Söyleşi: Murat Çelik

Sanat

Söyleşi: Gamze Karaoğlan

 

Murat Çelik

Edebiyat mahkeme kurmaz, yazar da yargıç değildir.”

 

Eserlerinizde toplumsal meselelere duyarlılığınız açıkça hissediliyor. Ancak son romanınız ‘Bazı Günlerin Sonu’ndakadın karakterlerin geri planda kaldığını ve taşranın eril dili içinde onların daha silik göründüğünü düşünüyorum. Bu, anlatının doğasından mı kaynaklanıyordu, yoksa bilinçli bir tercih miydi? Bir kadın olarak güçlü kadın karakterler görme isteği sizce yanlış mı?

Yanlış veya doğru denebilecek bir şey değil sorunun son kısmı. Dediğiniz gibi, hikâyenin doğasından kaynaklanıyor fakat Gülseren var mesela, ailesine de, etrafındaki erkeklere de eyvallah etmemiş bir kadın. Bunun bir kurmaca olduğunu unutmamak gerekiyor, ona hizmet eden karakterler yaşıyor.

Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’ndeki Zebercet’in okuru sarsan varoluşsal yalnızlığı, Selim İleri’nin 'bu romandan kurtulmak istedim' dediği kadar güçlü bir etki yaratmıştı. Romanınız ‘Bazı Günlerin Sonu’nda ise tek bir Zebercet yerine Nebi, Sadettin, Dıga Yaşar gibi karakterlerin çoğul sesiyle kurulan bir dünya var. Bu karakterleri yaratırken Atılgan gibi ustaların ‘eleştirel mirasından’ bilinçli veya bilinçdışı nasıl etkilendiniz?

Kimden etkilenip kimden etkilenmediğimi bilemem; eleştirmenler, edebiyat tarihçileri ve okurlar dilediklerini söyleyebilir. Sevdiğim yazarlara ve metinlere selam çakma gibi bir huyum vardır, bunu da açıktan yaparım.

“Depremin on sekizinci yılı, deprem on sekiz yaşında reşit bir delikanlı artık…” Yumru adlı öykünüz bize sizin kaleminizden uzun yıllar sonra ulaştı. 1999 yılındaki depremde yaşadıklarınızı anlattığınız öyküler, yıllar sonra bile acılarımızın kabuklarını araladı, kalbimizi tekrar sıkıştırdı.  

Son büyük depremin üzerindense iki yıl geçti ama tartışmalar hâlâ tazeliğini koruyor. Bu ülkenin acılarının son bulmasını umut etsek de maalesef buna izin verilmiyor. Biliyorsunuzdur, 6 Şubat depreminin hemen ardından, çekilen acı fotoğraflar üzerine ‘Fotoğrafların dili yoktur, konuşmazlar. Ama istedik ki bu kez sesleri duyulsun. Sözü işin üstatlarına bıraktık’ diyerek bir gazete için hazırlanan dosyaya katılan yazarlar oldu. Sizce bu kadar erken bir dönemde, henüz yaşanmamış bir travmayı estetikleştirmek ne kadar insani ve etikti?

Edebiyat, toplumsal yaralara dokunurken vicdanın sınırlarını nasıl korumalı?Bir de şunumerakediyorum: Eve Dönmeyen Hayvan kitabınızdaki kimi öykülerinizde olduğu gibi, acıyı zamanla olgunlaştırmak ile 6 Şubat sonrasındaki ‘aceleci’ yaklaşımlar arasındaki temel fark nedir? Edebiyatın ‘an’a müdahale etme gücü olduğuna inanıyor musunuz, yoksa acının edebiyata dönüşmesi için zaman şart mı? 

Acıyı olgunlaştırmak bile dememeliyiz bana kalırsa. Yasımız bittiğinde karar veririz ne yazıp ne yazmayacağımıza. Edebiyatın ve sanatın yaşamı, yaşamın döngüsünü değiştirme gücü yok. Bir tür kayıtçılık işi bu.Edebiyat mahkeme kurmaz, yazar da yargıç değildir. Sadece kendi yarattığı karakterlere merhamet duyabilir ya da onların cezasını kesebilir.

Bahsettiğiniz talihsiz olayın üzerinden epey geçti. Sanırım çok da konuşmak gerekmez. O fotoğraflar hakkında yazan yazarların bir kısmı da pişmanlığını dile getirdi. Evet, keşke yapmasalardı.

Orhan Duru, öyküyü yazma serüveni için bir ‘fışkırma anı’ (kısa sürede tamamlanan) ve ‘uzun çaba gerektiren’ olarak iki yöntemle tanımlıyor. Sizin öykücülük serüveninizde bu yöntemlerden hangisine yakın olduğunuzu düşünüyorsunuz? ‘Bazı Günlerin Sonu’ gibi bir roman yazma kararı almanız, öykücülüğün verdiği hazzın son bulmasıyla mı ilişkili, yoksa bu geçiş sadece bir ‘ara durak’ mı?

Türcü değilim. Hikâyenin katmalarına, enine ve boyuna göre düşünüyorum. Bazı Günlerin Sonu bitmediğini söylüyor mesela, bunu yaşamak isteyen karakterler ve devam eden bazı hikâyeler, bazı yeni hikâyeler söylüyor.

