürken, yetişkinler sahip olmaya çalıştıkları mülkler uğruna borçlar altına girerek kendi hapishanelerini yaratıyorlar. Bu risk toplumunda güven ve önem duygusunu kaybeden modern yaşam mağdurları sürekli bir koşu bandında gibi çalışırken bir yandan da üretmeden olayları ekran karşısında izleyerek tüketiyorlar. Üstelik insanlar doğaları gereği bir topluluğun parçası olarak ve kendilerini gösterebilecekleri bir ortamda bir amaç ve ideal uğruna yaşamak isterlerken. Ancak modern bireyler kalabalıklar içinde soyutlanmış yaşadıklarından bu amaçlarına ulaşamıyorlar. Sonuç olarak ümitsizliğe düşerek kendilerine yabancılaşıyorlar. Ya şiddete, isyana başvuruyor ya da bunalıma giriyorlar. Günün sonunda mutluluğu bir türlü yakalayamıyorlar. Ünlü psikanalist ve sosyolog Erich Fromm’dan alıntılamak gerekirse “insan canlı, hareketli bir yaşam arar; daha üst düzeyde bir doyuma ulaşamadığında da yıkmaya dayalı canlı, hareketli yaşamı kendisi yaratır.”
İşte, yeni vizyona girmiş olan ve Oktay Uslu’nun hikayesini ele alan “Uysallar” adlı dizi özetle günümüz insanının yukarıda özetlenmiş modernleşme dramını anlatıyor. Metaforlarla bezenmiş diziyi Brad Pit’in baş rolünü oynadığı “Savaş Kulübü” (Fight Club) filminin Türk versiyonu olarak yorumlayanlar da var. Senaryosunu Hakan Günday’ın kaleme aldığı ve Onur Saylak’ın yönettiği dizide Ankara doğumlu ve başarılı bir mimar olan Oktay, İstanbul’da güzel karısı, kızı ve oğlu ile birlikte gözde bir gökdelende yaşamaktadır. Dışarıdan bakıldığında imrenilecek bir hayat süren aile mercek altına alındığında bütün çatlaklar ortaya çıkar. Ailenin babası Oktay, kazanç sağlama ve patron kaprisi çekme derdinde ailesine yeterince vakit ayıramamakta ve her geçen gün kendinden uzaklaşmakta, yaşayan bir ölüye dönmektedir. Çareyi geceleri evden kaçıp punk kılığında İstanbul sokaklarında dolaşmakta bulan genç adam bunu neden yaptığını kendisi de anlayamaz. Aslında sadece kendinden uzaklaşan aslını aramaktadır. Punklar ise aslında adalet ve özgürlük arayan hippilerdir.
Oktay’ın üzerinde uğraştığı son proje ironik bir biçimde bir hapishanedir. Haluk Bilginer’in canlandırdığı Berhudar karakteri Ankaralı zengin iş insanı bu projeyi yaptıran kişidir ve Avrupa’nın en büyük hapishanesi olmasıyla övünmektedir. Burada yine bir metafor olarak ülkenin bir hapishaneye mi dönüştüğü sorgulanmaktadır. Aynı zamanda Oktay’ın kendi hapishanesini yarattığı anlatılmaktadır. Üstelik toplum bilimci ve filozof Jeremy Bentham’ın 1785 yılında tasarladığı Panoptikon hapishane inşaatı projesine gönderme yapılmaktadır. Gözetim toplumu kuramını geliştiren filozof, teknoloji ilerledikçe toplumda üst yönetimin halkı daha fazla gözetlediği ve özgürlük alanlarının daraldığını anlatmaktadır. Böylelikle zaman içerisinde halk her zaman izleniyormuş gibi davranmaya başlamaktadır. Ona göre bu hapishane "bir üst aklın, gücü elde etmesinin yeni bir modeli"dir. Post-panoptikonda ise sosyal medyayla beraber tüm yerküre izlenebilir hale gelmiştir ve herkes bu esarete gönüllü olarak katılmaktadır. Ayrıca Berhudar’ın hapishaneyi inşa edecekleri atıl arazide çobanla ve köylülerle yaptığı konuşmalar da hayli komik ve ilgi çekicidir. Zengin iş adamı bu projenin onlar için iş, para anlamına geldiğini anlatmakla uğraşır ancak ikna edemez. Sonunda çobanın ineklerini otlatmaması için araziye bir çit çeker. Bu çit olayı izleyiciye “Küçük Prens” kitabında yıldızları satın alıp çetelesini tutan iş insanını anımsatır.