Kimi öyküler birkaç saatte kimileri yıllar içinde yazılıyor. Hepsinin zihinde işgal ettiği süre farklı. Bu işgalde kazanan yazılıyor. Omurga belki çok hızlı kâğıda, word’e geçiyor fakat düzeltilmesi, okunması, düzeltilmesi, sesli okunması, arkadaşlarca eleştirilmesi, tekrar ve tekrar düzeltilmesi gerekiyor. Hatta bir dergide yayımlanınca orada da çeşitli hatalar göze çarpıyor, kitap olacağı sırada da dokunmalar istiyor. Yazar vedalaşmak zorunda kaldığı için bitiyor tüm öyküler.

Editör yanınızın yazar kimliğinizin üzerinde bir etkisi oluyor mu? Yazarken, içsel bir editör süzgecinden geçirdiğiniz anlar oluyor mu?

Editörlük, yayıncılık meslek; yazarlık bir meslek değil benim için. Para kazanabildiğim yeteneklerim ile para kazanamadığım yeteneklerimi birbirine karıştırmıyorum fakat birbirlerinden etkilenebilirler :)

Şiir kitapları söz konusu olduğunda, bir kitabı bir oturuşta mı okumalıyız, yoksa onu zamana yayarak ara ara açıp şiirle mi buluşmalıyız? Özellikle sizin şiirleriniz gibi yoğun imgelerle örülü metinlerde, okurun bu tercihi nasıl etkileniyor?

Bir de şunu merak ediyorum: ‘Şiir okumayı bilmeyen’ bir okur için bir rehber mümkün mü? Çünkü bazen bir şiiri okuduğumda, şairin anlatmak istedikleriyle benim anlamlandırdıklarım arasında bir uçurum hissediyorum. Örneğin, Van Gogh’un tablolarını sevmemin nedeni, mektuplarında eserlerini detaylıca anlatmasıydı. Peki, şiirde bu ‘açıklama’ eksikliği okurdan kaynaklanan bir yetersizlik mi, yoksa şiirin doğasında olan bir belirsizlik mi? Sizce şiir, yoruma açık olmayı bir zayıflık değil de bir güç olarak mı görür?

Buna şiiri okuyan karar verir. Bazı şairler yorucudur, bir “dur” gerekir, ara verilebilir. Şiirde anlamı aramak çoğun beyhudedir. Okuyanın ona yükleyeceği anlamı bekler şiir yahut anlamı değil de estetik hazzı arzulamıştır şair, onun geçmesini ister okuyana. Kitabı, kılavuzu yoktur. Şiir görgüsü şiir okudukça gelişir.

‘Bazı Günlerin Sonu’nuokuduğumda, özellikle Saadettin ve Gülseren’in hikâyelerinin tamamlanmamış gibi hissettirdiğini düşündüm. Okurlardan nasıl geri dönüşler alıyorsunuz? Kitap çok kısa sürede büyük bir başarı yakalayarak ikinci baskısının haberini duyurdu. Belki de benim gibi devamını bekleyen birçok okur vardır. Bu konuda bir düşünceniz var mı?

Film gibi olduğu görüşü hâkim, bazıları da kısa buldu, keşke daha uzun olsaydı diyenler var. Olumsuz görüş bildirenler de oldu, küfürlerden rahatsızlık duyanlar, eril bulanlar vs. Üçleme olmasını umuyorum bu hikâyenin. Sadettin yaşamak istiyor… Gülseren’le de sanırım vedalaşmayacağım. Henüz her şeyi bilmiyorum, her şeyi bilemeyince yazmak duruyor.

Romanınızda taşranın ortaya koyduğu bir dil var. Bir söyleşinizde ‘soyluların kitabını yazmak için onların sofralarında olmak gerekir. Ben o sofralarda bulunmadım’ diyorsunuz.Truman Capote de üslup edinme üzerine ‘insan uğraşarak gözünün rengini değiştiremez, aynı şekilde üsluba da bilinçle ulaşabileceğini sanmıyorum. Her şey bir yana, üslup insanın ta kendisidir’ diyor. 

Şu anda İstanbul’da yaşayan bir yazar olarak, çevrenizin değiştiğini, daha entelektüel bir ortamda bulunduğunuzu göz önünde bulundurduğumuzda, hayatınızdaki bu dönüşüm üslubunuz üzerinde nasıl bir etki yaratıyor? Hayat değişince üslup nasıl aynı kalır? Sizce bu durum, yazarı bir dönüşüme zorlar mı? Yoksa yazarın özü, üslubunun da sabit kalmasını mı sağlar?

 

Bir dekorun içinde yaşamıyorsak, sahici insanlarımız varsa şehirlerin bir önemi yok. Üslubunu bulmak zaman alıyor, okuduklarına mesafenle, muhakeme gücünle ilgili bir tarafı var; başka bir yandan da sözcüklerle, cümlelerle, gözüne değenle kurduğun ilişki belirleyici oluyor. Üslupçuluk tavsiye edilir belki ama handikaplıdır, kalıcı bir hasardır aynı zamanda.

Kitaplığınızdan bizim için üç kitabı seçmenizi istesek bunlar hangileri olurdu? Hatta mümkünse üç Türk edebiyatı, üç dünya edebiyatı isteyerek izninizle biraz aç gözlülük yapmış olalım.

Son bir yılda okuduğum, sevdiğim kitaplardan seçeyim:

Ne Para Ne Saat Ne Kasket / Wilhelm Genazino

Sır / DomenicoStarnone

Hastane / Ahmed Bounani

Köhne / Ethem Baran

Korkudan da Büyük Bir Şey / Baran Güzel

Nassı Güzeller / Mehmet Öztek

 

 

Yorum

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.