Oktay’ın eşi olan Nil ise 40’ından sonra hiç çalışmadan geçirdiği yıllara pişmanlık duyar. Estetik ameliyat olarak bu yılları geri getirmek ister ancak bunun işe yaramadığını fark edince başka çözüm arayışlarına girer. Bana kalırsa Günday bir erkek gözünden yazdığı senaryosunda kadın psikolojisini yeterince derin işleyememiş ve Nil karakteri yüzeysel kalmış. Seyirci empati yapmakta zorlanıyor. Aksine Oktay karakteri daha sahici, daha doyurucu olmuş. Bir diğer abartılı karakter de evin ergeni Ege. Üniversite sınavını kazanamayan Ege’nin sıkıntısının sebebi son bölümlere kadar anlaşılamamakla birlikte karakterine eşlik eden diğer unsurlar eksik kalmış. Ancak genç sanatçının başarılı oyunculuğunu takdir etmeden geçmemek gerekir. Evin küçük kızı Ece ise yaşının üstünde davranış ve düşüncelerle gerçekten uzak bir tipleme çizmektedir. Oyunculuk bakımından her zamanki gibi Haluk Bilginer çok başarılı bir performans sergiler. Uğur Yücel’in ustalığına ise diyecek yok. Ancak beni en çarpan ve etkileyen karakter ise Oktay’a can veren Öner Erkan oldu. Başka dizilerde de izlediğim oyuncunun ilk defa bu kadar doğal ve samimi olduğunu düşündüm. Dizideki en tahammül edilmez karakter ise kuşkusuz sürekli hapse atılma paranoyası yaşayan ve Oktay’ın değerlerini yerle bir eden Mert. Son olarak, Oktay’ın patronunun eşinin Uysallar’ın aile fotoğraflarını videolaştırdığı ve kendi deyimiyle aile ruhunu yakalamaya çalıştığı sanat eseri bana göre dizideki en anlamlı çalışmaydı. Üstelik kurguda en mutlu görünen karakter de oydu. Belki de hayatta bize en iyi gelen şeyin sanat olduğu anlatılmak isteniyor olabilir. Bir diğer boyutuyla da 1971’de orta üst sosyoekonomik düzeyde bir Amerikan ailesinin yedi ay boyunca kameraya alınmasını işleyen ve milyonlarca Amerikalı tarafından izlenen 300 saatlik belgesel deneyine de gönderme yapılmış olabilir. Burada panoptik çağın bitişi ve izleyici ile izlenen arasındaki sınırların kaybolması vurgulanmıştır.
Dizideki metaforlardan biri de sürekli İstanbul’u basan sistir. Sis açık algımızı kapatan medya oyunları ve çarpıtılmış, saklanmış gerçekleri temsil ediyor olabilir. Halk sisin hava kirliliği veya bir hava olayı olduğu konusunda ikiye ayrılmış, kutuplaşmıştır. Burada aslı olmayan sebeplerle çatışmaya giren halk eleştirilmektedir. Hatta bu konu TV programlarında konuşulmakta ve gündemi meşgul eden ateşli ancak saygısız tartışmalara gönderme yapılmaktadır. TV’de bir konuk sürekli kadınlara saldırmakta, onlara söz hakkı vermemektedir. Tıpkı ülkemizdeki gibi. Dizideki bir diğer önemli nokta Uysal ailesinde herkesin birbirinden sakladığı sırlarının olmasıdır. Aslında hepsi birbirine bir konuda yalan söyler. Son bölümde aile kilit biçiminde bir odada kapalı kalır ve bu hapisten çıkışları birbirlerine ne kadar dürüst olduklarına bağlıdır.
Dizi her birimizin içindeki ikilemi ve modernizm bunalımını anlatması açısından önem taşımaktadır. Üstelik ülkemizdeki bazı gerçeklere ayna tutması açısından da değerlidir. Bir tek Oktay dışındaki karakterlerin yeterince samimi ve gerçekçi olmaması diziyi gerçeklerden uzaklaştırmış. Hakan Günday’ın yeraltı edebiyatı tarzını yansıtan bir çalışma olmuş. Ancak söylemeden geçemeyeceğim senaryodaki bazı kısımların benim 2019 yılında kaleme aldığım “Paranormal Metropol” isimli kitabıma benzerliği hayret verici. Metropol hayatında hapsolmuş, şehirde aradığı mutluluğu bulamamış, patronunun baskısı altında ezilen naif karakterim Adem ile Oktay arasındaki benzerlik yadsınamaz. Ece’nin kendini yere atarak “İstemiyorum!” diye bağırdığı sahne “Akvaryum” hikayesindeki çocuğu hayli andırmakta. Sokak çocukları için yaptıkları ise “Yılan Derisi” hikayesini anımsatıyor. Nil’in arkadaşı Yağmur Sahra’yı, Suat ise kaypak Teo’yu çağrıştırıyor. Yağmur’un kariyeri için bedenini esirgememesi “Yağmur Ormanları” hikayesi ve İstanbul’u sis basarken Uysal ailesinin zevkü sefa içinde yemek yemesi “Carpe Diem” ile son derece örtüşmekte. Oktay’ın yaşayan ölüye döndüğünü söylemeleri ise “Kurukafa” hikayesine gönderme gibi. Nil ve Oktay’ın özel yaşamı “Gökdelen” hikayesiyle oldukça benzerlik taşıyor. Üstelik baş punkçı Moloz’un Tornistan hayali “Viraj” hikayesinde Adem’in patronuna resti çekerek modern hapishaneden sakin şehirlere kaçan insanlar gibi köye yerleşerek çoban olmasından ilham almış gibi. Ancak benim hikayemden farklı olarak burada dede ile sevgilisi ve ergen karakterlerine yer verilmiş. Adem ise sorunlarını benim kurgumdaki gibi şiddetle değil punk kıyafetleri giyip geceleri dans ederek çözmeye çalışıyor. Ayrıca hikâye benimki gibi post modern değil, sıralı bir kurgu biçiminde senaryolaştırılmış. Bu kadar benzerlik tesadüf mü yoksa Günday bir şekilde benim kitabımı okumuş olabilir mi bilemiyorum. Dileğim eğer okuduysa en azından kitabımın bahsinin geçmesi yönünde. Oktay punk oldu, Adem şiddetle çözmeye çalıştı, ben kitap yazdım, Günday dizi çekti. Peki, ya sizin içinizdeki uysal nasıl asileşiyor?
Yeni yorum ekle